Vefatının 910. Yıldönümünde İmam-ı Gazâlî
Edebiyete intikal eden bilginlerimizi minnet, mağfiret ve şükranla anarak ruhlarına rahmet dilemeye, yaptıklarını yansıtmaya, düşüncelerini dile getirmeye, hâtıralarına hürmet etmeye, saygınlıklarını sürdürme ve eserlerine sahip çıkmaya yönelik çalışmalarımız çerçevesinde 910 yıl önce 18 Aralık 1111 tarihinde rahmet-i Rahmân’a göçen merhûm ve mağfûrun leh hüccetü’l İslâm İmam-ı Gazâlî’yi anmak amacıyla düzenlenen programa, Ankara’nın ilim ve fikir ehlinden seçkin simalar katıldı.
İlme ihtimâm ve âlime ihtirâmı ilke edinen YOYAV’ın tertiplediği bu örnek toplantıya katılan davetlileri hürmet ve muhabbetle selamlayarak teşriflerinden dolayı takdir ve teşekkürlerini ileten Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şunları söyledi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Büyük bilginlerimizden biri olan Hüccetü’l İslâm İmam-ı Gazâlî’yi vefatının 910. yıldönümü dolayısıyla minnet ve mağfiretle anarak ruhuna rahmet dilemek amacıyla düzenlediğimiz bu toplantıya teşrif ederek bizimle birlikte olma incelik ve yüceliğini gösteren güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, her zaman ve her yerde hayırla anılan hayırlı insanlardan olmanızı diliyorum.
Allah Teâlâ, ilmi insanların elinden zorla çekip almaz, ancak âlimlerin ölümüyle alır. Elde edilen bilgiler, bilginlerin ölümüyle birlikte yok olmaması için, bilenler bilgilerini bilmeyenlere öğretip aktarmalı ve yazdıkları eserlerle gelecek kuşakların istifadesine sunmalı, bilmeyenler de bilginlerin yanında bulunup bilgilerini almaya ve onlardan yararlanmaya çalışmalıdırlar.
Bilginler, köşelerine çekilir, bilgisizler de ilgisiz olurlarsa, toplum terakki etmez, yerinde sayar. İlerlemek şöyle dursun, gerilemek kaçınılmaz olur.
Her yaş ve her konumdaki her Müslümanın her gün ve her an öğreneceği bir bilgi vardır. Bu bilgi devamlı alınmalıdır. Kimse kendini yeni bilgiler edinmekten soyutlamamalıdır. Bedenini gıda ile beslemekten geri durmadığı gibi, beyni de yeni ve yararlı bilgilerle beslemekten geri durmamalıdır. Yaşamak için her gün yeterli besin alınmalıdır. Mide gıda, kalp iman, beyin de bilgi ile beslenmelidir. Biz bu işe üç ‘k’ formülü diyoruz. Karın, kalp ve kafa. Karın helal ve temiz gıda, kalp sadık ve samîmî iman, kafa da doğru bilgilerle doyurulmalıdır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ilmi tavsiye, teşvik ve telkin ettiği hadîs-i şerîflerinden birinde: “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz.” buyurmuştur. Böylece ümmetine hayat boyu öğrenmeleri talimatını vermiştir.
Bu talimata uyan Müslümanlar, ileri adımlar atmışlar ve büyük bilginler yetiştirmişlerdir. Bu bilginlerin önde gelenlerinden biri de İmam-ı Gazâlî olmuştur.
Hayatını öğrenip öğretmeye ve faydalı bilgilerle halkı aydınlatıp yüceltmeye adayan İmam-ı Gazâlî, çocukluğundan ebediyete intikal ettiği güne kadar ilim-irfan tahsîli ve talîmi ile iştigal eden büyük bir bilgin ve değerli düşünürdür.
Asrının âlimlerinden, döneminin dâhilerinden ve zamanının zâhidlerinden olan O bilge insan, yaptığı çalışmalar, yazdığı eserler ve yetiştirdiği öğrencilerle islama ve Müslümanlara takdire şâyân olan önemli hizmetlerde bulunmuştur.
O’nunla ilgili yerli-yabancı birçok yazar makale ve kitap kaleme almıştır. Dehâ, dirâyet ve liyâkatını hayranlıkla ifade etmişlerdir. Böylece İmam-ı Gazâlî’nin ilmî ve fikrî faaliyetleri ile özellik ve güzellikleri dünyaya duyurulmuştur.
Biz de yapılan bu yayınlardan yararlanarak O’nun fazilet ve meziyetlerini özet olarak dile getirip sizlerle paylaşmak istedik. Mevlâ-yı Müteâl Hazretlerinden niyazımız benzeri bilinçli ve basîretli bilginlerin günümüzde de yetişmesidir.
Adı Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed olan İmam-ı Gazâlî’nin künyesi Ebû Hâmid, lakabı Hüccetü’l İslam ve Zeyneddîn’dir. Gazâlî nispetiyle meşhurdur. Horasan’ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (H.450) yılında doğmuştur. Babası fakir ve sâlih bir zattı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allah Teâlâ’dan kendisine âlim olacak bir evlat vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkânda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sahibi ve zamanın sâlihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:
‘Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsiline sarf edersin!’
Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; ‘Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çareyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum’ dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular.
İmam-ı Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmam Ebu Nasr İsmâilî’den bir müddet ders aldı. Sonra Tus’a döndü. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
‘Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; ‘Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?’ diye sorunca; ‘Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır’ dedim. Eşkıyaların reisi güldü; ‘Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun’ dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allah Teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.’
Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden olan İmam-ül-Harameyn Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî’nin talebesi oldu. Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alaka gösterdi. Burada usul-u hadîs, usul-u fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münâzara ilimlerini öğrendi. Ebu Hâmid er-Rezekanî, Ebu’l- Hüseyin el-Mervezî, Ebu Nasr el-İsmailî, Ebu Sehl el-Mervezî, Ebu Yusuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.
Nişabur’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmîsi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizâmülmülk’ün daveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizâmülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, İmam-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri îzâh etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, O’nun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve îzâh etme kabiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan oluyorlar ve tutunamıyorlardı.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmam-ı Gazâlî hazretlerinin İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizâmülmülk, şimdiki tabirle, onu Nizâmiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti. Bu üniversitenin başına geçen İmam-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusî, Ebu’l-Hasan el-Belensî, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmam-ı Gazâlî hazretleri, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitâbü’l-Basit fil-Füru, Kitab-ül-Vesit, El-Vecîz, Meahiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.
Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitabu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyanın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmam-ı Gazâlî hazretleri dünyanın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tazelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.
İmam-ı Gazâlî hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:
‘İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lazımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyûn, Tabi’iyyûn ve İlâhiyyûn olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyûn sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabi’iyyûn; bunlar da ahiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlâhiyyûn, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.’ Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber Peygamberlere inanmadıkları için, küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için Peygamberlere ve O’nların bildirdiklerine inanmak da şarttır.’
İmam-ı Gazâlî hazretlerinin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve itikadlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla beraber, akla da rehber olarak Peygamberleri ve onların bildirdiği imanı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için iman odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, iman olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmam-ı Gazâlî hazretleri, filozof değil müctehiddir. Zaten İslamiyet’te felsefe ve filozof olmaz. İslam âlimi olur. İslam dininde felsefenin üstünde İslam ilimleri, filozofun üstünde de İslam âlimleri vardır.
İmam-ı Gazâlî hazretleri, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî’yi vekil bırakarak Nizâmiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyahatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulûmiddîn’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtıni denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allah Teâlâ’nın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El-Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizâmiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedrîs hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tus’a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı Ed-Dercülmerkum kitabı ile El-Kıstâs-ül-Müstakim, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasihâtü’l-Mülûk ve Et-Tibr-ul-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün ricası üzerine bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.
İmam-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedî hazretleridir. O’nun huzurunda kemâle geldi. Zahir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmam-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün son yıllarını Tus’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usul-i fıkha) dâir El-Mustasfâ ve selef-i sâlihîne (Ehli Sünnet itikadına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelam adlı eserlerini yazdı.
İmam-ı Gazâlî hazretlerinin yaşadığı devirde İslam âleminde siyasî ve fikrî bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbasî halifelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmam-ı Gazâlî hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Bey’in, Alparslan’ın ve Melik Şah’ın devirlerini yaşadı. Melik Şah’ın kıymetli veziri Nizâmülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. İmam-ı Gazâlî hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmâiliyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şî’î Fâtımî Hânedânı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslam Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de İmam-ı Gazâlî hazretleri zamanında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096).
İslam âlemindeki bu siyasî karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında itikad birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslam inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin manasını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtınîler ve Mu’tezile ile diğer fırkalar İslam itikadını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üstlenmiş olan İslam âlimlerinin başında aklî ve naklî ilimlerde zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddidi olan İmam-ı Gazâlî hazretleri geliyordu.
O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle ezbere bilen ve Hüccetü’l-İslam adıyla meşhur olan İmam-ı Gazâlî hazretleri, İslamın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibiydi. Hadîs ve Usûl-i Hadîs ilimlerinde ilim deryası olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû’(uydurma) hadîs var diyerek, İmam-ı Gazâlî hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakikatini, İslam âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler O’nun kitaplarını senet kabul etmişler ve neticede İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin, dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.
Eserlerinden bazıları şunlardır:
İhyâu-Ulûmiddîn,
Kimyâ-ı Saâdet,
Cevâhir-ül-Kur’ân,
Kavâ’idü’l-Akâid,
Kitabü’l İktisâd fil İtikad,
İlcâm’ül Avâm an İlmi’l Kelam,
Mîzânü’l Amel,
Dürretü’l Fâhire,
Eyyühe’l Veled,
El Kıstâsü’l Müstakim,
Tehâfütü’l Felâsife,
Mekâsıdü’l Felâsife,
El-Munkızu Ani’ddalâl,
El-Fetâvâ, Hülâsatü’t-Tasnif fit Tasavvuf.
İmam-ı Gazâlî hazretlerinin en kıymetli eseri İhyâ’sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi Tasavvufun Zaferi isimli eserinde, İmam-ı Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn kitabı öyle kıymetli bir eserdir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadîslerinin manalarını Müslümanlara anlatmak ve Allah Teâlâ’nın kullarına, doğru yolu göstermek, huzur ve saâdete kavuşturan İslam ahlakını öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifâyet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri de, ‘İmam-ı Gazâlî’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayri müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir’ buyuruyor.
Ayet ve hadîslerden esinlenen söz ve düşünceleriyle insanlara ışık tutan İmam-ı Gazâlî’nin birçok mesaj yüklü vecizeleri ve özlü sözleri vardır. Dikkatle ve dirâyetle okunup ders alınması gereken sözlerinden bir kaçını tetkîkinize takdim ediyor, daha fazlası için, başta İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri olmak üzere ulaşabileceğiniz eserlerini okuyup, tespit edeceğiniz vecizelerini inceleyip istifade etmenizi tavsiye ediyoruz:
* Eğer bir vâiz halkı ağlatmaya, yaka paça yırttırmaya çalışıyorsa, bilin ki o adam gâfildir.
* Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.
* Okumak üç türlüdür: Dilin okuması kıraet, aklın okuması tefekkür, kalbin okuması hayattır.
* Câhillerle tartışmaya girmeyin; ben hiç yenemedim.
* Lâyık olmadan devletin makamlarına atananlar, astlarını ısırır, üstlerine kuyruk sallarlar.
* Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.
* Belaya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir.
* Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.
* Bir kimsenin, arkadaşlarıyla veya diğer insanlarla iyi geçinebilmesi için onlara külfet vermemesi, yük olmaması lazımdır. Mümkün olduğu kadar kendi işini kendi halletmelidir. Mecbur kalmadıkça, hiç kimseden mal, para, gibi şeyler istememelidir. Herhangi bir makama geçmek için de başkalarından yardım istememelidir.
* Dargın ve küskün olanları barıştır ki, yarın kıyamet gününde sevinenlerden olasın.
* İlim adamları olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu. Çünkü âlimler insanları, öğretim vasıtasıyla barbarlıktan çıkarıp insanlık seviyesine yükseltirler.
* Allah Teâlâ'nın verdiği nimeti, O’nun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı nimettir (nimeti inkâr etmektir).
* Çok işte çırak olacağına, bir işte usta ol.
* Bil ki, kalble gıybet etmek, dille etmek gibi haramdır. Bir kimsenin noksanını, kusurunu başkasına söylemek doğru olmadığı gibi, kendi kendine söylemek de caiz değildir.
* Ölüm Allah'ın sevgili kullarına, bir bardak tatlı soğuk suyu içmek kadar kolay gelir.
* Uzun mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür.
* Allah Teâlâ’nın, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allah Teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.
* İlmi ile amel etmeyen âlim; başkalarını giydirdiği halde, kendisi çıplak olan iğne gibidir.
* Tamahkâr, açgözlü olma, kalbin katı ve kara olur. Çok mal artırmak için hasislik yapma.
* Her hâdisin hudûsu (sonradan var olanın var olması) için bir sebebe ihtiyaç vardır.
* Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak, bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.
* Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan şöyle. Yoksa sus.
* Ne kadar kibirli dursa da bardağın önünde eğilir çaydanlık. Öyleyse bu büyüklenme niye? Bu kibir, bu gurur niçin?
* Şüphe duymayan hakikati bulamaz.
* Çocuktaki utanma hâli ondaki akıl nurunun alâmetidir.
* Bedenine değil, kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır! Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır.
* Oğlum! Son derece dikkat edeceğin bir cihet varsa, o da kimler ile düşüp kalktığındır. Şunu iyi bil ki bir sepet sağlam elma, içindeki bir çürük elmayı sağlama çıkartamaz. Fakat bir çürük elma, hepsini çürütür. Bunun için dâima sâlihlerle düşüp kalk!
* Kendini sev, sana iyilik edeni sev, iyiliği, güzelliği ve güzeli sev; kendine yakın bulduklarını, ruhunun uyuştuğu kimseleri sev… Hepsinden öte sana bunları veren Allah’ı sev.
* Anne-baban yaşlanınca elinden geldiği kadar onlara yardım et. Çünkü ebeveynin, sen küçükken türlü türlü zahmetini çektiler. Devamlı onların hayır duasını al. Beddua ederlerse dünyan da, ahiretin de yıkılır. Anne-babanın rızası Allah’ın rızasıdır. Onların öfkelenmesi Allah’ın gazabıdır.
* Ahirette selamet istersen kimseyi incitme. Bir çocuk görünce, ‘bu günah işlememiş masumdur. Ben günahkârım, bu benden üstündür’ de. Kendinden yaşlı birisini gördüğün zaman da, ‘bu benden çok ibadet etmiştir. Benden efdaldir’ de.
* Beden ile yapılan iyi bir işten kalbe bir nur ulaşır. O nur saadet tohumudur. Yaptığı her kötü işten de kalbe bir zulmet iner, o zulmet şakâvetin (bedbahtlığın) tohumudur.
* Cehaletle gaflet her fenalığın anasıdır.
* Kendini iyice sıkıntıya sokmuş bir miskin gibi gözü aç; mal kıymeti bilmeyen, ilerisini görmeyen bir sefih gibi savurgan olma. Sana ait hakları belirle. Dostuna saygılı, düşmanına insaflı ol.
* Sadaka verirken gizli vermek, kendine bir musibet geldiğinde bağırıp çağırmayarak, yaygara yapmayarak gizlemek gerekir. Bir günah işlediğinde ceza gelmeden hemen tevbe et. Sadaka vermek sıddikler nişanıdır. Onlar sıddikler zümresindendir.
* Hocana tazim ve hürmet et. Çünkü hoca hakkı ana-baba hakkından fazladır. Ana-baban dünyanı mamur ederken, hocan ahiretini mamur eder. Onun içindir ki, hocaya hürmet, ana-babaya hürmetten efdaldir.
* Sana kötülük yapanları Allah’a havale et, kötülüklerinden O’na sığın. Eğer intikamla uğraşırsan daha büyük zararlarla karşılaşırsın ve ömrünü boş yere harcamış olursun. Seninle uğraşanlara ‘ben iyi bir adamım lakin siz kıymetimi bilemiyorsunuz’ deme ve böyle düşünme.
İmam-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’ân-ı Kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: ‘Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun’ dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, imam-ı Gazâlî hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı:
Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallahi siz de kaçın buna ölüm demekten.”
.......
Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.
.......
Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.
Son sözüm olsun, “Aleyküm selam” dostlar.
Allah selamet versin, diyecek başka ne var?
İmam-ı Gazâlî’nin, dostlarının ölümüne üzülmemelerini istemesine, Fârâbî’nin: ‘İyi bir insan öldüğünde ona ağlamayın. Asıl onu kaybeden topluma ağlayın.’ sözü ne kadar uygun düşmüştür.
İmam-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebu Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler ‘Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?’ dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:
‘İmamın nâşını mezara koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. ‘Muhammed Gazâlî’nin elini, Seyyidü’l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy’ Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.’
Kıymetli konuklar!
Büyüklerin kadrini büyükler bilir. Kişinin değeri; dirâyeti, düşüncesi, davranışı, inancı, bilinci ve eserleriyledir. Kişi, yatarak ya da yerinde durarak değil, büyük işleri yaparak büyük insan olur. Dolayısıyla büyük iş yapmak, büyüklerin işi olduğu gibi, büyüklerin kadrini bilmek de büyüklüğe yönelme vesîlesidir.
Büyüklerini layık oldukları yere oturtmayanlar, büyük insanlar arasında yer alamazlar.
Saygılarımızla.”