Fâtih’te Vakıf Ruhu
YOYAV, yıllardır İstanbul’un fethinin yıldönümü günlerinde bazen ‘Fetih ve Fâtih’, bazen ‘Fâtih’e Fâtiha’, bazen de benzeri konularda gerçekleştirmeyi gelenek hâline getirdiği programlarda, Sultan Mehmed Fâtih Han Hazretlerini minnet, mağfiret ve şükranla anarak ruhuna rahmet ve mağfiret dilemenin yanında, dile getirdiği duygu ve düşüncelerle, toplantılara teşrif eden mensuplarıyla müdavimi olan dostlarını manen motive etmeyi hedeflemektedir.
Bu cümleden olarak fethin 569. yıldönümü dolayısıyla 28 Mayıs 2022 Cumartesi günü saat 14.00’de düzenlediği ‘Fâtih’te Vakıf Ruhu’ konulu programa çok sayıda davetli katıldı.
Davetlilere duygulu dakikalar yaşatan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı yönlendirici ve yüreklendirici konuşmada şu cümlelere yer verdi:
“Evlâd-ı Fâtihân olduklarına inandığım kıymetli konuklar, ecdâdını hürmet ve muhabbetle anarak ruhlarına rahmet dilemeyi, îfâsı îcâp eden insanî bir vazîfe ve islamî bir vecîbe kabul eden değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Günümüzden 569 yıl önce İstanbul’u fethederek, çağ açıp çağ kapatan, vâkıf sultan merhum Mehmet Fâtih Han Hazretlerini rahmetle yâd etmenin haz ve huzuru içinde, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, andığınız gibi anılanlardan olmanız temennisiyle sözlerime başlarken, bu anlamlı günde bizimle birlikte olma incelik ve yüceliğini gösteren güzîde heyetinize takdir ve teşekkürlerimi arz ederek hoş geldiniz diyorum.
Malumunuz olduğu üzere 1453 yılında İstanbul’u fethederek Türk İslam topraklarına katan sultan Mehmed Fâtih Han Hazretleri, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından övülen ve mü’minler tarafından sevilen müstesnâ ve mümtaz bir kumandandı. Gayret ve kararlılığı ile Kostantini korkutan bir kahraman ve ulu hakandı. Büyük bir mücâhid ve devlet adamı olmanın yanında memleketin imarı ve milletin ihyâsı istikametindeki çaba ve çalışmalarını kalıcı kılmak için İstanbul’da çok sayıda Vakıflar kuran vâkıf bir sultandı.
İstanbul’u fetheden Fâtih olduğu gibi, kurduğu vakıflarla bu güzel şehri bir vakıf cenneti hâline getiren yüce ruhlu bir insandı.
Bilindiği üzere Dünyanın önde gelen ilim ve sanat merkezlerinden biridir İstanbul. Haliç, Marmara denizi ve surların çevrelediği yarımada, milattan önce üç binli yıllara uzanan geçmişi ile dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biridir. Coğrafî konumu ve tarihî zenginlikleri sebebiyle defalarca savaşlara ve kuşatmalara sahne olan bu şehir, cihanşümul Devlet-i Âli Osmaniye’nin genç hükümdarı Fâtih Sultan Mehmet Han tarafından 1453’te fethedilmesiyle birlikte o güne kadar devam eden tarihî kimliği yeni bir boyut ve anlam kazanmıştır. Köklü medeniyetimizin benzerlerine az rastlanan görkemli eserleriyle şehir yepyeni bir görüntüye kavuşmuştur. Osmanlılar döneminde “payitaht-ı saltanat, taht gâh-ı saltanat gibi ünvanlarla anılan İstanbul; İslam dini idealine dayanan ve bu ideali yansıtan önemli fizikî, sosyal ve kültürel bir organizasyona sahip olmuştur. İslam medeniyetinin en güzel sanat eserleri olan ulu camiler, külliyeler, muvakkithaneler, darüşşifalar, bedestenler, çeşmeler ve kütüphaneler şehrin İslamî kimlik kazanması için önemli bir alt yapı oluşturmuştur.
Binlerce yıl öncesinde dahi, farklı milletlerin sahip olmayı arzu ettiği ve sahip olmak için çaba sarf ettiği bu şehir, Müslümanların, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in:
لَتُـفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَـلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا، وَ لَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, fetheden ordu ne güzel ordudur” sözünü işittikleri günden itibaren, bu müjdeye nâil olabilmek için hareket etmişlerdir.
Bu bağlamda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüma)’in de katıldığı, Hz. Peygamber (s.av.)’i Medine’ye ayak bastığında evinde altı ay misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)’nin şehit olduğu fetih hareketi, müjdelenen komutan ve asker olmak için Müslümanlar tarafından bu uğurda atılan adımların ilkidir. İstanbul yakınlarında uç beyliği kuran Osmanlı sultanları ilk günden itibaren sahâbe ve tâbi’în nesline nasip olmayan bu müjdeye kavuşmak için projeler üretmişlerdir. Ancak bu kutlu zafer II. Mehmed’e nasip olmuştur. Henüz 21 yaşındaki bu genç padişah, gerekli bütün tedbirleri alarak, Allah’a tevekkül etmiş ve 53 gün süren uzun bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 senesinin bir seher vaktinde askerleri uyurken o seccadenin üzerinde şöyle dua yapmıştır: ‘Yâ İlahî! Bir bölük ümmetini yerindirme, düşmanlarını sevindirme, bizleri muzaffer kıl.’ İşte Fâtih’in bu samîmî kavlî duası, fiilî dua ile birleşince gemiler karadan yürümüş, top gülleleri muhkem Bizans surlarını delmiş ve İstanbul’u fethederek bu müjdeye nâil olmuştur. Bu müjdeye mazhar olmanın mutluluğu içinde duygu ve düşüncelerini aşağıdaki şiirde belirtildiği üzere şöyle dile getirmiştir:
‘İmtisâl-i câhidû fillâh olupdur niyyetim.
Dîn-i İslamın mücerred gayretidir gayretim.
Enbiyâ-ı evliyâya istinâdım var benim,
Lütf-u Haktandır heman ümîd-i feth-i nusretim.
Ol Muhammed mucizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
Umarım gâlib olur a’dayı dîne devletim.’
Malum olduğu üzere Fetih, sadece maddî bir eylem değildir; öncelikle kalbi ve aklı İslâm’a açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir.
İslâm fetihlerinin esas gayesi, Allah’ın adını ve tevhid inancını uygun bir biçimde yüceltip yaymaktır. Tevhid anlayışı nereye ulaşmışsa o topraklar çeşitli ırk, din ve mezheplerin korunma imkânı bulduğu bir sığınak olmuştur. Fetihlerle Müslümanlar yeryüzünde barış, adalet ve fazilete dayanan bir toplumsal yapı oluşturmaya çalışmışlardır.
Bu fetihlerin en gözdelerinden biri şüphesiz İstanbul’un fethidir. Fâtih Sultan Mehmed gönlündeki fetih arzusuyla olmazları oldurmuş, Rabbine sığınarak çabalamış ve sonunda İstanbul’un fethini gerçekleştirmiştir. Bu inanç ve anlayışı kafasında ve kalbinde yaşatan Fâtih’teki fetih ruhu, Allah rızası için yaşamanın adıdır. Her adımında Rabbinin dinine hizmet için nefes almaktır. O ruhtur ki Mehmed’i Fâtih yapmış, Kostantîniyyeyi İstanbul eylemiştir. O ruhtur ki her dinden insanın huzur içinde yaşayabildiği, haklarının adaletle korunduğu bir memleket inşa etmiştir. Fâtih, İstanbul’u almakla esasen gönülleri fethetmiştir.
İslam tarihinde medeniyetler, genellikle, fetihlerden sonra kurulan önemli şehir merkezleri çevresinde parlamıştır. Fetihleri, büyük şehirlerin kurulması; bunu da fikir, ilim ve sanat alanındaki hamleler takip etmiştir. Fâtih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek dünya tarihinde bir devri kapamış, yeni bir devri başlatmış ve Kendisinden sonraki nesillere kıyamete kadar Müslüman yurdu kalacak güzel beldeyi miras bırakmıştır. İstanbul’un Türkler tarafından fethi Doğu’nun Batı’ya açılması, dinî hürriyetin dünya gündemine gelmesi, zulüm, haksızlık ve bağnazlığın son bulması, hak sahibinin hakkını alabilmesi, adaletin hâkim kılınması için bir vesîle olmuştur. Esasen tarihte kazanılan siyasî zaferleri, sosyal ilmî kurumlarla, kültürel hamlelerle bütünleştiremeyen milletler, dünya tarihinde kalıcı izler bırakamamışlardır. Fâtih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethetmekle kalmamış, kısa zamanda O’nu ilim, kültür ve medeniyet merkezi yapma yolunda büyük hamleler gerçekleştirmiştir.
İstanbul’un fethi yalnızca Türk ve İslâm tarihi açısından değil, tüm insanlık için büyük bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı Devleti çok geniş bir coğrafyada yüzyıllar boyunca barış, hoşgörü ve refahı tesis etmiştir. Tarihte “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana) olarak anılan bu dönem, günümüzde dinmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlarla anılan Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya gibi çetin coğrafyalarda benzersiz bir huzur iklimi ve bir medeniyet tasavvurunun yansımasıdır. Asırlar boyu çok çeşitli millet, kavim, dil, din, mezhep ve meşrepten insanın huzur ve barış içerisinde bir arada yaşamasını temin eden engin hoşgörü anlayışı, İstanbul’un fethinin ilk dakikalarından itibaren Fâtih Sultan Mehmed Han’ın tavrında kendisini göstermiştir. Osmanlı’da asırlar boyu sürdürülen bir gelenek, fethedilen bir şehrin en büyük mabedinden ezan okunması ve ilk Cuma namazının bu mabedde kılınmasıdır. Böylece, o şehrin fethedildiği tescillenmekte, ilgili mabed “Fethiye Camii” olarak anılmakta ve şehirdeki diğer mabedlere gerekli olmadıkça dokunulmamaktadır. Fâtih Sultan Mehmed Han, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın bulunduğu yere dikmiş, kubbeye doğru bir ok fırlatmış ve ilk ezanı Kendisi okuyarak, İstanbul’un fethini tescillemiştir. Ardından, şükür secdesi yaparak, iki rekât namaz kılmıştır. Bu davranışıyla da Ayasofya’yı camiye çevirdiğini göstermiştir. Fethin üçüncü gününde ilk Cuma namazı da fethin manevî mimarı Akşemseddin’in imametinde Ayasofya Camii’nde kılınmıştır. Üç günlük süre içinde gece gündüz süren hazırlıklarla Ayasofya’ya mihrap ve minber konulmuş, ayrıca tahtadan bir minare dikilmiştir. Ayasofya içerisindeki taşınabilir heykel ve ikonaların caminin dışına alınmasını, duvarlardaki mozaik resimlerin ise kireç tabakayla örtülmesini emreden Fâtih Sultan Mehmed Han, bu ilk Cuma namazında ordusuna bir hutbe irad etmiştir.
İstanbul’un fethinin hemen ardından Fâtih Sultan Mehmed Han uzun süredir iyi bir idareden mahrum kaldığı için fakirliğe ve yıkıma mahkum olmuş İstanbul’u ve Ayasofya başta olmak üzere barındırdığı eserleri hızla yeniden yapılandırma gayreti içerisine girmiştir. Bu yeniden yapılandırma gayreti ise, Türk-İslam Medeniyeti’nin toplumsal yapısında merkezî bir öneme sahip olan vakıflar üzerinden gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda, İstanbul’un fethiyle, Roma İmparatoru unvanını alan ve Bizans hanedanı üzerine kayıtlı bulunan tüm mülklere sahip olan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da kılınan ilk namazla birlikte camiyi vakfetmiş, “Fatih Külliyesi ve Ayasofya-i Kebir Vakfı”nı kurmuş, Ayasofya’nın ilelebet muhafazasını vasiyet etmiş ve cami hüviyetinin devamlılığını şart koşmuştur. İstanbul’un tüm sosyal hizmetlerini karşılamak üzere vakıflar ihdas edilmiştir. Böylece, İstanbul bilim, eğitim, sanat, sosyal yardımlaşma gibi alanlarda kusursuz bir sistem olarak görülen vakıf kültürünün yaşama geçirildiği en başarılı merkezlerden biri hâline gelmiştir. İstanbul, Türk-İslam Medeniyeti’nin üstün şehircilik anlayışını temsil eden bir görünüme bürünmüştür. Vakıflar, kadılık makamı tarafından tescil edilen bir ‘vakıf senedi’ ile ihdas edilmektedir. Vakıf senetleri, padişah dâhil herkes için bağlayıcı hükümler içermektedir. Fatih Külliyesi ve Ayasofya-i Kebir Vakfı’nın hukuki statüsünü belirleyen 1462 tarihli vakfiye de bu açıdan en önemli belgelerden biri olarak kabul edilmektedir.
Fâtih’in İstanbul’da kurduğu vakıflarla ilgili vakfiye, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde 2202 (eski 666) numarayla kayıtlı bulunmaktadır. Vakfiyenin Evkaf Nezareti döneminde yapılan suret kaydı ise, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde İstanbul 6. Vakfiye defterinde 46 numarada kayıtlıdır. Aynı vakfiyenin Türkiye Cumhuriyeti döneminde yapılan Latin harfli çevirisi de Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde 575 numaralı defterde 82. sayfadan itibaren 46 sıra numarası ile kayıtlıdır.
Bu vakfiyenin incelendiğinde görüleceği üzere Fâtih’in İstanbul’da vakfettiği mevkufat (vakıf varlığı) ın tür ve miktarları şöyledir:
a-35 köy ve çiftlik,
b-1453 dükkan,
c-4 han,
ç-14 hamam,
d-212 ev,
e-790 beyt (küçük ev),
f-174 oda,
g-134 mahzen,
h-54 değirmen.
Vakfettiği hayrat miktarıyla türleri de şöyledir:
a-7 cami ve mescid,
b-1 medrese ve tetimme medreseleri,
c-1 İmaret,
d-1 darü’ş-şifa,
e-1 darü’t-talim,
f-1 zaviye (kalenderhane).
Bu belgede vakfın hayır müesseseleri, hayır şartları, akarları, yönetimi gibi konular detaylı biçimde anlatılmakta ve her vakıf senedinde olduğu gibi bir “vakıf duası” ve bir de “vakıf bedduası” yer almaktadır. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya vakfiyesi incelendiğinde, bu vakfın bilhassa eğitim, din ve sağlık hizmetleri açısından dönemin en önemli kurumsal yapılarından biri olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu hizmetlerin devamlılığını temin etmek için çok sayıda çarşı, pazar, dükkân ve ev akar olarak vakfedilmiştir. Osmanlılar fethin nişanesi olarak kabul ettikleri ve kıymet verdikleri Ayasofya Camii’ne Fâtih Sultan Mehmed Han’dan itibaren büyük özen göstermiş, bakım-onarım faaliyetlerini sürekli hâle getirmiş ve camiyi eskisinden çok daha sağlam bir yapıya kavuşturmuştur. Bilhassa Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya yaptığı eklemeler ve düzenlemeler, bu insanlık mirasının bugün hâlâ ayakta kalmasında çok büyük rol oynamıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın bahse konu vakıf senedinde yer alan bedduasının bir kısmı şu şekildedir:
"Eğer bu hayır müesseseleri yıkılacak olursa, ikinci defa, üçüncü defa ila ahir yeniden inşa oluna… Bütün bu şerh ve ta'yin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı haliyle VAKIF olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları dışında bir başka hâle çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez; vakfa herhangi bir şekilde müdâhale Allah'ın diğer haramları gibi haramdır. Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer'-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeri'ata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya ta’lik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey taleb ederse, kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti üzerlerine olsun. Ebediyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları aslâ hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir (Bakara Sûresi, 181)."
Sultan Mehmed Fâtih’in Fâtih sıfatı ne kadar büyükse, vâkıf sıfatı da o kadar büyüktür. Fâtih olarak surları yıkmış, kapıları açmış, vâkıf olarak da şehri imar etmiş ve insanlara hizmet edecek ölümsüz eserler meydana getirmiştir. Fetihden önce vakfı düşünmüş ve ‘Rabb-i izzet fethi müyesser ederse, cümlesin vakfederim’ niyet etmiş ve nâil olduğu fethi vakıfla ebedileştirmiştir. Adeta Kendinden sonra gelecek sultanları, varlıklarını vakfetmeye zorlayacak şekilde bir vakıf anlayışı geliştirmiştir. Ulemâ, kadılar, vüzera, devlet ricali ve ağniyayı ümmeti vakfetmeye teşvik ederek, bu alanı bir yarış alanı hâline getirmiştir.
Sultan Mehmed Fâtih’in pek çok özellik ve güzellikleri var ama kanaatimce bunların önde gelenleri Fâtih ve Vâkıf oluşudur.
Tabii iyi işleri iyi yetişmiş gençler başarmakta, vasıfsız gençlerle vasıflı işleri başarmak mümkün değildir. Fâtih 49 yıllık ömründeki 30 yıllık saltanatı süresince seferden sefere koşmuş, zaferler kazanmış, fetihler gerçekleştirmiş, kaleleri ve şehirleri fethetmekle kalmamış, gönülleri de fethetmiştir. Henüz 21 yaşında iken kendisine gelen Bizans elçisine: ‘İmparatorunuza söyleyin, şimdiki Osmanlı Padişahı, öncekilere benzemez. Benim gücümüm ulaştığı yerlere, sizin imparatorunuzun hayalleri bile ulaşamaz.’ demiştir.
Benim gönlümde, Hz. Peygamber (s.a.v.), ashab-ı kirâm (r.anhüm) ile tâbi’înden sonra iki Mehmed’in büyük yeri vardır. Bunların ilki Mehmed Fâtih, ikincisi de Mehmet Âkif’tir. Fâtih, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in övdüğü, Âkif de ehl-i imanın sevdiği insandır.
Kıymetli konuklar!
Önemli olayların unutulmaması, hâtıralarda yaşatılması, heyecan ve tazeliğinin korunması için sık sık dile getirilmesinde büyük fayda vardır. En azından yıldönümlerinde anma törenleri tertip edilmesinde, geçmişi hatırlama, geleceği planlama ve gençleri yönlendirme bakımından azımsanmayacak kadar fayda vardır.
Bu gerçeği göz önünde bulunduran Sultan Mehmed Fâtih, sözü geçen vakfiyesinde: ‘Ümitvârım ki, feth-i mezbûr, tâ kıyâm-ı kıyamet el-sine-i âlemyânda mezkûr, kütüb ve sahâyifde alâ vechit-tafsîl mestûr ola.’ Yani: ‘Ümit ederim ki, sözü geçen fetih, kıyamet kopuncaya kadar âlemlerin dillerinde anılır, kitap ve sayfalarda detaylı bir şekilde yazılmış olur.’ demiştir.
Böylece İstanbul’un fethinin dilden dile aktarılarak dünyaya anlatılmasını ve kıyamete kadar üzerinde durulup yazılmasını istemiştir. Bu ifadesiyle bir vâkıf olarak Vakıflar idaresine, devlet başkanı olarak da devlete bu görevi vermiştir.
Fâtih’in bu dileği doğrultusunda dile getirilen duygulardan biri de M. Halistin Kukul’un ‘İstanbul’un Fethi’ başlıklı şiiri aşağıdadır:
Yüzbinler haykırıyor: “Ya Cennet, ya İstanbul”,
Açıl İstanbul açıl, nûrlu şafaklı tan bul.
Zafere koşuyorlar, atlılar ve yayalar,
Akına katılıyor, dervişler, evliyâlar.
Akşemseddin kupkuru toprağa diz çöküyor,
Allah’a el açıyor, hıçkırıp yaş döküyor,
Genç Hünkâr da el açıp Haktan zafer diliyor,
Hak nasîp etmeyince birşey olmaz, biliyor.
Toplar tekrar vuruyor, sur titriyor, eriyor,
Manzaradan belli ki, bir çağ sona eriyor.
Hilâl, bahar yaşarken, haçlıda bir hazân var,
Dün çan çalan şehirde bugün artık ezân var.
Mehmedlerden bir Fâtih, Hasanlardan bir Ulu,
Bu orduya yakıştı fethetmek İstanbul’u…
Toplantı, Dr. İbrahim Ateş’in son çıkan “Dua Deryası” adlı kitabını imzalayarak, toplantıya katılan konuklara takdimi ile noktalandı.
İmza Töreni ve Kitap Takdiminden Görüntüler
Dr. İbrahim Ateş, imza töreninden sonra konuklar ile birlikte.
Dr. İbrahim Ateş, Mlli Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Temel ve Kilis Yardımlama Derneği Başkanı M. Yahya Efe ile birlikte.