Cömertlik ve Cimrilik
Yaradan’a yâr ve yakin olmanın yollarından biri de cömertliktir. Sâlikine saadet-i sermediye vesîlesi olan bu yol, Hakk’ın rızası için halka ikram ve ihsânda bulunan cömert Müslümanlara Cennetin kapısını açacak müstesnâ bir meziyettir. Cimrilik de, sahibini Cennet ve Cemâlullah’dan uzaklaştırıp Cehenneme yaklaştıran bir felâket faktörüdür.
Dostlarıyla mensuplarını manen motive etmek maksadıyla belirli aralıklarla “Bir Konu Bir Konuk”, “Ayın Konferansı” ve “Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantısı” gibi kültürel etkinliklerde bulunan YOYAV, “Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantıları”nın 2020 yılı Şubat ayı halkasında “Cömertlik ve Cimrilik” konusunu gündeme getirdi.
Mütevelli Heyet Üyelerinden ve Kurs Öğretmenlerinden olan Meymenet Şahin’in öğrencilerinin 15 Şubat 2020 Cumartesi günü ikram ettikleri kahvaltı herkese huzur verdi. Bu huzuru yaşayanlardan biri olan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, kahvaltıyı hazırlayanlar için yazdığı “YOYAV Gülleri” başlıklı yedi dörtlüğü şöyle terennüm etti
(Soldan sağa ayaktakiler) Derya, Meral, Fatma, Tülay
Tülay, Meral ile Derya,
Bir de bizim Fatma varya.
Cümlesi Cennet hatunu,
Her biri başka bir derya.
Yunus yolunda gittiler.
Dostlara ikram ettiler.
Allah’ın rızası için,
Aşk ile hizmet ettiler.
İkramı hazırladılar.
Dostları karşıladılar.
Güler yüz ve güzel sözle,
Bizleri ağırladılar.
Yunus gibi yaklaştılar.
Kardeş olup kaynaştılar.
Sarılıp kucaklaştılar.
İkramda çağı aştılar.
Bunlar benim kızlarımdır.
Güler yüzlü gözlerimdir.
Her hizmete koşup gelen,
YOYAV’lı yıldızlarımdır.
Allah onları korusun.
Haneleri huzur dolsun.
Hayatları mutlu olsun.
Kalpleri imanla dolsun.
Hepiniz hep böyle olun.
Sevgi ve saygıyla dolun.
Hizmetlere hazır olun.
Vakfımızda huzur bulun.
Kahvaltıdan sonra konferans salonunda yerlerini alan davetlilere bu konuda önemli açıklamalarda bulunan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı yönlendirici ve yüreklendirici konuşmasında şunları söyledi:
“Yaradan’a yâr ve yakin olmanın gayret ve kararlılığı içinde olduklarına inandığım kıymetli konuklar, duyarlı ve dirâyetli davranışlarda bulunduklarını düşündüğüm değerli dostlar, insanlara insaf ve ihsân hisleriyle yaklaşıp dostça dayanışma, kardeşçe kaynaşma ve hakça paylaşma duygularıyla dolu olan sevgili kardeşlerim!
Soframızı ve salonumuzu şereflendirerek fiilî ve fikrî faaliyetlerimize katkıda bulunan seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, sağlık ve saadette dâim olmanız temennisiyle sözlerime başlarken, gösterdiğiniz ilgi ve ihtimamdan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi arz ederek hoş geldiniz diyorum.
Az önce aşağıdaki salonumuzda sunulan bir kahvaltıya katıldık. İkram ve ihtiramın en güzel ve en ince bir şekilde sergilendiği bu samîmî ve sevecen ortamda midelerimizi doyurduk. Maddî doyumdan sonra manevî doyuma ermek için de bu salona geldik. İkramı gerçekleştiren Meymenet Hanım kardeşimle öğrencilerine takdir ve teşekkürlerimizi iletiyor, rıza-i İlahî ile ödüllendirilmelerini diliyorum.
Bugünkü sohbetimizin bel kemiğini, kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in 21 ayetten ibaret olup, Mekke döneminde nâzil olan Leyl Suresi oluşturacaktır.
Bu sure-i celîlenin meali âlîsi de aynen şöyledir: “(Karanlığı ile etrafı) Bürüyüp örttüğü zaman geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze, erkeği ve dişiyi yaradana yemin ederim ki, işleriniz başka başkadır.” (1, 2, 3, 4)
“Artık kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız).” (5, 6, 7)
“Kim cimrilik eder, kendini müstağnî sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez.” (8, 9, 10, 11)
“Doğru yolu göstermek bize aittir. Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.” (12, 13)
“(Ey insanlar!) Alev alev yanan bir ateşle sizi uyardım.” (14)
“O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren kötüler girer.” (15, 16)
“Temizlenmek üzere malını hayra veren iyiler ondan (ateşten) uzak tutulur.” (17, 18)
“Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.” (19, 20, 21)
İncelendiğinde de anlaşılacağı üzere bu surede insanoğlunun iki zıt davranışından, cömertlik ve cimrilikten bahsedilmektedir. İmanlı olmakla cömertlik, imansızlıkla cimrilik arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir.
Kaynak tefsir kitaplarında verilen bilgileri incelediğimizde, bu Sure-i celîlenin nüzul sebebinin, cömertlikte örnek insan olan Hz. Ebubekir (r.a.)’in cömertliği ile, cimriliğin önde gelenlerinden Ümeyye b. Halef’in cimriliği olduğunu öğreniyoruz. Ancak Surenin sebeb-i nüzulü bu olmakla birlikte içerdiği hükümler, benzeri cömertlik ve cimrilikte bulunanların tümünü kapsamaktadır.
Meali arz edilen bu Sure-i celîlenin 5, 6 ve 7. ayetlerinde, cömertliğin pîri olan Hz. Ebubekir (r.a.)’in iman ve tasdîki ile malını Allah için vermesi karşılığında O ve benzeri müminlerin nâil olacakları mutlu sonuca işaret edildiği gibi, 8, 9, 10 ve 11. ayetlerinde de cimrilik ve inkârıyla böbürlenmesi nedeniyle Ümeyye b. Halef ve onun gibilerin duçar olacakları azaba işaret edilmektedir.
Sure’nin 16-21. ayetlerinde ise temizlenmek üzere malını getirip hayra veren iyilerin cehennem ateşinden uzak tutulup, rıza-ı Rahmân’a erecekleri müjdesi verilerek Bilâl-i Habeşî ile başka bazı köleleri satın alıp azat eden Hz. Ebubekir (r.a.)’in mazhar olacağı mutlu sonuca da işaret edilmektedir.
Hz. Ebubekir (r.a.)’in cömertliği, bazı köleleri satın alıp hürriyetlerine kavuşturarak onlara işkence eden müşriklerin baskılarından kurtarmakla kalmamış, Hz. Ömer (r.a.)’in anlattığı aşağıdaki olaydan anlaşılacağı üzere, malının tamamını tasadduk etme düzeyine ulaşmıştır. Bu hususla ilgili Hz. Ömer (r.a.) şunları anlatmıştır:
“Resûlullah (s.a.v.) bizden Allah yoluna mal sarf etmemizi istediğinde, ben Ebû Bekir’i geçmek için malımın yarısını teslim ettim. Allah Resûlü (s.a.v.) aileme ne bıraktığımı sorduğunda, malımın geri kalan yarısını bıraktığımı söyledim. Birazdan Ebû Bekir geldi ve sahip olduğu malının tamamını verdi. Resûlullah (s.a.v.) aynı soruyu ona da sorduğunda şu cevabı verdi: Onlara Allah ve Resûlü’nü bıraktım. Bu cevabı duyunca ben de kendi kendime O’nu hiçbir şeyde geçemeyeceğimi anladım.”
Kıymetli konuklar!
İkisi de üç heceli ve (c) harfiyle başlamakla birlikte birbirinin zıddı olan iki hâl vardır. Bunların biri cömertlik, diğeri de cimriliktir. İlki sevimli, ikincisi de sevimsizdir. Cömertlik, Hak ve halk nezdinde sevimli bir haslet, cimrilik de sevimsiz bir sıfattır. Bir hadîs-i şerîfte beyan buyurulduğu üzere: “Cömert Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın, cehenneme uzaktır. Cimri de Allah’dan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.” Dolayısıyla cömertlik, Allah’ın sevdiği, cimrilik de sevmediği bir haslettir.
Cömertlik, eldeki imkânları meşrû ölçüler içinde, gönüllü olarak ve karşılık beklemeden başkalarının yararına sunma eğilimidir.
Cimrilik de eli sıkılık, nekeslik, pintilik, hasisliktir.
Çalışıp kazanan ve kazandığı helal kazancı Hakk’ın rızası doğrultusunda insanların ihtiyaçlarını karşılamada kullanan kimse cömert; derleyip depolayan, insanlara zerre miktarı bir şey vermeyi düşünmeyip ‘hep bana’ deyip başkalarına kullanmayan kimse de cimridir.
Cömert; çalışıp, kazanır, yer, yedirir ve paylaşır. Yunus Emre’nin aşağıdaki dizesini devamlı göz önünde bulundurur:
“Çalış, kazan, ye, yedir.
Bir gönül ele getir.
Yüz Kâbe’den yeğrektir,
Bir gönül ziyareti.”
Cimri; cem eder, derler, istifler, yemez, yedirmez. Devşirdiği başkalarına kalır. Hesabını da kendisi verir. Rûhî-i Bağdâdî'nin dediği gibi:
“Cihanda merd-i mümsik mâlik olsa günc-i Karûn'a
Fenâdan göz yumunca mâlını el, kendisin yer yer.”
Cömertlik, savurganlık demek değil, cimrilik de; tutuculuk demek değildir. Cimrilik; tutuculuğun ötesinde, edinilen birikimden yararlanmama ve yararlandırmama hastalığıdır. Cömertlik de, sağlanan varlığı saklamayıp bireyin, ailenin ve toplumun muhtaç olduğu yerlerde harcama hâlidir.
Dinimiz cömertliği teşvik, cimriliği de tenkid etmiştir. Helal kazancı meşru yönlerde harcamayı tasvip etmiş, helal-haram ayrımı yapmadan kazanç elde etmeyi ve elde edileni saklayıp, ihtiyaç duyan insanların istifadesine sunmamayı hoş karşılamamıştır.
Cömertlik, hiçbir karşılık beklemeden ihsânda, bağışta bulunmak demektir. Teşekkür edilmeyi, övülmeyi istemek de cömertliğe yakışmaz. Allah Teâlâ has kullarının önemli özelliklerini beyan buyurduğu İnsan Suresi’nin 8-9. ayet-i kerîmelerinde onları şöyle anlatmaktadır: “Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Ayetin ala hubbihî kısmına, ‘kendi canları çekmesine rağmen’ yerine ‘Allah sevgisiyle’ manası da verilebilir.) Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.”
Kerem sahibi bir cömerde sorarlar:
“Muhtaçlara çok ihsanda bulunuyorsun. Acaba onlar sana minnettarlık hissi içinde bulunuyorlar mı? Hiçbiri bana minnettar kalmaz. Yani onlara o hissi verecek şekilde hareket etmem. Bir şey verirken kendimi aşçının elindeki kepçe gibi kabul ederim. Kepçenin övünmeye, minnete sebep olmaya hakkı yoktur.”
Bir zat da buyurdu ki: "Servetiyle ülkeler satın aldığı halde yapacağı ikram ile gönülleri satın almayan adama şaşarım."
Bir bedevîye ‘Efendiniz kim?’ derler. O da, ‘Kötü sözlerimize dayanan, isteyene veren, câhilliklerimize göz yuman’ der.
Hazret-i Hüseyin (r.a.)’in oğlu Ali: ‘Ben isteyene vermem’ diyen cömert sayılmaz. Hakiki cömert, Allah’a itaat eden kullarına Allah hakkını ödeyen, bunun karşılığında teşekkür beklemeyen ve bunu yalnız Allah için yapan kimsedir, demiştir.
Hasan-ı Basrî hazretlerine sorarlar: Cömertlik nedir? Allah rızası uğrunda servetini sarfetmektir. Mala nasıl bağlanmalı? [Yani malı korumak için ne yapmalı?] Onu Allah yolunda dağıtarak... İsraf nedir? Mal ve makam sevgisi yolunda harcamaktır.
Cimrilik ve cömertliğin ölçüsü insandan insana değişir. Mesela bazı şeyler, fakir için normal karşılanırken, zengin için ayıplanır. Yabancılar normal karşılarken aile efradı onu ayıplar. Gençlere normal olan bir husus, ihtiyar için hoş görülmez. Erkekler yaparsa kötü, fakat kadınlar yaparsa önem verilmez.
Kasaptan, bakkaldan aldığı şey, az noksan diye geri götürüp veren cimridir. Bir şey yer iken, pencereden evine gelen birini görüp, hemen yediğini saklayan, cimridir.
Dünyalık ele geçirmek veya nefsin kötü arzularına kavuşmak için vermek de cömertlik sayılmaz. Hiçbir karşılık beklemeden dünyalık vermek malda cömertliktir. Dinde cömertlik ise, yine hiçbir karşılık beklemeden Allah yolunda, yalnız Allah sevgisi için canını vermektir.
Mal, insanoğluna bir fayda için verilmiştir. O malı saklayıp faydalı bir işte kullanmamak cimrilik olur. Faydalı işler, dinin ve mürüvvetin verilmesini iyi gördüğü şeylerdir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak arzusudur. İnsanlık yiğitlik demektir.
Cömertlik, hiçbir karşılık beklemeden vermektir. Muhtaçları gözetmek, istemeden vermek ve verdiğini azımsamak cömertliktir.
Zaman icabı, ileride bir sıkıntıya düşmemek için malı, parayı saklamak, avam için cimrilik sayılmazsa da, ilim ehli sâlih kimseler için cimriliktir. Dinin ve mürüvvetin icaplarını yerine getiren cimrilikten kurtulursa da cömert sayılmaz.
Övülmek veya teşekkür beklemek için veren de cömert sayılmaz. (Biz şunu verelim, o da bana bir şey verebilir, vermezsem ayıp olur, yoksa cimri derler) gibi düşüncelerle veren de cömert değildir.
Büyükler buyuruyor ki: “Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir.”
Cömertliğin üstün mertebesi olduğu gibi, cimriliğin de aşırı derecesi vardır. Bu da kendine gerekmeyen şeyi vermemektir. Canının istediği şeyleri almaya gücü yeterken param gidecek diye almaz. Hattâ hastalansa, bedava ilaç alma yollarını arar. Bunu da bulamazsa tedavi olmaktan vazgeçer.
Cömertlik, kendine ihtiyacı olmayan şeyleri başkalarına vermektir. Îsâr ise, kendine gereken şeyleri vermektir. Yani başkalarını kendine tercih etmektir.
Cömertliğin üstün derecesi olan îsâr büyük bir haslettir. Ancak bunu büyük insanlar yapar. Allah Teâlâ Haşr Suresi’nin 9. ayet-i kerîmesinde, Ashâb-ı kirâmı överken buyuruyor ki: “Onlar, fakr-u zaruret içinde olsalar bile, diğerlerini kendilerine tercih edip öz canlarından daha üstün tutarlar.”
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzu ve ihtiyacını tehir edip başkasına verirse, Allah Teâlâ onun günahlarını affeder.”
Medine’nin yerlisi olanlar (Ensâr-ı kirâm), Medine’ye hicret eden müslümanlara (Muhâcirlere) büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Bütün mallarına onları ortak etmişlerdir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ganimetlerin taksiminde iki teklifte bulunmuştu. Ya Ensârın evlerinden çıkıp başka bir yerde kalmaları şartı ile ganimetlerin hepsi Muhâcirlere verilecek veya Muhâcirler, Ensârın evinde bir müddet daha kalmak şartı ile, ganimetler Ensâr ile Muhâcirler arasında taksim edilecekti. Bu teklifler için Ensâr-ı kirâm, ‘Biz ganimet istemeyiz. Hepsi Muhâcirlere verilsin! Onların evlerimizden çıkmalarına da aslâ razı olamayız’ demişlerdi. Buna Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çok memnun olmuştu.
"Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) huzuruna bir adam geldi. Açlıktan tâkatinin kesildiğini söyledi. Resûlullah (s.a.v.), hanımlarına bu adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka bir şey bulunmadığını söyleyince Resûl-i Ekrem (s.a.v.): ‘Bu gece bu adamı kim misafir edecek?’ dedi.
Bunun üzerine Ensâr'dan biri: (Ebu Talha olduğu rivayet edilmektedir) ‘Yâ Resûlallah, ben misafir ederim’ dedi ve misafiri evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sordu. Hanımı da yalnız çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunduğunu söyledi.
O da: ‘Öyleyse onları bir şeyle avut, sofraya gelmek isterlerse uyut. Misafirimiz eve gelince lambayı söndür, ona kendimizi de yiyormuş gibi gösterelim,’ dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar, kaşıklarını sofraya boş uzatıp, geriye boş çevirdiler ve aç yattılar...’
Sabah olunca ev sahibi, Peygamberimiz (s.a.v.)'ın yanına gitti. Resûlullah ona: ‘Bu gece misafirinize karşı yaptığınız davranıştan Allah razı oldu.’” buyurdu.
Huzeyfetü'l-Adevî (r.a.) anlatıyor: “Yermük muhârebesinde idim. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum.
Su istiyor musun? Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki: -Su istiyor musun? Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?" der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime’nin sesi duyuldu:
- Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!
Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime’ye götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz. Iyas’ın iniltisi duyuldu:
- Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!
Bu feryâdı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas’a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi.
Hepsi şehit oldular.
Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hz. Iyas’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehadet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim? Onun da şehit olduğunu müşahede ettim.
Bari dedim, amcamın oğlu Hz. Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti.
Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük iman kuvveti tezâhürü olarak hâfızama âdeta nakşoldu!
Ashâb-ı kirâmdan birine bir koyun kellesi hediye edildi. ‘Benden daha fazla ihtiyacı olan vardır’ diyerek bir başkasına verdi. Kelle, aynı şekilde yedi kişiye dolaştıktan sonra tekrar ilk veren zâta geldi. Onun diğerlerinden daha muhtaç olduğu meydana çıktı.
Hazret-i Musa’ya, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sahip olduğu makamlardan birinin nuru gösterilince, bayılacak hâle geldi, bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Allah Teâlâ: “Yüksek ahlakı sayesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlak îsârdır. Yâ Musa! Ömründe bir kere îsâr edene, îsâr ahlakı ile bana kavuşana hesap sormaktan hayâ ederim.” buyurdu.
Cenâb-ı Hak Kalem Suresi’nin 4. ayetinde, Peygamber Efendimizi överken: “Elbette sen hulk-i azîm (büyük ahlak üzeresin).” buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), götürülen düşman esirlerinin, birini işaret edip bırakılmasını emredince, Hazret-i Ali (r.a.), sual etti ki: Bunların hepsi düşman, hepsinin suçu da bir, bunu niçin istisna ediyoruz?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Cebrail aleyhisselam geldi, bunu bırakmamı; çünkü bunun cömert olduğunu, cömertliği Allah Teâlâ’nın hoşuna gittiğini söyledi.”
Cahiliye döneminin cömert şairi Hâtim et-Tâî’nin kızı Seffane, Hz. Ali (r.a.) kumandasında Tay kabilesine üzerine gönderilen bir seriyye tarafından esir alınarak Medine’ye getirildiğinde, Resûl-u Ekrem (s.a.v.)’e Hâtim et-Tâî’nin kızı olduğunu söyleyip, O’nun hatırı için serbest bırakılmasını istirham etmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de ondan babasının vasıflarını saymasını istemiş, Seffane’nin bunları anlatması üzerine, “Senin baban İslamın telkin ettiği faziletlerle süslü bir adamdı.” diyerek onun serbest bırakılması için emir vermiştir.
Yanına oturan fakir bedevîye Hazret-i Ali (r.a.) ‘Bir isteğin mi var?’ buyurur. Bedevî utancından diliyle bir şey söylemeyip işaretle bildirir. Hazret-i Ali (r.a.), yanında bulunan iki giyeceğin ikisini de Bedevîye verir. Bedevî sevinerek güzel bir beyit okur. Beyit Hazret-i Ali’nin çok hoşuna gider. Çocukları, için ayırdığı üç altının hepsini Bedevîye verir. Bedevî, ‘Ey Emîr el müminîn, beni kendi ailemin en büyük zengini ettin’ der. Hazret-i Ali (r.a.) de, şu hadîs-i şerîfi nakleder: “Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.”
Servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyen sahâbî Abdurrahmân b. Avf (r.a.)’ın beş yüz deve yükü tutan büyük bir kervanı bir defada tasadduk edip bağışlayacak ve bir günde otuz köleyi azat edecek kadar cömert olduğu nakledilir.
İmam-ı Müslim’in naklettiği bir hadîs-i şerifte belirtildiği üzere:
“Zamanın birinde, bir adam çölde tek başına yolculuk yapıyormuş. Aniden gökyüzünden, “Filanın bahçesini sula!” diye bir ses işitmiş. Başını kaldırıp baktığında gökte sadece bir bulut görmüş. Evet, ses oradan geliyormuş. Adam hayretler içerisinde kalarak bulutu takip etmeye başlamış. Kara, taşlık bir yere gelince bulut suyunu boşaltmış. Yağmur suları bir derede toplanmış ve akmaya başlamış. Bu defa adam suyu takip etmiş ve önüne bir bahçe çıkmış. Burada bir adamın bahçeyi suladığını görmüş. Bahçeyi sulayan adama yaklaşarak, “Arkadaş, adın ne?” diye sormuş. Bahçeyi sulayan adam “Adımı niçin soruyorsun?” demiş. O da, “Biraz önce yağmur yağdıran bulut vardı ya...” diyerek gördüklerini anlatmış ve “Adını da onun için soruyorum. Sen hangi davranışın sebebiyle böyle bir ilahî ikrâma nâil oldun?” deyince bahçe sahibi, “Şu gördüğün bahçe ürün verince oturup hesap yaparım. Ürünün üçte birini dağıtırım. Üçte birini çoluk çocuğumla yerim. Üçte birini de tohumluk yaparım. İşte benim yaptığım bundan ibarettir.” diye karşılık vermiş.
Biri Hazret-i Hasan (r.a.)’a bir mektup getirdi. Mektubu açmadan, İsteğin yerine getirilecektir diyerek geleni gönderdi. Oradakiler ‘Mektubu okumadan niçin cevap verdin?’ dediler. Buyurdu ki: “Mektubu okuyana kadar bekletirsem çekeceği sıkıntıdan Allah Teâlâ beni mesul tutar.”
Rahmânʼın rahmeti, Oʼnun kullarına merhamet etmekle hâsıl olur. Biz, Rabbimizʼin lütuf ve merhametine muhtacız.
"Yâ Rabbi! Bizi affet, ibâdetlerimizi kabul et!" diyoruz. Bizim de Rabbimizin muhtaç kullarına ve bütün mahlûkâtına karşı cömert ve lütufkâr olmamız lâzım ki, Cenâb-ı Hakʼtan kendimiz için de af dilemeye yüzümüz olsun…
Kendisinden bir şey istendiği zaman, aslâ "yok" demeyen Allah Resûlü (s.a.v.), cömertliği ve bu vasfa sâhip olanların fazîletini beyan sadedinde şöyle buyurmuştur:
"Cömertlik, dalları dünyaya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür. Cimrilik ise, dalları dünyaya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de, onun dallarından birine tutunursa, bu da onu cehenneme çekip sürükler!"
"Cimri ile cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömert, sadaka verdikçe, üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimri ise, bir şey vermek istediğinde, zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır; genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz."
"Cömerdin kusûruna bakmayın, zîrâ o, her sürçtüğünde Allah Teâlâ onun elinden tutar."
Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esmâ (r.anhâ) da, Resûlullah (s.a.v.)'in kendisine şöyle buyurduğunu söyler: "Kesenin ağzını sıkma! Allah da sana sıkarak verir! İnfâk et, sayıp durma, Allah da sana karşı nimetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar."
Diğergâmlık, cömertlik, ihlâs ve samîmiyet -kâmil mânâsıyla- rûhî olgunlaşmanın bir netîcesidir. Gönlün huzur ve rûhâniyetini bozan nefsânî alâkalardan uzak kalabilmek de, ancak cömertlik ve diğergâmlığın feyzi ile mümkündür.
Hazret-i Mevlânâ, cömertlik hasletini ve onun zıddı olan cimrilik iptilâsını ne güzel ifâde eder:
"Cömertlik, cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun. Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem yapar."
"Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, ikram ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar."
"Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin."
Günümüzde de imkân nisbetinde ciddî bir infâk ve îsâr seferberliğine ihtiyaç vardır. Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, garip, kimsesiz, muhtaç ve aç kimselere karşı cömertlik ve îsârımız, Rabbimize karşı bir şükür borcudur. Elimizdeki nîmetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnun ve mesrûr ettiğimiz gönüller, dünyâda rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette saâdetimiz olsun.
Elimizdeki imkânları paylaşmak bir kayıp değildir. Aksine bu bizim ahiret azığımızdır ve ebedî hayatta karşımıza çıkacaktır.
Başta Resûlullah (s.a.v.) ile O’nun en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir (r.a.) ve diğer ashâb-ı kirâm olmak üzere, Allah’ın kendilerine verdiklerinden Allah’ın kullarına vermeyi ilke edinen cömertleri örnek alarak, ahiret azığı edinme basiretini gösteren duyarlı ve dirayetli insanlardan olmamız temennisiyle sözlerimi noktalarken, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.”
KAHVALTIDAN GÖRÜNTÜLER
YEMEK DUASI