Kaybolan Değerlerimiz Kavramlar ve İçerikleri
YOYAV’ın Kasım ayı etkinliklerinin sonuncusu 30 Kasım 2019 Cumartesi günü gerçekleştirilen “Bir Konu Bir Konuk Sohbet Toplantısı” idi. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’ın konuşmacı olarak katıldığı “Kaybolan Değerlerimiz Kavramlar ve İçerikleri” konulu toplantı ilgiyle izlendi.
Katılanların son derece istifade ettiği konferansta uzun bir konuşma yapan Prof. Dr. Hayrani Altıntaş özetle şunları söyledi:
“Türk ve Müslüman olarak bizim bir hayat felsefemiz var. Bu hayat felsefemiz bizim hayat kumaşımızı dokuyor. Bu kumaşta ilmekler var, çözgüler var. Biliyorsunuz onlar, böyle birbiri içine giriyor ve hayat kumaşını dokuyorlar. Bu ilmeklerden ve çözgülerden bir tanesi kaybolsa, yavaş yavaş öbürleri de gevşer ve hayat dokusu çözülür.
Hayatımızın kumaşını dokuyan ve bizim hayat felsefesi dediğimiz felsefemizi meydana getiren unsurlar vardır. Bunlar kültürümüzün köşe taşları dediğimiz ögelerdir. Biz bunlarla benliğimizi buluyoruz. Bunlara göre bunlar Türk’tür, Müslümandır diyorlar.
Hemen şimdi bir hatıramı anlatayım. Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin. Biz hasbelkader Doktora yapmak üzere Fransa’ya gittiğimiz zaman orada, Armandez adında bir hocaya bağlandık. Bu hocanın seminerleri olan bir sınıfa gittik. Galiba altı Türk’tük. Hoca gelince bizler ayağa kalktık.
Sınıftaki öğrencilerin içerisinde Fransız, Cezayirli, Tunuslu, İspanyol, Hollandalı, İtalyan ve benzeri ülkeden öğrenciler vardı. Biz ayağa kalkınca bunlar niye ayağa kalktı diye diğerleri hayret etti. Hoca: “Bu arkadaşlar niye ayağa kalktı diye merak ettiniz, şaşırdınız. Ben size açıklayacağım. Bunlar Türk’tür. Hocalarına karşı çok saygı gösterirler. Hoca sınıfa girerken ayağa kalkarlar, hoca sınıftan çıkarken yine ayağa kalkarlar. Hocadan müsaade almadan katiyen soru sormazlar. Şimdi merakınız, şaşkınlığınız izâle olmuştur.” dedi.
O zaman ben şöyle düşündüm. Bir başka yerde, bir başka salonda hoca derse girdiği zaman ayağa kalkanlar olursa, burada bu konuşmayı işitenler diyecekler ki, bunlar da Türk’tür. Çünkü hocalarına saygı gösteriyorlar, ayağa kalkıyorlar.
İşte bu unsurlar bizim hayatımızı böyle dokuyor, bizi biz yapıyorlar, Türk ve Müslüman olduğumuzu yansıtıyor. Bunlar fikirleri meydana getiriyorlar. Fikirler bizim düşüncelerimizin nesneleri. O fikirler sonra davranışlara geçiyorlar ve bizim kişiliğimizi ortaya çıkarıyorlar.
Kişilerin şahsiyetleri vardır. Bir kişinin şahsiyeti hakkında konuşurken biz deriz ki, “O doğru adam, dürüst adam, temiz adam, saygılı adam vs.” Aynı şekilde milletlerin de şahsiyetleri vardır. Biraz önce anlattığım olay, bizim milletimizin şahsiyetinin bir unsurunun davranışa dönüşmüş fikrini meydana getiriyor.
Tabi eskiden bunları anlatan sözlü bir kültür vardı. Bu sözlü kültür büyüklerden küçüklere intikal ediyordu. Eskiden büyük aile idik bizler. Anne-babalar, çocuklar, büyük anne ve babalar hep birlikte oturuyorduk. Büyük anneler ve büyük babalar çocuklarına ve torunlarına bilgi ve tecrübelerini aktarıyorlardı. Sonra kıraathaneler vardı. Orada büyükler kitaplardan okuduklarını, kendi hayat tecrübelerini gençlere aktarırlardı. Böylece sözlü kültür devam ediyordu. Ama ne zaman ki televizyon bizim hayatımıza girdi, bu sözlü kültür ortadan kalktı. Televizyon kültürü ortaya çıktı. Televizyon kültürü de televizyon tiplerini meydana getirdi.
Çocuklar, gençler ve bizler televizyona bakıyoruz, adam şöyle davranıyor, bir gün seyrediyoruz, iki gün, on, on beş, yirmi defa seyrettikten sonra bizler de ona benziyoruz. Çünkü insan şartlanmaya müsait bir varlıktır.
Bir atasözü var: “Bir adama kırk gün deli desen, deli olur.” Bu insanın şartlanmasını gösteriyor. Terbiye dediğimiz şey veya ahlak dediğimiz şey de insanın şartlanmasını gösteriyor. Kendisine ne telkinde bulunulursa sonradan onu alır. Bu bakımdan bu sözlü kültür ile insanlar şartlanıyordu. Sonra televizyon geldi televizyon kültürü ile televizyon tipleri ortaya çıktı. Şimdi de telefon tipleri var. Biz yaşlılar biraz az kullanıyoruz ama gençlerimizi görüyorum. Metroya binmeden, bekleme yerinde hemen telefonu açıyor mesajlaşıyor, oyunlar oynuyor, metronun içinde de böyle.
Biz iki arkadaş metroya bindik. Dört tane genç oturuyordu. Bize yer veren olmadı. Görüyorlar bizi, ama mahsus telefonla meşgul oluyorlar. Ben dedim ki yüksek sesle: “Biz yaşlı olduğumuz için bize yer veren olur.” Hiç kimse tınmadı. Sonra zenci bir çocuk kalktı yer verdi. Ben onun yerine oturup teşekkür ettim. Sonra diğer üç gence dedim ki: “Yarın ihtiyarladığınız zaman gençler de size yer vermeyecekler. Siz de bizim gibi ayakta kalacaksınız.” Bunun üzerine bir tanesi daha kalkarak öbür arkadaşa yer verdi. Şimdi böyle bir gençlik yetişiyor.
Neden biliyor musunuz? Biz bu kültürü çocuklarımıza, gençlerimize veremedik de ondan. Akşam olunca ne yapıyoruz. Aile boyu dizi seyrediyoruz. Hanımlar ayrı bir dizi izliyor, erkekler ayrı bir dizi izliyor. Ayrı odalarda televizyon seyrediliyor. Çünkü, kültür kalmadı, sözlü kültür yok. Karı-koca, çocuklar bir araya gelip kültürü birbirlerine anlatamıyorlar.
Eskiden bizi biz yapan, şahsiyetimizi ortaya çıkaran sözlü kültür vardı. Türk ve Müslüman yapan. Ama şimdi maalesef o kalktı. Tabi bu sözlü kültür bizim düşüncemizdeki hikmetleri bize anlatıyordu. Neydi bu hikmetler?
Anne-baba evde oturuyorsa bir genç, onun karşısında ayak ayaküstüne atamazdı. Annesi-babası müsaade etmeden konuşamazdı. Büyükler sofraya oturmadan küçükler sofraya oturamazdı. Büyükler sofradan kalkmadan küçükler kalkamazdı. Ama şimdi işler değişti. İşte bunlar birer hikmetti. Anneye-babaya saygı göstermek birer hikmetti. Yaşlılara yardım etmek birer hikmetti.
Şimdi gençler, özellikle orta yaşlılar annelerini-babalarını huzurevlerine gönderiyorlar.
Size yaşanmış bir olaydan bahsedeyim.
Bir zat anlatmış bizim fakültede. Bu zat hamıyla yaşarken dört tane dairesi varmış. Hanımı ölmüş. Biri kız ikisi erkek üç tane çocuğu varmış. Demiş ki: “Yavrularım! Yarın ben de öleceğim, aranızda itilaf olmasın şu daireleri size vereyim, bir tanesi de bana kalsın ben de onda oturayım. Ben öldükten sonra onu da istediğiniz şekilde paylaşın.”
Kızım çağıyordu, baba bize gel. Bir hafta kalıyordum. Bir hafta sonra kızım abisine telefon ediyordu. Abi babam biraz da sizde kalsın. Sekiz gün değil bir hafta kalıyordum. Küçük oğluma gidiyordum. Bir hafta sonra küçük oğlum abisine telefon ediyordu. Abi babam biraz da sizde kalsın. Hiç birinde sekiz gün kalmadım. Baktım ki bu çocuklardan bana hayır yok. Kaldığım daireyi bir hayır kurumuna bağışladım. Hayır kurumu yetkililerine dedim ki: “Bir kadın tutun, haftada bir gün gelsin, benim çamaşırımı yıkasın, yemeğimi, ütümü yapsın, sonra bu daire sizin olsun.”
Birkaç ay sonra çocuklarım beni dava ettiler. “Babam aklını yitirdi, bu hayır kurumu bu daireyi babamızın elinden aldı” dediler. Mahkemeye gittik. Hakime olayı anlattım. “Hakim Bey, ben bunların evinde sekiz gün kalmadım. Bir hafta dolunca beni birbirlerine sepetlediler. Ben de bu daireyi bu hayır kurumuna bağışladım.” Hakim bana dedi ki, “Şu kürsüye yaklaşır mısın?” Yaklaştım. Hakim eğilip kulağıma dedi ki, “Elimden gelse o daireleri bu çocuklardan alırdım.” Şimdi böyle hale geldik. Neden?
Fikirleri kaybettik, düşünceleri kaybettik, hayat kumaşımızı dokuyan o ilmekleri, çözgüleri kaybettik, hikmetleri kaybettik. Anneye-babaya bakma hikmetini kaybettik. Allah emrediyor ama, biz o emri tutmuyoruz.”
Konuşmasını slayt eşliğinde çeşitli misaller vererek devam ettiren Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a, konferansın hitamında YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş teşekkür ederek, kendisine bir buket takdim etti.
Konferantan Görüntüler
YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a bir buket takdim etti.