İbâdette İtidal
YOYAV’da her ayın ilk Çarşamba günü gerçekleştirilmesi gelenek hâline getirilen “Kur’ânî Birliktelik ve Dua Günü” programlarının 35.si 4 Mart 2020 Çarşamba günü düzenlendi. 76 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen program vesîlesiyle okunan 51 hatm-i şerîf, 608 Yâsîn-i şerîf, 350 Feth-i şerîf, 583 Mülk-ü şerîf, 544 Nebe-i şerîf, 5 bin Ayet’el Kürsî, 49 bin 100 Fâtiha-i şerîfe, 51 bin 200 İhlâs-ı şerîf, 770 bin 350 salavat-ı şerîfe, 874 bin kelime-i Tevhid, 50 bin istiğfar, 150 bin 500 Besmele-i şerîfe, 15 bin Esma’ül Hüsnâ’nın duasını da yapan Dr. İbrahim Ateş, duaya bilumum şehitlerler ve gazilerle İdlib şehitlerini de dahil ederek sevabını bağışlayarak ruhlarının şâd, mekânlarının Cennet ve makamlarının yüce olması niyazında bulundu.
Okuduğu aşr-ı şerîflerle yaptığı duanın akabinde, davetlileri hürmet ve muhabbetle selamlayarak söze başlayan Dr. İbrahim Ateş, kullukta kâim, iman, ibâdet ve istikamette dâim olmaları dileğinde bulunduğu konuşmasında, ‘ibâdette ihmal de olmaz, emeklilik de. İfrat da olmaz, tefrit de. Kulluğun kıvamı devamında, davranışların makbul olanı da mutedil olanıdır, ibâdetler ömür boyu devam etmeli, kesintiye uğratılmamalıdır.” dedi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde beyan buyurduğu üzere “Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.”
Müslüman, hayat boyu Rabbine ibâdeti ihmal etmemelidir. Gücünün yettiği ve sağlığının elverdiği nispette ibâdet ve tâ’atta bulunmalıdır. Kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği dikkatimize getiren yüce Rabbimiz, Hicr Suresi’nin 99. ayet-i kerîmesinde: “Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.” buyurmaktadır.
Bu ayet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere Müslümanın hayatında ibâdetsiz zaman düşünülemez. Bilhassa namazın ihmaline aslâ izin yoktur. Gücü yeten ayakta, yetmeyen oturarak ve yanı üstü yatarak kılacaktır. Ona da gücü yetmeyen, îmâ ile kılacaktır.
İbâdette eksik davranmak da iyi değil, aşırı gitmek de. Eksik davranmak ilgisizliğin, aşırı gitmek de bilgisizliğin göstergesidir. Aslolan kişinin yapması gerekeni yerinde, zamanında ve tam olarak yapmasıdır. Aşırıya kaçmak usanmaya ve ileri yaşlarda yapılması gerekenleri yapamamaya yol açarak, yorulup ibâdetten yılma ve soğuma tehlikesini doğurabilir. Dolayısıyla her iş ve uğraşta orta yol ve itidali esas almak iyi olduğu gibi, ibâdette mutedil olmak da iyi olur.
Unutulmamalıdır ki, aşırı gitmek ve eksik davranmak anlamlarına gelen ifrat ve tefritin ikisi de itidalle bağdaşmaz. Dinimiz, aşırılıklardan uzak, orta yolda olmayı emretmektedir. Hadîs-i şerîflerde:
“İfrat ve tefritten uzak durun.”
“Aşırı giden helak olur.”
“İşlerin en iyisi vasat olanıdır.”
“İfrat ve tefritten uzak dur, vasatı tercih et; çünkü işlerin en hayırlısı orta olanıdır.”
“Doğru yolda olun, orta yolu tutun!”
“Orta yolu tutun, istikametten ayrılmayın!”
“İlim amelden efdaldir. Amelin efdali de, orta yolda olmaktır. Allah Teâlâ’nın dini ifrat ve tefrit arasındadır. İkisinin ortası sıratı müstakim, yani doğru yoldur.” buyurulmuştur.
Demek ki vasat, ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak demektir. İslamiyet vasat bir dindir. Kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Suresi’nin 143. ayet-i kerîmesinde: “Sizi vasat bir ümmet kıldık.” buyrulmuştur.
İyilik, tam orta yol demektir. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Her işin uygun olanı, aşırılıklardan uzak, vasat (orta) olanıdır. İfrat işi yapana müfrit denir. İleri giden, haddini aşan demektir.
İslamiyet her işte orta yolu tutmaktır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususla ilgili hadîs-i şerîflerinden birinde: “Din kolaylıktır. Vasattan ayrılıp aşırı gideni din mağlup eder.” buyurmuştur.
Bir başka hadîs-i şerîfinde de: “Din kolaylıktır. Bir kimse, onu ince eleyip sık dokursa, din ona mutlaka gâlip gelir. Öyle ise, ifrat ve tefritten sakının, orta yolu tutun.” buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfinde ise: “Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! (Nafile) oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! (Nafile) namaz da kılın! Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.” buyurmuştur.
Her işin bir azimet (güç) tarafı ve ruhsat (kolay) tarafı vardır. Azimetleri yapamayanın, ruhsatla, kolay olan, izin verilen işi yapması, azimeti yapmak gibi sevap olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) Buharî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ’nın size verdiği kolaylık ve ruhsatlardan istifade edin!”, Beyhakî’nin rivayet ettiği başka bir hadîs-i şerîfinde de: “Allah Teâlâ, emrettiği şeyler gibi, ruhsat, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever.”, Taberanî’nin rivayet ettiği diğer bir hadîs-i şerîfinde ise: “Ruhsatlardan istifade etmeyen, Arafat dağı kadar günah işlemiş olur.” buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîflere bakarak, mutlaka ruhsatla amel etmek lazım geldiği anlaşılmamalıdır. Çünkü “Vera’ üzere olan, insanların en âbidi olur” hadîs-i şerîfi gösteriyor ki, orta yol diye her zaman yalnız ruhsatlarla amel edilmez. Yapabilenin azimetle de hareket etmesi gerekir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mübârek ayakları şişinceye kadar geceleri çok namaz kılmıştır. Fakat, ümmetine çok merhamet ettiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istememiştir. Onlara ruhsat ile de emretmiştir. Kendisi azimet ile ibâdet etmiştir. “Allah’ın helal ettiklerini kendinize haram etmeyiniz” âyeti, ruhsat, izin verilen, günah olmayan şeyleri haram saymadan terk eder, çekinirseniz iyi olur, demektir. “Sünnetime uymayan benden değildir” hadîs-i şerîfi, ruhsat, izin verdiğim şeyleri yapmayan, kendine sıkıntı vermiş, sünnetime uymamış olur, demektir. Günah olmayan, caiz olan işleri yapmaya, ruhsatla hareket etmek denir. İhtiyaç olmadıkça, ruhsatla amel etmemelidir.
İslamiyet, Allah Teâlâ’nın dinidir, en güzel, en uygun olan hükümleri bildirmiştir, aşırı uçlardan uzaktır. Bir konuda ölçüyü aşıp çok ileri gitmeye, taşkınlığa ifrat deniyor. Çok geride kalmaya da tefrit deniyor. İkisi de aşırı uçtur, ikisi de kötüdür. Hak ortadadır. Vasat, ifrat ve tefritten uzak, itidalli, hayırlı, âdil, şerefli, mümtaz, seçkin, doğru yolda olan gibi mânâlara gelir. Bakara Suresi’nin yukarıda meali arz edilen 143. âyet-i kerîmesi, İslamiyet’in, böyle vasat bir din olduğunu bildirir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadîs-i şerîflerinden birkaçının mealleri de şöyledir:
“Allah Teâlâ’nın dini, ifrat ve tefrit arasındadır. İkisinin ortası sırat-ı müstakim, yani doğru yoldur.” (Beyhakî)
“İşlerin en iyisi vasat (orta) olanıdır.” (Deylemî, Beyhekî, İ. Gazâlî, İ. Süyûtî, Hadîka, Berîka)
“İfrat ve tefritten uzak durun!” (Buhârî)
“İfrata kaçanlar helâk olur.” (Müslim)
“İfrat ve tefritten uzak durun, vasatı seçin, çünkü işlerin en iyisi orta olanıdır.” (Beyhakî)
“Orta yolu tutun, doğru yoldan ayrılmayın!” (Buhârî)
“Her hususta vasat olmak, peygamberlik işlerinden biridir.” (Tirmizî)
“En fazîletli iş, vasat olanıdır.” (Beyhakî)
İbâdetleri ne az, ne de pek aşırı olmayarak, orta miktarda yapmak lâzımdır. Bakara Suresi’nin 185. âyetinde: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk dilemez.” buyrulmuştur. Bunun için, hastanın ve yolcunun oruç tutmamasına izin verilmiştir. Bizlere ağır ve sıkıntılı işlerin yapılması emredilmemiştir. Kişinin, iki işten birini yapacağında, bunlardan hafif ve kolay olanını yapması daha doğrudur.
Allah Resûlü (s.a.v.): “Dinde aşırı gitmekten sakının. Çünkü sizden öncekiler dinde aşırı gitmekle helâk oldular” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise: “Orta yolu size tavsiye ederim. Çünkü her kim çok ince eleyip sık dokumaya kalkarsa, din onu yener” buyurmuştur.
Tâ Hâ Suresi’nin: “Biz, Kur'an'ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” mealindeki 2-3. ayet-i kerîmelerinde de Allah Teâlâ’nın kullarına kolaylık dilediği beyan buyurulmaktadır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu âyet-i kerîmelerle, yukarıda meali arz edilen Bakara Suresi’nin 185. ayet-i kerîmesini, şu hadîs-i şerîfiyle tefsîr etmiştir: “Din kolaylıktır. Aslâ kimsenin dine gücü yetmez. Her şeye güç yetireceğim diyen, mağlup olur. O halde doğru olanı takip edin ve orta yolu elden bırakmayın. Yapabileceğinizi ve devam edebileceğinizi yapın. Müjdeleyin ve imrendirin. Kolaylaştırın. İbâdet ve çalışmalarınıza sabahları, öğleden sonraları ve seher vakitleri devam edin. Verimi sağlayın.”
Dinde aşırı gitmek, hakta sebat etmek demek değildir, takvâyı esas tutmak demek değildir, azîmet üzere yaşamak demek değildir. Dinde aşırı gitmek, dînin hükümleri arasında denge kurmayarak, daha az öneme sahip emirlerde aşırıya kaçarken, daha çok öneme sahip emirleri ihmal etmek demektir. Yani dengesizliktir. Meselâ nâfileler için güç ve tâkatin ötesinde gayret sarf ederken ve âdetâ nâfileler için kendini harap ederken,-bu şiddet ve titizlik yüzünden yorgun düşerek- farzları, vâcipleri ve hattâ sünnetleri ihmal etmek demektir.
Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) geceleri mübârek ayakları şişesiye kadar ibâdet eder, namaz kılardı. Hattâ bir defasında Hazret-i Âişe (r.anha): “Yâ Resûlallah! Neden bu kadar kendini yıpratıyorsun? Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmamış mı?” diye sorduğunda Allah Resûlü (s.a.v.): “Allah’a daha çok şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermişlerdi. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ibâdeti tahammül sınırları içinde yapıyordu ve hiçbir zaman O’nun bu gece ibâdetleri, sabah namazını –hâşâ- ihmal etmesine, ailesini ve ev halkını ihmal etmesine, insanları ihmal etmesine de neden olmazdı. İşte takvâ da tam burada başlıyordu.
Ancak, bu sünneti ihyâ edeceğim diye gece nâfile namaz kılmaya ağırlık veren birisi, bu yüzden yorgun, bitkin düşer ve sabah namazını ihmal ederse, eşini, çocuklarını, misafirlerini ve sağlığını ihmal ederse, dinde aşırı davranmış olur ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i de karşısında bulur.
Bir grup sahâbî, Resûlullâh (s.a.v.)'ın yaptığı ibâdetleri az bularak, daha çoğunu yapıp en iyi bir kul olmak istemişler, O, nasılsa peygamberdir, daha fazlasını yapmaya ihtiyacı yok, demişlerdi. Birisi, ben artık bütün geceyi ibâdetle geçireceğim, diğeri, ben her gün oruç tutacağım, üçüncüsü de, ben de kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğim demişti. Resûlullâh (s.a.v.) bu sözleri duyunca, “bakın ben sizin Allah'ı en iyi bileninizim, Allah'tan en çok korkanınızım, O'na karşı en takvalı olanınızım. Böyle iken Ben, gecenin bir kısmını ibâdetle geçiriyor, bir kısmında uyuyorum, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Evleniyorum, hanımlarımla birlikte oluyorum. İşte benim yolum (sünnetim) budur. Kim benim sünnetimden başka bir yol seçerse Benden değildir” buyurmuştur.
Hz. Ebu Muhammed Abdullah b. Amr b. El-As (r.a) anlatır: “Benim yaşadığım sürece gündüzleri oruç tutacağım ve geceleri ibâdete kalkacağım” dediğimden Resûlullah (s.a.v.) haberdâr olmuştu. Bana: “Bu sözü söyleyen sen misin?” buyurdu. Ben: “Evet yâ Resûlallah, doğrudur.” dedim. Resûlullah (s.a.v.): “Böyle yapma. Bazen oruç tut. Gecenin bir kısmında uyu. Gecenin bir kısmında namaza kalkman yeter. Şüphesiz cesedinin senin üzerinde bir hakkı vardır. İki gözünün senin üzerinde bir hakkı vardır. Eşinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Misâfirlerinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her ayda üç gün oruç tutman sana yeter. Zira sana her iyiliğin on misli sevabı vardır. Bu üç günlük oruç yıl orucu gibi olur” buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Resûlü, benim daha fazlasına gücüm yeter!” dedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “O zaman Allah’ın Peygamberi Hz. Dâvûd aleyhisselamın orucunu tut. Üzerine fazlalaştırma” buyurdu. Ben: “Dâvûd orucu nedir?” dedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Yılın yarısında tutulan oruçtur. Bir gün oruç tutar, bir gün yersin” buyurdu. Ben: “Bundan daha fazlasına gücüm yeter” dedim. Allah Resûlü (s.a.v.): “Bundan daha fazîletli oruç yoktur. En fazîletli oruç Dâvûd orucudur” buyurdu. Abdullah (r.a) yaşlanıp güç ve kuvvetten düştükten sonra derdi ki: “Keşke ben Resûlullah (s.a.v.)’in tavsiye ettiği üç günlük orucu kabul etmiş olsaydım. Bana ailemden de, malımdan da daha sevimli olacaktı. Fakat heyhât! Şimdi çok geç!”
Hazret-i Âişe (r.anha) anlatmıştır: Yanımda sohbet ettiğim bir kadın vardı. Resûlullah (s.a.v.) odama girince: “Bu kimdir?” buyurdu. Ben: “Falan kadındır.” dedim ve kadının namazlarından bahsetmeye başladım. Nihâyet Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Yeter!” dedi. “Güç yetirebildiğiniz kadar yapın. Allah’a and olsun ki, Cenâb-ı Hak sevap vermekten usanmaz; nihâyet siz usanırsınız.” buyurdu.
Dînde zorluk yoktur; itidal vardır, orta yol vardır, denge vardır, âhenk vardır. Dîni denge içinde yaşamak, sünnetler için farzları terk etmemek, nâfileler için vâciplerden geçmemek ve dîni bir bütün olarak gücümüz oranında yaşamak esastır.
Resûlullah (s.a.v.)'ın yaşayışının, yani sünnetinin Kur'ân-ı Kerîm'in canlı hâli olduğunu hep biliyoruz. İşte O’nun hayatı da bize hep mutedil ve dengeli olmamızı öğretir. Bunu anlamak için sadece şu örnekleri vermemiz yeterlidir:
Bir gün Hz. Ebubekir (r.a), Hanzala isimli sahabiye nasılsın diye sormuş, Hanzala da çok kötüyüm, galiba münafık oldum, demişti. Hz. Ebubekir (r.a), sen ne diyorsun öyle! deyince, Hanzala bunun sebebini anlattı: Resûlullah (s.a.v.) ile beraberken o bize cehennemi ve cenneti anlatıyor, biz de onları görür gibi duygular yaşıyoruz. O’nun yanından ayrılınca hanıma ilgi duyuyoruz, çifte çubuğa dalıp çoğu zaman bunları unutuyoruz. Yani ikiyüzlü oluyoruz dedi. Hz. Ebubekir (r.a.), yahu Hanzala! Aynı durum bizde de var, bu münafıklık mıdır? Gidip Resûlullah (s.a.v.)'a soralım dediler. Aldıkları cevap şu: “Vallahi siz kendi başınıza iken de benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız melekler inerler, yolda da yatağınızda da sizinle tokalaşırlardı. Yani siz o zaman melek olmuş olurdunuz. Fakat ey Hanzala, siz bazen öyle olacaksınız bazen böyle, bazen öyle bazen böyle, bazen öyle bazen böyle.” buyurdu.
Vehb bin Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:
“Hazret-i Peygamber, Selmân ile Ebu’d-Derdâ’yı kardeş ilân etmişti. Bu sebeple Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı zaman zaman ziyaret ederdi. Bir ziyareti esnâsında, hanımı Ümmü’d-Derdâ’nın üzerinde oldukça eskimiş elbiseler gördü. Ona: ‘Bu hâlin ne?’ diye sorunca, kadın: ‘Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.’ dedi. O esnâda Ebu’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip: ‘Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.’ dedi. Selmân: ‘Sen yemedikçe ben de yemem.’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân O’na: ‘Uyu’ dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine: ‘Uyu’ diyerek kalkmasına mâni oldu. Gecenin sonlarına doğru Selmân: ‘Şimdi kalk’, dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi: ‘Senin üzerinde Rabbin’in, nefsinin ve ailenin hakkı vardır. Hak sâhiplerinin her birine hakkını ver.’ Daha sonra Ebu’d-Derdâ, Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’e gidip olup biteni anlattı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Selmân doğru söylemiş!” buyurdu.
Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm birbirlerini uyararak orta yolda ilerlemeye gayret ederlerdi. Îkâz edilen kimse de hiçbir zaman kırılıp gücenmeden arkadaşını dinler ve ona tâbî olurdu. Bu hâdisede Selmân (r.a.)’ın dirâyeti kadar, Ebu’d-Derdâ (r.a.)’nın hakka uyma, kardeşliği gözetme ve arkadaşı ile iyi geçinme gibi güzel hasletleri de hemen göze çarpmaktadır.
Netice olarak, insanoğlundan ne melek olması beklenmeli, ne de haddi aşmasına müsâade edilmelidir. O, her zaman insan olduğunun idrâki içinde bulunmalı, iyiye tâlip olmalı, şeytandan uzak durabilme azim ve gayretini göstermelidir. Her hususta orta yolu tâkip etmelidir. Çünkü “itidal, teennî, hâl ve gidişce iyi olmak, Peygamberliğin yirmi beş cüz’ünden biridir.”
İbâdette eksik davranmadan ve aşırılığa gitmeden arz edilen, orta yolu takip etmemiz temennisiyle sözlerimi noktalarken, kullukta kaim, iman, ibâdet ve istikamette dâim olmamızı diliyor, ibâdetlerimizin makbul ve dualarımızın müctecâb olmasını niyaz ediyorum.”
Program, davetlilere sunulan ikramın alınmasıyla noktalandı.
Sunumu yapan Ayşe Doyuk
DUADAN GÖRÜNTÜLER
İKRAMDAN GÖRÜNTÜLER