Yeni Yıla Yaklaşırken
2022 yılında YOYAV’da gerçekleştirilen kültürel etkinliklerin sonuncusu olarak 24.12.2022 Cumartesi günü ikram edilen öğle yemeğinden sonra Sorun Söyleyelim Sohbet programında YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş tarafından yapılan ‘Yeni Yıla Yaklaşırken’ konulu program yoğun ilgi gördü.
Toplantıya teşrif eden davetlileri hürmet ve muhabbetle selamlayarak duygu ve düşüncelerini dile getiren Dr. Ateş, yaptığı yönlendirici ve yüreklendirici konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Yeni yıla yedi gün kala yılın son sohbet programı olarak tertiplediğimiz ‘Yeni Yıla Yaklaşırken’ konulu bu sohbet programında siz saygıdeğer konuklarımızla bir araya gelmenin haz ve huzuru içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, sağlık ve saadette dâim olmanız temennisiyle sözlerime başlarken, selâmet sâhiline eren, Cennet-i a’lâya giren ve Cemâlullah’ı gören müstesnâ ve mümtâz kişilerden olmanızı diliyorum.
Bugünkü sohbetimizde günün anlam ve önemiyle ilgili duygu ve düşüncelerimi siz muhterem misafirlerimizle paylaşmak istiyorum. Yüce Rabbimizden bana anlatıp aktarmada, sizlere de anlayıp uygulamada tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Altı gün önce 17 Aralık 2022 Cumartesi günü vuslatının (şeb-i arûsun) 749. Yıldönümünü idrak ederek rahmet ve mağfiretle yâd ettiğimiz merhum Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin çok sevdiğim veciz sözlerinden biri de şudur:
Hayat bir nefestir, aldığın kadar.
Hayat bir kafestir, kaldığın kadar.
Hayat bir hevestir, daldığın kadar.
Merhum Mevlânâ’nın bu sözlerinde dile getirdiği gibi ömür kısa ve kıymetli bir zamandır. Hayat da yaşanılan andır. Yaşanan her anı Hakk’ın rızasına uygun olacak duyarlı ve dirâyetli davranışlarda bulunarak sâlih amellerle değerlendiren kişi, akıllı insandır. Allah’ın ihsân ettiği ömür servetini çarçur ederek faydasız ve hayırsız hâllerle bitiren bilinçsiz ve basîretsiz kişiler de hayatı memâta (ölüme) çeviren gâfil insanlardır. Oysa ömür, dakikası dahi boş ve nahoş hâllerle harcanmaması gereken en değerli servettir. Günümüz yazarlarından İskender Pala’nın dediği gibi: ‘Ömür bin yıl da olsa, bir gün kadar kısadır.’
Hz. Ali (r.a.)’nin dediği gibi: ‘Geçip giden zaman değil, ömürdür.’ Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî hazretlerinin dediği gibi: ‘En büyük israf, ömür israfıdır.’
Döneminin duyarlı ve dirayetli düşünürlerinden olan Sadi Şirazî’nin ifade ettiği üzere: ‘Ömür, Temmuz güneşi karşısında kardır.’ Ancak biz, ömrümüzü hep yarın güzel olacak diye umut ederek geçiriyoruz. Sadi Şirazî: ‘Bir dere kenarında otur da, ömrün geçişini seyret.’ demiş ve ne güzel söylemiş. Ömür, bir gül misali her gün yavaş yavaş solar, yaprak yaprak dökülür. Başka bir deyimle ömür, su misali akıp gider, önemli olan onun akışına yön verebilmektir.
Allah Teâlâ, kaderimize ne yazdıysa onu yaşarız. Ömür ne uzar, ne de kısalır. Ömür denilen zaman, üç gündür: Dün gelip geçti, yarın meçhuldür. O hâlde ömür dediğimiz şey gündür. O da yaşadığımız ândır. O anı değerlendirmek önemlidir.
Geçmişi geri çevirmeye, geleceği geriye çekmeye gücümüz yetmez. Bunu yapmak elimizde değil, dolayısıyla dünü döndürmek, günü durdurmak mümkün değil. Ama yarına yön vermek mümkündür. Ânı değerlendirmek, yarını planlamak akıl işidir. Ânın anlamını bilmeyen, yarından yararlanamaz. Dünya bir araya gelse, bir dakika önceyi geri getiremez ve yarını bugüne çekemez. Bugünün işini yarına bırakmak ve yarının sorunlarını bugüne çekmek doğru değildir. Şairin dediği gibi:
Yârını yarın gören kim der bugün yârın görür?
Görmeyen yârın bugün yarın nasıl yârın görür?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Heleke’l müsevvifûn” Yani “Gelecekte yaparız diyenler helak oldu(lar).” buyurmuştur.
Bugünün işini yarına bırakmak, doğru değildir. Her şey vaktinde ve gerektiği gibi yapılmalıdır. Her ânda yapılacak bir iş vardır. İki ânın işi bir ânda yapılmaz. Yunus Emre ne güzel demiş:
‘Yunus Emre var yârına,
Koma bugünü yarına,
Yârın Allah divanına,
Varam Allah deyu deyu.’
Bir bardağın alabileceği su belirlidir. Bir bardağa alacağı suyun yanında başka bardağın alacağı suyu koymaya çalışırsanız, bardağı taşırırsınız. Bir büyüğümüz, ‘bir kişi bile bile vaktinde kılmadığı bir namazı, ömür boyu kaza etse de onu ânında eda etmenin ecrini elde edemez, faziletine erişemez.’ demiştir.
Hz. Mevlânâ: ‘Şu içinde bulunduğun tek ânlık her şeyi fırsat bil ve onunla meşgul ol. Ne geçmişe üzül, ne gelecekten kork.’ demiştir.
Kıymetli kardeşlerim!
Dünya dönmekte, günler, haftalar, aylar ve yıllar birbirini izlemektedir. Ömür servetimizden 365 günlük bir süre daha geride kalmakta ve hayatımızdan akıp gitmek üzeredir. Bir yıldan uzaklaşmakta, bir yıla yaklaşmaktayız. Birini bırakmakta, diğeriyle kucaklaşmaktayız. Gençler yaşlanmakta, yaşlılar yıpranmaktadır. Bir Arap şairinin dediği gibi: ‘Sabahın tekerrürü ve akşamın geçişi küçüğü yaşlandırır, yaşlıyı yok eder.’
Çocukluk, gençlik, ergenlik ve olgunluk günlerimiz geçti. Solgunluk günlerini yaşamaktayız. İçimizde 80’lik, 70’lik, 60’lık ve 50’lik kişiler olduğu gibi daha aşağı yaşlarda olanlarda vardır. Çoğumuz anamızı, babamızı, eşimizi, dostumuzu, kardeşimizi ve benzeri yakınlarımızı kaybettik. Sıra bize geldi. Hepimiz için dünya fânî, ukbâ bâkîdir.
Ben ‘Arayış’ adlı şiir kitabımda yayınlanan ‘Dünya Fânî’ başlıklı iki dörtlükten oluşan şiirimde şöyle demiştim:
Fânî dostum dünya fâni.
Hani anan, baban hani?
Veren alır bir gün canı.
Sen de olursun bir fâni.
Aç gözünü gör cihânı.
Çevrendekileri tanı.
Yuttu dünya Süleymânı.
Dikkatle bak, onu tanı.
Daha fazla vakit geçirmeden, geçmiş ve gelecek demeden içinde olduğumuz ânı iyilik ve güzelliklerle dolu dolu geçirip ömrümüzün geri kalan kısmını Allah’ın rızasına uygun olacak davranışlarla değerlendirme cihetine gitmeliyiz. Yeni yıla yaklaşırken hayatımızın muhasebesini yaparak bu yıl Rabbimiz için ne yaptık? Ömrümüzden bir yıl daha geçti gitti, geçen bu sürede kazanç ve kaybımız ne oldu? diye kendimizi hesaba çekmeli, tükettiğimiz bu yılın bilançosuna bakmalıyız.
Nefsimiz, neslimiz, ailemiz, yuvamız, yurdumuz, milletimiz, memleketimiz, dünyamız ve ahiretimiz için neleri yapmakla yükümlü olduğumuzu düşünmeliyiz. Yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı gözden geçirmeliyiz.
Dünyaya dalmama ve ahiret için hazırlık yapmada geri kalmama hususunda ümmetini uyaran sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in üç hadîs-i şerîfini burada sizlerle paylaşmakta fayda mülahâza ediyorum:
İbni Ömer (r.anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) omuzumdan tuttu ve: “Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol” buyurdu. İbni Ömer (r.anhüma) şöyle diyordu: “Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık hâlin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.”
İbni Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinad eden bir kısım küçük çizgiler attı.
Resûlullah (s.a.v.) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de müsibetlerdir. Bu musibet oku yolunu şaşırarak insana değmese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer.
Büreyde (r.a) anlatıyor: Resûllullah (s.a.v.) elindeki iki çakıl (dan birini yakına, diğerini uzağa) atarak: "Şu ve şu neye delalet ediyor biliyor musunuz?" dedi. “Şu (uzağa düşen) emeldir, bu (yakına düşen) de eceldir (Kişi emeline ulaşmak için gayret ederken ulaşmadan ölüverir)."
Bu hadîs-i şerîfleri dikkatle ve dirâyetle okuyup düşünmeli ve nefsimize şöyle hitap etmeliyiz:
Ey Nefis! Eğer bütün bu söylenenleri biliyorsan ve bunlara inanıyorsan, sana ne oluyor da amellerini hep yarınlara erteliyorsun? Oysa ölüm orada bekliyor ve belki de hiç fırsat vermeden alıp götürecek seni. Ecelinin şimdi gelmeyeceğini nereden biliyorsun? Tut ki, ömrünün sonunda göstereceğin gayret seni kurtaracak ve yüksek derecelere ulaştıracak. Ama belki de bugün son günündür. O zaman neden böyle boş ümitlerle oyalanıyorsun? Diyelim ki ölümünün ertelendiği yolunda sana ilham geldi; hazırlığını şimdiden yapmana ne engel var? Sonraya bırakmana sebep nedir?
Ey nefis! Artık Mevla’ndan başka gideceğin yer, isteyeceğin kapı, yardım dileyeceğin kimse yok; O’ndan başka kaçıp sığınacağın, kurtulacağın makam yok! O’na sığınıp yalvar!
Cahilliğin ne kadar fazla, günahların ne kadar çoksa, yakarışın da o kadar güçlü olsun. O Allah, yakaran zavallıya merhamet eder; coşkuyla isteyene yardım eder; zorda kalanın sesine kulak verir.
Büyük âlim ve veli İmam-ı Rabbânî hazretleri, sevdiklerinden birisine, aslında hepimize yazdığı Mektûbat kitabının 2. cilt 31. mektubunda şöyle buyurmaktadır:
“Sevgili oğlum! Fırsat ganimettir. Yani, zaman çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamanları faydasız şeylere harcamamalıdır. Allah Teâlâ’nın razı olduğu, beğendiği şeyleri yapmakla geçirmelidir. Beş vakit namazı, dünya işlerini düşünmeyerek ve cemaat ile kılmalıdır. Nefse uymaktan lezzet almamalıdır. Dünyanın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hatırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. Bedeni ve âzâları da, islamiyetin emirlerine ve yasaklarına uymakla süslemelidir.”
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Masum Fârûkî hazretleri de sevdiklerinden birisine yazdığı Mektûbat kitabının 3. cilt, 156. mektubunda şöyle buyurmaktadır:
“Yazıklar olsun, ömür geçti. Bir hayırlı iş yapmadım. Dünyanın vefasız, yalancı olduğu şimdi anlaşıldı. Hayat hayal oldu. Fitneleri, dertleri bitmedi. Ahbap, arkadaşlar, öldüler, gittiler. Bu hâlleri görüp de, gafletten uyanmıyor, ibret almıyoruz. Pişman olmuyoruz. Tevbe etmiyoruz. Gaflet devam ediyor, günahlarımız artıyor… Allah Teâlâ Tevbe Suresi’nin 126. ayet-i kerîmesinde mealen: “Görmüyorlar mı ki, her sene bir iki kere, dertlere, belâlara yakalanıyorlar. Yine tevbe etmiyor, pişman olmuyorlar.” buyurdu. Bu nasıl imandır? Nasıl Müslümanlıktır? Ne kitaptan, ne sünnetten nasihat alınıyor. Ne de başa gelen dertlerden, hâdiselerden ibret alınıyor! Uzun seneler beraber yaşadıkları, birlikte gezip dolaştıkları, yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları ahbaplarını, arkadaşlarını düşünsünler. Sevdiklerinin, birlikte eğlendiklerinin, yardımcılarının ne olduklarını görmüyorlar mı? Hiç birinden bir şey kaldı mı? Onlardan haber verenler var mı? Ömürlerinin harmanını rüzgâr götürdü.
Yâ Rabbî! Bizi fitnelere düşürme! Biz garipler, Senin emrettiğin ibâdetleri, razı olduğun iyi işleri yapalım! Nefis ve şeytanın ve kötü kimselerin yalanlarına, fitnelerine inanmayalım! Kabir ve kıyamet azaplarını düşünerek, kendimizi şimdiden koruyalım.
İmam-ı Rabbânî hazretleri Mektûbat kitabının 2. cilt 89. mektubunda da şöyle buyuruyor:
“Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamanı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamanını yaklaştırmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez! Bu birkaç günlük sağlık zamanında, parlak dine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız umulur. Dünya hayatı, iş yapacak zamandır. Keyif yapacak, eğlenecek zaman ileride (ahirette) gelmektedir. Orada, dünyada yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir…”
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Masum Fârûkî hazretleri de, Mektûbat kitabının 1. cilt 65. mektubunda şöyle buyuruyor:
“Yavrum! Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor. Erzel-i ömür (başkalarına muhtaç olunan sıkıntılı dönem) olan ihtiyarlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzumlu iş olan, ma’rifetullahı kazanmayı, hayal olan erzeli ömre bırakıyorsun. En şerefli olan zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan, nefsin arzularına kavuşmak için sarf ediyorsun. Peygamberimiz (s.a.v.): “Yarın yaparım, yarın yaparım diyenler, aldandı.” buyurdu.
Allah Teâlâ, insanları ve cinleri (ma’rifetullâha) Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’nun rızasına, sevgisine kavuşmak için yarattı. Nefislerimizin arzuları peşinde koşan biz ahmaklar, ne zaman aklımızı başımıza toplayacağız? Ne zamana kadar, bu nimetten mahrum kalacağız? Nefsi ve şeytanı sevindirmeye ve Allah Teâlâ’nın rızasından mahrum kalmaya ne kadar devam edeceğiz? Dünya lezzetleri nefsin arzularıdır. İnsanın, Allah Teâlâ’nın marifetine kavuşmasına mâni olan en kuvvetli düşman da, nefsin arzularıdır. Bu arzular bitmez ve tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır…”
Bütün gün, güneşin altında dolaştığı hâlde, ondan habersiz yaşayanların sayısı az değildir… Gelin biz aynı duruma düşmeyelim. Belki bu son fasıl, bu son fırsattır. Ömrün bir akşamını daha geride bırakmak üzere olduğumuzu unutmayalım. Ölümü, kendi başımıza gelmeden önce, başkalarına ait bir şey zannetmekten vazgeçelim. Ne kadar gördüysek hep biz cenaze taşımışız, kabre koymuşuz. Hep böyle olacak sanıyoruz… Üzerinde yaşamakta olduğumuz, tatlı ve acı günler geçirdiğimiz dünyamıza ve içindekilere, bir daha buluşmamak üzere veda edeceğiz.
Hepimiz burada misafiriz, buradan başka yerlere gideceğiz. Misafir olan beraberinde götüremeyeceği şeylere gönül vermez. İstesek de istemesek de bir gün mutlaka öleceğiz. Bu, bütün varlıklar için mukadderdir. Ölümle ne kadar ‘güreşsek’ hep o galip gelir… Ayaklarımızın altındaki toprak bir gün boyumuzu aşacaktır. Öyle bir günle karşılaşacağız ki, gündüzü olmayacaktır.
Ne kadar güzel giyinirsek giyinelim, son elbisemiz kefendir. Ne kadar konforlu evlerde, villalarda, köşklerde oturursak oturalım, son taşınacağımız ev, kabir olacaktır. Ölüm kimseye acımaz, kimseden korkmaz, serveti ne kadar çok olursa olsun, önem vermez, rüşvet almaz… Bugüne kadar hiç kimse, ölümden ne kendisini, ne de başkasını kurtarabilmiştir. Cihana hükmedenler bile Azrail aleyhisselam karşısında boyun bükmüş ve ruhunu teslim etmek zorunda kalmışlardır.
Yeryüzünde binlerce din, bunlara inanan milyonlarca insan var, dinsizler de mevcuttur. Ayrı ayrı şeylere inanırlar. Fakat bunların ortak inandıkları bir şey vardır ki, o da ölümdür. Ölümü hiç kimse inkâr etmez, edemez de. O hâlde hazır olmalıyız. İnsanoğlu rahat edebilsin diye dünyadaki evinin bütün eksikliklerini tamamlar, daha sonra taşınır. Elektriği yanmıyorsa, suları akmıyorsa, kapısı penceresi muhkem değilse sıkıntı çeker… Kabre girmeden önce de orasını mamur hâle getirmeliyiz. Çünkü orada dünyadaki evimizden daha çok kalacağız.
Ömrümüzden bir sene daha gitti. Kabir hayatına biraz daha yaklaştık… Yaşadığımız ve yaşayacağımız üç hayatımız vardır: Biri dünya hayatı, iki kabir hayatı, üç ahiret hayatı… Bu üç hayatın en kısa olanı hâlen yaşamakta olduğumuz, daha ne kadar yaşayacağımızın belli olmadığı dünya hayatıdır. En kıymetli olanı da budur. Çünkü üç hayatımızı buradan kazanmak zorundayız. Bunun için geride bıraktığımız bir senenin değil, her saatimizin kıymetini bilmeli ve en iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz.
Bu yeni senenin farkı sadece duvardaki takvimi değiştirmek olmamalıdır. Geride bıraktığımız ve bir daha ele geçiremeyeceğimiz altın değerindeki bir yılımızın muhasebesini yapmalıyız… Geçtiğimiz yılda iyi ve yararlı işler yaptıysak, onları bu yeni yılda artırmalıyız. ‘Nasıl daha başarılı olabilirim, nasıl daha çok güzelliklere imza atabilirim?’ düşüncesi, bizde hâkim olmalıdır.
Hâtalarımızı da tesbit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya daha az yapmaya şartlanmalıyız. Yeni yıl böyle kutlanır. Yoksa içki içmek, çam devirmek, evleri ‘Noel Ağacı’ ile süslemek çılgınlıktan başka bir şey değildir. Hristiyanların bu tutumunu elbette yadırgamıyoruz. Her toplum, kendi dinine ve töresine göre yaşar ve yaşamayı sever. Bunun için de onları; kendi takvimlerine göre, kendi mukaddes bildikleri günleri, gönüllerince değerlendirmeleri normaldir. Bizim yadırgadığımız husus başkadır. Biz, bir taraftan Müslüman olduğunu söyleyip, diğer taraftan Hristiyanlar gibi noel kutlayan kimsenin varlığına şaşarız. Her yıl, Aralık ayının son haftasında, bizimle aynı adı taşıyan bir çok inanan insanın, çocuklarının ellerinden tutarak, çarşıda pazarda çam ağacı aradığını, ‘Noel Baba’lı kartpostallar satın aldığını, irili ufaklı hediye paketleri hazırladığını üzülerek görüyoruz.
Kendi inançlarının gerektirdiklerini bırakıp, örf ve adetlerini terk eden bir topluluk kendisine olan güvenini kaybeder. Bu da bir milletin örf ve adetleriyle beraber erimesi ve yok olması demektir. Bir millet için bundan daha büyük bir zarar, daha korkunç bir tehlike olabilir mi?
Yüce Rabbimizden dilek ve niyazımız, bilgi ve bilincimizi arttırarak rızasına uygun davranışlarda bulunan ve saadet-i sermediyeye nâil olan mutlu, müreffeh ve mümtâz kişilerden kılmasıdır. Bu dua ve dileklerle sözlerimi noktalarken, tekrar hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, sağlık ve saadette dâim olmanızı diliyorum.
Yemekten Görüntüler
Dr. İbrahim Ateş, konferansa katılan kurs öğrencileri Esma Düzenoğlu ve Ekin Zengin ile birlikte.