İsrâ ve Miraç Mucizesinin Düşündürdükleri
2023 yılındaki üç ayların ilki olan Recep ayının içerdiği iki kandilin ikincisi olan İsra ve Miraç Kandili Şubat ayının 17. günü olan Cuma günü idrâk edildi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den başka kimseye ihsân edilmeyen bu mübârek mucizenin yıldönümü dolayısıyla sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e sevgi ve saygılarını arttırarak arz edip izinde olma azmini tazelemenin gayret ve kararlılığı içinde olan Müslümanlar, bir kere daha böyle mübârek ve müstesnâ bir geceye ermenin sevinç ve saadeti içinde Resûlullah (s.a.v.)’a bolca salât ve selamda bulunmanın ve müminlerin manevî miracı olan namazda huzûr-u Hakk’a varmanın bahtiyarlığı içinde geceyi ihyaya azamî itinayı gösterdiler, toplantılar tertiplediler, programlar düzenlediler, tebrik teâtîsinde bulundular. Okudukları hatm-i şerîflerin sevabını rûh-u Resûlullah’a armağan ettiler. Televizyonlarda tertiplenen Mevlid programlarını kemâl-i ihtirâmla takip edip duygulandılar. Bilhassa Miraç bahrinde belirtilen özellik ve güzellikleri özümseyerek dinleyip değerlendirmeye özen gösterdiler.
Ülke genelinde büyük bir itina ve ihtiramla gerçekleştirilen programlardan biri de 17 Şubat 2023 Cuma günü saat 14.00’de YOYAV Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen ‘İsrâ ve Miraç Mucizesinin Düşündürdükleri’ konulu kutlama programı idi.
Çok sayıda davetlinin katılımıyla deprem şehitleri anısına saygı duruşu, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ve ‘Özledim Ben Seni Yâ Resûlullah’ ilahisiyle başlayan programda hâzırûnu hürmet ve muhabbetle selamlayıp, toplantıya teşriflerinden dolayı takdir ve teşekkürlerini ileterek kandillerini kutlayan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şunları söyledi:
“Muhterem misafirler, kıymetli katılımcılar, sevgili kardeşlerim!
İsrâ ve Miraç Mucizesinin yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz bu programa teşrif ederek salonumuzu şereflendiren ve bizimle birlikte olma inceliğini gösteren güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, cümlenize Cennet ve Cemâlullah ile şefaat-i Resûlullah’ı niyaz ediyorum.
Şerefli varlığınızla toplantımızı taçlandırmanızın haz ve huzuru içinde Efendimiz (s.a.v.)’in nurlu yolunda ilerleyip, aşk-ı ilahî ile coşan ve muhabbet-i Muhammedî ile pişen müstesnâ ve mümtâz kişilerden olmanızı diliyorum.
İsrâ ve Miraç Mucizesinin manâ, mâhiyet ve hakikatiyle gerçekleştirildiği zaman ve zeminde yaşanan hız ve heyecan bakımından içerdiği incelik ve yüceliklerin düşündürdüğü hâl ve hasletler hakkında düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hız, huzur ve mürur bakımından benzeri olmayan binit Burakla Cebrail (a.s.) gibi güvenli ve kuvvetli bir rehberin refakatinde uzak mesafeyi kısa bir zaman zarfında kat ederek Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya (Mekke’den Kudüs’e) iletilen, oradan da göklere yüceltilip huzûr-u Hakk’a erdirilen Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ihsân edilen ilahî ikrâmın muhtevasıyla gerçekleştiren kudretin azametini arz etmeye çalışacağım.
Bu cümleden olarak İsrâ ve Miraç mucizesinin hüzün yılında gerçekleştirilmesinin hikmeti ile Kudüs’ün kudsiyetinin korunması, yücelmenin yolunun kulluktan geçtiği, Resûlullah (s.a.v.)’ın değerinin dünyaya duyurulması ve tasdikin terfi vesîlesi olması gibi hususlar üzerinde duracağım. Mevlâ-i Müteâl Hazretlerinden bana anlatıp aktarmada, sizlere de dinleyip değerlendirmede tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Hicretten 18 ay önce gerçekleştirilen İsrâ ve Miraç mucizesi, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâklerin ötesinde ve tamamen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lütuftur. Beşerî mânâda mekân ve zaman mefhûmu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşâhedeler, bir sâniyeden daha az bir zaman içerisinde vukû bulmuştur.
Allah Teâlâ kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in İsrâ Suresi’nin 1. ayet-i kerîmesinde: “Kulunu (Muhammed’i) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” buyurmuştur.
İncelendiğinde de anlaşılacağı üzere bu ayet-i kerîmede geceye dikkat çekilmektedir. Çünkü İsrâ, bir gece yolculuğudur. Vahiy büyük bir ekseriyetle gece gelmiştir. Müsbet-menfî büyük oluşlar ve zirve hâdiseler de umûmiyetle geceleyin meydana gelmiştir. Nitekim nâfile ibâdetler içinde seher vakti edâ edilen teheccüd, zirve bir ibâdettir.
Mescid-i Aksâ ve etrafının mübârek olması ise şöyle îzâh edilmiştir: Din ve dünya bereketiyle bereketlendirilmiştir. Etrafında yeşillikler ve ırmaklar vardır. Pek çok peygamber orada yaşamış ve bu sebeple de vahyin iniş mekânı olmuştur. İsrâ hâdisesi sebebiyle de ayrıca bereketli kılınmıştır.
Bu yolculukta Cenâb-ı Hak, kulu ve Resûlü’ne acâyip ve hârikulâde hâdiseler göstermiştir.
Allah Resûlü (s.a.v.), o gece Mescid-i Aksâ’da bütün Peygamberlere imam olup namaz kıldırmıştır.
İsrâ hâdisesiyle Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, buradan göklere yükselme, yâni Miraç şerefi bahş olunmuştur. Mescid-i Aksâ’ya varan Hz Peygamber (s.a.v.) buradan Hz. Cebrail (a.s.)’in rehberliğinde ‘Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar çıkmıştır.
Peygamberimiz bu hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim. Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl (a.s.) beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
‘−Gelen kim?’ denildi.
‘−Cibrîl!’ dedi.
‘−Beraberindeki kim?’ denildi.
‘−Muhammed’ dedi.
‘−Ona Miraç dâveti gönderildi mi?’ denildi.
‘−Evet!’ dedi.
‘−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!’ denildi ve kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Âdem (a.s.)’i gördüm.
‘−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!’ denildi. Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:
‘−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!’ dedi. Sonra Cebrail (a.s.) beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hz. Yahyâ (a.s.) ve İsa (a.s.) ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Sonra Cebraill (a.s.) beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hz. Yûsuf (a.s.) ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hz. İdrîs (a.s.) ile, beşinci kat semâda Hz. Hârûn (a.s.) ile, altıncı kat semâda ise Hz. Mûsâ (a.s.) ile karşılaştık.
‘−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!’ dedi. Ben onu geçince, ağladı. O’na:
‘–Niye ağlıyorsun?’ denildi.
‘−Çünkü, benden sonra bir delikanlı Peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!’ dedi. Sonra Cebrail beni yedinci semâya çıkardı ve İbrahim (a.s.) ile karşılaştık. Cebrail (a.s.):
‘−Bu, baban İbrahim’dir; ona selâm ver!’ dedi. Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:
‘−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!’ dedi. Daha sonra bana:
‘−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de Cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.’ dedi. Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail (a.s.) bana:
‘−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!’ dedi. Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.
‘–Bunlar nedir, ey Cibrîl?’ diye sordum. Cebrâîl (a.s.):
‘–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!’ dedi...” Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrail (a.s.):
‘–Ey Allah’ın Resûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!’ dedi. Resûlullah (s.a.v.):
‘–Niçin ey Cibrîl?’ diye sordu. O da cevaben:
‘–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..’ dedi.
Artık bundan sonraki yolculuğa Allah Resûlü yalnız devam etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lütfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın Cemâliyle müşerref oldu. Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifadeye dökülmesi, hayal ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allah ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.
Bununla birlikte, Allah ile O’nun yüce Peygamberi arasındaki bu muhteşem esrâr tecellîsi, vahye muhâtab olanlara Rabbin sonsuz kudret, azamet ve saltanatını sergilemektedir.
Aslında zaman ve mekân kaydı dışında gerçekleşen bu ilâhî tecellînin, insan müfekkiresi için tamamının kavranması imkânsızdır. Böyle beşer idrâkini aşan hassas ve müstesnâ mevzûlarda muhayyileyi zorlamak menedilmiştir. Hâsılı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bütün peygamberler hakkında vâkî olan ilâhî lütufları aşan müstesnâ bir ikrâm-ı ilâhî ile Miraç’ta Zât-ı Ulûhiyyet’e mahsus zamansız ve mekânsız bir âlemde:
“(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (Necm, 9) diye bilinen bir tecellîye muhâtab olmuştur.
Allah Teâlâ, Miraç’ı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurmuştur: “İnmekte olan yıldıza and olsun.” (Necm, 1)
Sûre’nin bu şekilde bir kasemle başlaması, ihtivâ ettiği hakîkate karşı münkirler tarafından yapılabilecek itirazlar sebebiyle Mirâç’ın hakkâniyetini vurgulamak içindir. Nitekim bu husus, kasemin ardından gelen ayet-i kerîmelerle de şöyle te’yîd edilmektedir:
“Sâhibiniz (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrail, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (Necm, 2-7)
Ayette geçen “istivâ” ifâdesi, kaplama, kuşatma ve doğrulma mânâlarına gelir. Müfessirlerin ekserisi, istivâ kelimesinin fâilinin Cebrail (a.s.) olduğunu beyan etmekle birlikte, tercîhen onu Hz. Peygamber (s.a.v.)’e izâfe ederler. Bu durumda istivâ, Allah Resûlü’nün kadr ü kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğini ifâde etmektedir. Yani Allah Resûlü, önce en yüksek ufukta doğruldu: “Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (Necm, 8) Yani, Varlık Nûru, ilâhî cezbenin eseri olarak yukarıya çekildi. Bulunduğu yer ve makamdan daha yukarı çıkarıldı. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.), Miraç’ta en yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmayıp, Allah’a doğru yaklaştı. Ardından ilâhî cezbenin tesiri arttı, arttı, arttı ve Hz. Peygamber (s.a.v.), bir anda en yüksek ufkun ötelerine geçiverdi:
“(Muhammed ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (Necm, 9)
Ayet-i kerîmedeki: “İki yay arası veya daha az mesâfe” ifâdesi, beşeriyet üstü bir gerçeğin beşer idrâkine sığdırılabilmesi için kullanılmış bir teşbîh ifâdesidir.
“Kâbe kavseyn”, hem maddî hem de mânevî yakınlığı ihtivâ eden ve beşer idrâkini aşan ulvî bir hakîkattir. Yani Hz. Muhammed (s.a.v.) bu noktada Rabbine o kadar yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve “Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi.” (Necm, 10)
Bu vahyin mâhiyetinin ne olduğu, şu şekilde açıklanmıştır:
1. Namaz: Miraç’taki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır.
2. Allah Resûlü’ne hitâben: “Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur.
3. Bakara Sûresi’nin son iki âyet-i kerîmesi vahyedilmiştir.
Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Resûlullah’a (Miraç’ta) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi...”
Bununla birlikte Mirac’daki vahyin tafsîlât ve keyfiyetini ancak Allah ve Peygamberi bilir. Burada âşikâr olan, Allah Resûlü’nün Miraç’daki tecellîleri bir hayâl olarak değil, kalp ve vicdânının da tasdîk ettiği bir hakîkat olarak müşâhede etmiş olduğu keyfiyetidir. Yani:
“(Muhammed’in) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (Necm, 11-12)
Allah Resûlü (s.a.v.), Miraç gecesi Rabbine mülâkî olup sayısız tecellîler ve ibretli hâdiseler müşâhede ettikten sonra, hiçbir kulun ulaşamayacağı o husûsî makamdan geri dönerken, Cebrail (a.s.)’i bıraktığı yerde (Sidretü’l-Müntehâ’da) bir defa daha aslî sûretinde gördü. Âyet-i kerîmede: “And olsun ki (Muhammed), onu (Cebrail’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defa daha gördü.” (Necm, 13-14) buyurulmuştur.
Ayet-i kerîmede Allah Resûlü (s.a.v.)’nün makam cihetiyle Cebrail (a.s.)’den daha ileride olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim Cebrail (a.s., Miraç Gecesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) daha ileriye gitmiştir. Bu hakîkat, Allah Resûlü (s.a.v.)’nün dönüşte tekrar Cebrail’e rastlaması ile daha bâriz bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere doğumundan iki ay önce babası, altı yaşındayken annesi ve sekiz yaşındayken dedesi vefât eden Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’in himayesinde büyümüştür. Bi’setin başlangıcından itibaren, her türlü kötülükten ambargoya kadar müşriklerin birçok eziyetine maruz kaldığı dönemde, daima O’nun desteğini görmüştür.
Risâlet ile vazifelendirildikten sonra kendisini ilk tasdik eden ve Müslümanların ilki olan hanımı Hz. Haticetü’l-Kübrâ vâlidemiz, hem hanımı olarak, hem de ümmetinden bir yardımcı olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in daima yanında olmuştur.
Risâletin Onuncu senesinde önce Ebû Tâlib, ondan üç gün sonra da Hz. Hatice (r.anha) vefât etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.), hayatında çok önemli yere sahip olan bu iki yakınının vefâtı sebebiyle son derece mahzun olmuş ve bu kederini, “Şu ümmet üzerine gelen iki büyük iptilâdan hangisine daha çok üzüleceğimi bilemiyorum.” sözleriyle ifade buyurmuştu. Öyle ki bu sene, İslâm tarihinde “hüzün senesi” olarak anılmıştır.
Hz. Hatice vâlidemizin vefatından yaklaşık 1,5 ay sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tebliğ niyetiyle Tâif’e gitmişti. Orada da kötü bir muamele ile karşılaşmış ve hüznü daha da artmıştı.
Hüzün kelimesi, ‘insanın gönlünü daraltıp sıkan, kederden hâsıl olan iç sıkıntı’ anlamına gelir. Bundan kurtuluş, hüznün karşıtı olan ferâha vesîle birtakım gelişmelerle mümkün olur. Allah Teâlâ, Resûlü (s.a.v.)’i bu mahzun hâlinden, Mirâc ile müşerref kılarak ferâha eriştirmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mirâcı, daha önce hiçbir peygambere nasip olmayan birçok manevî fazîlet, hediye ve müjdeyi ihtivâ eden bir ilahî ihsândır. Bu hususiyet vecîz dizelerle şöyle ifade edilmiştir:
Muhammed’den diğer yok dâhil olmuş Kâbe Kavseyn’e,
Gürûh-ı enbiyâdan girmemiş bir ferd mabeyne,
Harem-gâh-ı visâle Ahmed’i tenhâ alub Mevlâ,
O halvet oldu mahsûs Hazret-i Sultân-ı Kevneyn’e.
Mirâc Gecesi, gerek Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mûcizesi olması yönüyle, gerekse ümmetine yönelik müjde ve hediyeler vesîlesiyle bizler açısından büyük önem taşır. Bu geceyi idrâk eden müminler bu şuurla mescidlere koşarlar. Zira bu geceyi ibâdet ve taatle geçirip, gündüzünde de oruçlu bulunmanın fazîleti büyüktür.
Gecenin ehemmiyeti ve fazîleti, Enes (r.a.) tarafından rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilmiştir: “Recebde bir gece vardır ki onda amel edene, yüz senelik haseneler yazılır. O, recebin bitmesine üç (gece) kaladır.”
İsrâ ve Mirac mucizesinin yıl dönümünü ihyâya itinâ gösteren Müslümanlar, bu mucizenin birinci bölümü İsrâ’nın gerçekleştirildiği yer olan mesrâyı (Kudüs’ü) koruma ve kurtarmaya da benzeri itinâyı ihmâl etmemelidirler. Mekke ve Medine’nin muhafazasına gösterilen hassasiyet, Kudüs’ün kutsiyetinin korunmasına da gösterilmelidir. Mescid-i Haram’ın himâyesine gösterilen ihtimam, Mescid-i Aksâ’nın himâyesine de gösterilmelidir.
Mesrâsız İsrâ ve Aksâsız Miraç kutlanamayacağına göre, Kudüs İsrail’in işgalinde, Mescid-i Aksâ da İsrail askerlerinin ayakları altında kirletilmekte iken, Müslümanların İsrâ ve Miraç mucizesinin sene-i devriyesini kutlamadaki samimiyet dereceleri gözden geçirilmelidir.
Unutulmamalıdır ki, milli şairimiz merhum Mehmet Akif’in ‘şarkın en sevgili sultanı’ olarak tavsif ettiği Selahaddin Eyyûbi, Kudüs’ü miraç mucizesinin yıldönümü olan 27 Recep 583 (H) 2 Ekim 1187 (M) Cuma günü fethetmiş ve ‘Hâdimü’l-Haremeyn’ ünvanını ilk kullanan hükümdar olmuştur. Biz de YOYAV gezi grubu olarak 27 Recep 1436 (H.), 15 Mayıs 2015 (M.) Cuma günü Küdus ve Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etme bahtiyarlığına ermiştik. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez de aynı gün Mescid-i Aksâ’da Arapça hutbe irâd etmişti.
Bu ziyareti anlatıp okuyucularımızın ıttılaına arz etmek üzere YOYAV Dergisinde yayınladığımız ‘Kudüs Kurtarıcılarını Bekliyor’ başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi enbiya ve evliya yatağı olan Kudüs, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle çevresi mübârek olan Mescid-i Aksâ’yı içeren müstesnâ ve mümtaz bir şehirdir. Yeryüzündeki en eskive en değerli yerleşim yerlerinden biri olan bu mübârek şehir, üç semavî dinin mensuplarına ait tarihî mabedleri içinde bulundurmaktadır. Dolayısıyla Hz. Ömer (r.a.) zamanında fetedilerek halkına eman verilen bu güzel ve güzîde şehir, daha sonraki yıllarda defalarca gayri Müslimlerin saldırılarına uğramış ise e 1187’de Selahaddin Eyyûbî tarafından fethedilmiş, 1516’da Yavuz Sultan Selim tarafından Memlüklerden alınmasıyla dört asır Osmanlı idaresinde kalmıştır.
Kudüs, son Arap-İsrail savaşlarında İsrail tarafından işgal edilmiştir. Dönemin ABD Başkanı Trump’ın aldığı İsrail yanlısı bir kararla da Amerika’nın İsrail’deki Büyükelçiliği Kudüs’e taşınmıştır. Daha sonraki bir kararıyla da Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapmak istediğini dünyaya duyurmuştur. Bu kararlara Türkiye’den başka güçlü ses çıkaran bir ülke olmamıştır.
Dolayısıyla Kudüs’te istediği gibi at oynatan İsrail, Kudüs ve çevresindeki Filistinlilere çok ve çeşitli işkencelerde bulunarak bezdirme ve bitirme girişiminde bulunmuştur. Bu hâle, Türkiye’nin dışındaki İslam ülkelerinin yeteri kadar tepki göstermemeleri, İsrail’in Mescid-i Aksâ’ya müdâhaleleri ile haksız saldırılarını arttırmalarını cesaretlendirmiştir.
Kudüs kurtarıcısını beklemekte ve Mescid-i Aksâ âdetâ ‘Neredesiniz Müslümanlar?’ diye haykırarak feryâd-ü figân etmektedir.
Meali arz edilen İsrâ Suresi’nin 1. ayet-i kerîmesinde Hz. Peygamber ‘resulü’ kelimesiyle değil de ‘kulu’ kelimesiyle ifade edilmesi şâyân-ı dikkattir. Bu ifadeden sevgili Peygamber (s.a.v.)’in Allah’a kullukta kıvama ermesinin, huzûr-u Hakk’a yücelmesinde etken unsurlardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yücelmenin yolunun kulluktan geçtiği kanaatine varılmaktadır.
Miraç gecesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği hediyelerden biri olan namaz ibâdetini eksiksiz îfâ eden her Müslüman da kullukta kıvama erme yoluna girmiş olacaktır. “Namaz müminin miracıdır.” buyuran sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de bu hususa işaret edip, müminlerin namaz ibâdetinde huzûr-u Hakk’a vararak manen miraç edeceklerine dikkat çekmiştir. Bu hadîs-i şerîften esinlenen şair de:
‘Ey birader! Kıl namazı, çün saadet tacıdır.
Sen namazı öyle bil ki, müminin miracıdır.’ demiştir.
İsrâ mucizesinin beyan buyurulduğu ayet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın azamet ve kudretine işaret edilerek mühim ve şaşılacak işlerin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere, tenzîh ile başlamıştır. Müfessirlerin beyânına göre ‘Sübhâne’, Cenâb-ı Hakk’ın, noksan sıfatlardan tam bir şekilde münezzeh olduğunu ifade eder. Ayrıca Hakk’ın hârikulâde sanatı karşısında hayret ifadesi olarak da kullanılmaktadır. Aynı zamanda önemli tesbîhâttandır. Kısaca bu kelime; Akıllara hayret veren İsrâ hâdisesini yüceltme ve doğrulama; kalplerin temizlenmesine zemin hazırlamadır. İnsanları teşbîh ve tecsîm (Cenâb-ı Hakk’ı mahlûkâta benzetme ve cisim şeklinde düşünme) kuruntularından da korur. Miraç’ı mümkün görmeyenlere karşı, Cenâb-ı Hakk’ın acziyet ve benzeri her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu hakîkatini ifâde eder. Şairin dediği gibi:
‘Hak tecelli eyler ise, her şeyi âsân eder.
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder.’
Bu sohbetimizde sizlerle paylaşmak istediğim önemli hususlardan biri de, tasdikin terfi vesîlesi olması gerçeğidir. Bu gerçeği Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İsrâ ve Miraç mucizesi sonrası Mekkelilere yaptığı duyurunun akabinde, Hz. Ebubekir (r.a.)’in sergilediği samîmî ve sadıkâne davranışının sonunda tecelli ettiğine tanık olmaktayız.
Müşrikler, Mîrac hâdisesini duyduklarında, akıl terazilerinin istî’âb haddini aşan bu mûcize sebebiyle, Müslümanları dinlerinden döndürmek için ellerine büyük bir koz geçtiğini zannedip derhâl Hz. Ebûbekir (r.a.)’e koştular. Alaycı bir tavırla:
‘–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?’ dediler.
Hz. Ebûbekir (r.a.) ise gayet tabiî bir şekilde:
‘–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...’ dedi.
Müşrikler şaşkınlık içinde:
‘–Yani sen O’nu tasdîk mi ediyorsun, O’nun bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?’ dediler.
Hz. Ebûbekir (r.a.):
‘–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdik ediyorum. (O’na ötelerden haber gönderen, dilediğinde kulunu o mekânlara götüremez mi?)’ dedi.
Daha sonra Ebûbekir (r.a.), o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz (s.a.v.)’den dinledi ve:
‘–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlallah!..’ dedi.
Allah Resûlü (s.a.v.) de, O’nun bu tasdîkinden son derece memnun kalarak:
“–Ey Ebûbekir! Sen Sıddîk’sın!..” buyurdular.
Hz. Sıddîk (r.a.)’ın bu kalbî sarsılmazlığı ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü (s.a.v.)’nü tasdik edişi, şüphesiz ki sahip olduğu îman kuvvetinin bir tezâhürüydü. Nitekim Hz. Ali (r.a.) O’nun hakkında: ‘Sen, kasırgaların bile hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların dahî yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!’ buyurmuştur.
Dîne hücumların çoğaldığı âhir zaman hengâmında da mü’minler olarak buna benzer sadâkat imtihanlarıyla zaman zaman karşılaşmaktayız. Kâfî derecede ilmî ve irfânî birikimi olmayan bazı müslümanların zihinlerini bulandırmak için, müslümanları içten yıkmayı hedefleyen müsteşriklerin hastalıklı fikirlerini benimseyip bunları diline dolayan, sözde ‘ilim adamı’ etiketli sapkınlara bugün sıkça rastlamaktayız.
Bunların bazıları, birkaç felsefî fikir veya mantık kâidesi öğrenince, Kur’ân ve Sünnet’i küçümsemeye kalkışan bedbahtlardır. Bazıları, servet, şehvet ve şöhret tuzaklarıyla nefislerine mağlup olup dinî hakîkatleri, dünyevî menfaatlerine göre anlayıp anlatan idlâl ehlidir. Bazıları da kendi idrak zaaflarının veya kalplerindeki hastalıkların faturasını dinimiz İslâm’a kesmeye çalışan nasipsizlerdir.
İsrâ ve Miraç mucizesinin yıldönümünü bir kere daha ihyâ edeceğimiz bu mübârek gecede kullukta kıvama ermemiz, İsrâ’nın mesrâsı olan Kudüs’ün kudsiyetini kavrayıp korunmasına katkıda bulunmamız, namaz ibâdetini eksiksiz îfâ ederek manen miraca ermemiz, Resûlullah (s.a.v.)’ı tasdiki ile terfi etmenin doruk noktasına ulaşan Hz. Ebubekir (r.a.)’ı örnek almamız ve Resûlullah (s.a.v.)’in sünnet-i seniyyesine sarılarak şefaatine erecek müstesnâ ve mümtâz kişilerden olmamızı diliyor, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.”
Program, okunan 41 hatm-i şerîf ve çok sayıda süveri şerîfelerin duasının Dr. İbrahim Ateş tarafından yapılması ve konuklara kandil simidi dağıtımı ile noktalandı.
Deprem Şehitleri İçin Saygı Duruşu
Mesut Özünlü (Kur'ân-ı Kerîm tilâveti)
Duadan Görüntüler
Sunucu Yasemin Aras