Bencillik
Bedbahtlığa yol açan hâl ve hasletlerin önde gelenlerinden biri olan bencillik, sahibini sevimsiz ve davranışlarını değersiz kılan felaket faktörlerindendir.
Kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, iş, ilişki, uğraş ve davranışlarında devamlı kendi çıkarlarını gözeten, kimseye iyilik, güzellik, huzur, güven, mutluluk, dirlik, düzen dilemeyen bencil ve egoist insan, Hakk’ın sevmediği ve halkın istemediği hasta ruhlu insandır. Başkalarını basit, kendilerini bahtiyar kabul etme bayağılığına düşen bu tür kimseler, kendilerini dev aynasında görseler de, gün gelecek yüce değil cüce olduklarını görecek ve kimse tarafından sevilmeyip, yalnızlığa terk edildikleri acınacak duruma düşeceklerdir. Nihayet benlik ve bencillik bataklığında batıp, gideceklerdir. Benim dedikleri, başkalarının eline geçecek, kimse kendileriyle ilgilenmeyecek, adları anılmaz, hâlleri sorulmaz olacaktır.
Böyle acı bir akıbete uğramak istemeyen aklı başında olan her insan, kendisi ve çevresiyle ilgili tüm konularda ben demeyip biz demeyi ilke edinmeli, kendisine istediği her iyi ve güzel şeyleri başkalarına da istemeli, kendisine hoş görmediği şeyleri başkalarına da istememelidir. Yaşadığı yer ve yörelerdeki insanlarla kardeşçe kaynaşmayı, dostça dayanışmayı ve hakça paylaşmayı prensip edinmelidir.
Bu gerçeği göz önünde bulunduran YOYAV, mensuplarıyla dostlarını doğru ve doyurucu bilgilerle donatıp, bencil düşüncelerden sıyrılmalarına ve diğergam olmalarına katkıda bulunmak gayesiyle, “Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantıları”nın 2019 yılı Mart ayı halkası olarak 26 Mart Salı günü tertiplediği toplantıda “Bencillik” konusunu programına aldı.
Vakıf üyelerinden Gülten Bozbay, Lütfiye Bozbay ve Nimet Boyacıoğlu’nun birlikte ikram ettikleri kahvaltının ardından, konferans salonunu dolduran konuklara hitap eden YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, bencillik konusunda önemli açıklamalarda bulunduğu konuşmasında şunları söyledi:
“Soframızı ve salonumuzu şereflendiren kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Bilimsel birlikteliklerimizden birinde daha sizlerle bir araya gelmenin sevinç ve saadeti içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, sevecen, sempatik ve samîmî yaklaşımlarla yekdiğerinizin yanında, yakınında ve yardımında olmanız temennisiyle sözlerime başlarken, az önce ikram edilen kahvaltıda maddî doyuma erdiğiniz gibi, bu sohbette dile getirilecek düşüncelerle de manevî doyuma ermenizi diliyorum.
Birlikte yaşayan bireylerden birilerinin bencil davranışlarda bulunup, başkalarının istek, ihtiyaç ve imkânlarını kale almayıp, her şeyi kendi dilekleri doğrultusunda değerlendirerek ‘ben tok olayım, başkası acından ölsün, beni ilgilendirmez’ dercesine duyarsız bir davranış sergilemesiyle, üç kişinin imkânlarını birleştirerek elli-altmış kişiyi ağırlayacak ikramda bulunup, başkalarını doyurma cihetine gitmesi arasındaki farkı düşünelim.
Kaynak, kazanç ve imkânlarından başkalarını yararlandırmayan bencil insanlar, yanı başındaki aç ve muhtaç insanları doyurmayı düşünmeyecek kadar duyarsız kimseler olup, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” uyarısına kulak asmayan basîretsiz ve er-geç yalnız kalmaya mahkûm olacak dirâyetsiz insanlardır.
Dayanışmayı düstûr edinen insanlar da bir arada yaşadıkları kimselerin sevinç ve üzüntülerini paylaşarak sevinçlerin çoğalmasında, üzüntülerin de azalmasında etken olup, doyurmakla doyan, sevindirmekle sevinen ve mutlu etmekle mutlu olan duyarlı ve dirâyetli insanlardır. Bu insanlar, ellerindeki ekmeği, kendileri gibi aç olanlarla bölüşen, yudumladıkları çay ve içtikleri çorbayı paylaşmayı prensip edinen yüce ruhlu insanlardır.
Dolayısıyla önceki kahvaltılarda olduğu gibi, bugünkü kahvaltıyı ikram eden kardeşlerimizi gönülden kutluyor, örnek alınmaları temennisiyle hayırlarının makbul ve ecirlerinin bol olmasını diliyorum.
Kıymetli konuklar!
İnsanlar için, özellikle Müslümanlar için önemli hastalıklardan birisi de, bencillik hastalığıdır.
Bencillik: Genel olarak kişinin kendi nefsine, benliğine ve çıkarlarına düşkünlük göstermesi, haz ve mutluluklarını hayatın mutlak ilkesi yapmasıdır.
Bencillik: Ben merkezli bir hayat tasavvurudur. “Ben tok olduktan sonra bütün insanlar açlıktan ölse bana ne!” zihniyetinin sahibidir.
İslâm dini, insanoğlunun gösterebileceği bencillik duygusunu tamamen yasaklamıştır. Dinimiz, bencillik duygusunu besleyip geliştirmeye çalışanları, şeytanın işbirlikçisi olarak telâkki eder.
Bencillik: Paylaşmayı sevmeyen, çıkarı olmadan ilişkide bulunmayan, karşılıksız ve ihtiyacı olana vermeyen durumundadır.
Bencil insan, sahip olduklarıyla gururlanır ve kendi kendine yeteceğini zanneder. Esasında bu geçici olan bir şeye bel bağlamaktır. Çünkü her insanın, daha doğrusu her canlının önünde mutlaka ölüm vardır. İnsanoğlunun elinde bugün için var olan mal, mülk veya önemli makamların, yarın elinden kaçmayacağını kim temin edebilir? Nice zenginler zamanla fakirliğe düşmediler mi? Nice sapasağlam insanlar zamanla sağlıklarını kaybetmediler mi? Veya birer engelli durumuna düşmediler mi? Zaman içinde nice ünlü devlet başkanları makamlarını kaybedip zavallı durumlara düşmediler mi?
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in İsra Suresi’nin 37. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağlara boyca erişebilirsin.”
Yani haddini bil. Kibirlenme, böbürlenme... Bencil ve enaniyet sahibi olma. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Ümmetim üzerine en çok korktuğum üç şey: Şu üç şey helâk edici tehlikedir: Kendisine itaat edilen cimrilik. Peşi sıra gidilen heva ve heves. Her görüş sahibinin kendi fikrini kabul edişi.”
Hz. Mevlânâ: “Bencillik, gözüne takılmış bir ayna gibidir. O gözler neye bakarsa baksın, kendinden başka birini göremez” diyerek bencilliğin ne kadar fena bir hastalık olduğunu ifade ediyor.
Mütefekkirlerden Epukuros şöyle diyor: ”İnsanların ruhlarından söküp atacakları iki şey vardır: Bencillik ve imansızlık.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Bu canı bu tende tutan (Allah)’a yemin ederim ki, bir kişi (hayır namına) kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz.” Burada Efendimiz (s.a.v.) dolaylı olarak bencilliğin çirkinliğini ifade etmektedir.
Mübârek ve mukaddes dinimizde bencillik, kibir, kendini beğenme, övünme, cimrilik ve pintilik gibi İslâm’da hiç hoş karşılanmayan kavramlar da bulunmaktadır. Bu saydıklarımız esas itibarı ile bencilliğin meydana gelişinin hem sebebi, hem de sonucudur. İman sahibi olan insanın bu illetlerden kaçınması lâzımdır.
Bencil olan bir insan dünyadaki milyarlarca insan içinde, hatta bütün canlılar içinde en önemli varlığın kendisi olduğunu düşünür ve öylece de inanır.
Böylece de diğer insanlardan kendinin çok çok üstün olduğunu zanneder, bencillik ve enaniyet küpü hâline gelir. Gelmiş geçmiş insanlardan bencillik ve enaniyet hastalığının en üst noktası kendisinde olan Firavun’u görebiliriz.
Bencillik, insanın özellikle ebedî hayatını mahveden, Mevlâ’nın rahmetinden uzaklaştıran çok tehlikeli bir hastalıktır.
Cenâb-ı Hak bizleri bu ve benzeri kötü hasletlerden berî eylesin.
Allah dostlarında ve velîlik derecesine erenlerde bencillik yoktu, bencillik yoktu ki erdiler. Merhum Hacı Bayram-ı Velî “Kibir bele bağlanan taş gibidir. Onunla ne yüzülür, ne de uçulur.” buyurmuştur.
Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Müslümanların tamamının cennete girebilmeleri için: "Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın." diyecek kadar büyük bir diğergamlık gösterdiği söylenir. Öyle büyük bir insandan da böyle büyük bir diğergamlık beklenir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in bu âlî cenaplığını teyid eden hadîs-i şerîflerin ikisinde sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetime karşı en merhametli Ebu Bekirdir."
"Eğer Ebu Bekir'in imanı ümmetimin imanıyla tartılsaydı, Ebu Bekir'in imanı ağır basardı."
Birçok İslam büyüğünün de, Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in arz edilen sözü gibi, söyledikleri sözleri vardır.
İmam Gazâlî şu hususa dikkat çeker: “Şayet bir insanda istiğrak tarzında Allah sevgisi söz konusu olmuşsa, artık o kimse başka hiç bir nimetin lezzetine iltifat etmez.”
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: “Allah bütün insanları cennete koysa, yalnızca beni cehenneme koysa, ben buna rıza gösteririm.”
Yine Arif billah olan bir zat şunları söylemiştir: “Allah beni bir köprü yapsa, bütün insanları üstümden geçirip cennete koysa ve sadece beni cehenneme soksa, ‘Madem Allah böyle uygun görmüştür, ben de O’nun hükmüne boyun eğerim’ der ve bu kararına rıza gösteririm.”
İmam-ı Gazâlî’ye göre Allah’ın muhabbetini hakkıyla kalbine yerleştiren ve bu sevda ile mest olan kimsenin acılardan elem duymaması mümkündür. Bizim gibi zayıf insanların bunu bilmemesi evliya mertebesine çıkmış kimselerde de olmayacağı anlamına gelmez.
Allah’ın sevgisinde zirveye ulaşmış bir kimsenin Allah’ın kullarına gösterdiği sevgi ve şefkat de Allah namına olur. O sevgiyi daha da pekiştirir. Bu sebeple, Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in sözüne kaynak bulunsun, bulunmasın, Allah’ın samîmî dostlarının böyle bir fedakârlık yapmaları mümkündür.
İslam âlimleri bütün insanlara bir anne şefkatiyle yaklaşmışlardır. Nasıl ki bir anne evladının ateşe atılmasını istemez, onun yerine kendini atar, evladını ateşten kurtarmak için tereddüt etmeden kendisini feda ederse, İslam âlimleri de insanlığın selameti için kendilerini feda ederler. Zaten onları o seviyeye çıkaran da bu ruhtur.
Bu büyük zatlar gibi aynı manayı, aynı hassasiyeti ruhunda taşımayan insanlar, Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a.)'ın fedakârlığını anlayamayabilir.
Değerli dostlar!
İnsan yaratılmak, insan olmak ve insan kalmak… Gerçekten düşünülmesi gereken manâlar, üzerinde durulması gereken kavramlardır bunlar.
Hayatımızın özünü, mayasını ve hakikatini ihtiva eden gerçekleri görürüz burada. Yeter ki gönül gözümüzü açalım, manâ ufuklarına dalalım, Rabbimizin varlık, birlik ve yüceliğinden haberdar olalım… O zaman insan olmanın eşsizliklerini kavrayacak ve bize sunulan hakikat pınarlarından kana kana içmiş olacağız. Sonsuzluğun bahtiyar ufuklarına böylelikle yolculuk yapmış olacağız.
Pek tabiidir ki bunun için bize düşen birtakım görevler vardır. Nasıl ki bir bahçıvan bahçesinin ve meyvelerinin o doyumsuz güzellik ve lezzetini ancak aylar ve yıllarını vererek elde edebiliyorsa, bir bahçeden onlarca defa aziz ve kıymetli olan insan gönlünün de bir zaman dilimi içinde, iyi bir çalışmayla arzu edilen kıvama ulaşması gerekir. İnsan olmanın güzelliği de burada yatar. İşte bu durum, onun Allah’a kulluk ölçüsü olan takvada iyi bir noktaya gelmesini sağlayacaktır.
Takva’ya ulaşmayı zorlaştıran ya da kolaylaştıran unsurlara baktığımız zaman, belki de en önde olarak bencillik sıfatı çıkacaktır karşımıza. Onunla yaşamak bu manâda ilerlemeyi engelleyecek, ondan geçmek ise ‘müttakî’lerden olmayı kolaylaştıracaktır. Çünkü Allah’a imanda samîmî olan mü’minler “her hayırlı işi O’ndan, her kötü ameli de nefsinden bilirler.” Hattâ ibâdetlerde kendini beğenme olarak bilinen ucb’dan bile şiddetle kaçınırlar ki, gerçek takvâya ulaşabilmiş olsunlar.
Arapça “ene” kökünden gelen bencillik; kişinin sadece kendisini düşünmesi, menfaatini ön plana alması, başkalarına fedakârlık şöyle dursun, onların hakkına bile riayet etmemesidir. Bunun da ötesinde herkesi ve her şeyi kendi isteği doğrultusunda kullanma istek ve gayretidir.
Böyle bir hâl, nefsi ön plana çıkarır. Bu, Allah’ın razı olmadığı bir durumdur. Zira nefse rağbet eden insanlar, günah bataklığı içerisine kolayca dalarlar. Allah Teâlâ Yusuf Suresi’nin 53. âyet-i kerimesinde şöyle buyurur: “Şüphesiz nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.”
Nefsini ön plana alan kimsede kibir denilen bir hastalık baş gösterir ki, onunla insanlara tepeden bakar. Toplumda “burnu büyük” olarak tabir edilenlerden olur. Çünkü bu, kâfirlerin hâlidir ki, Allah Teâlâ onlar hakkında Kalem Suresi’nin 16. ayetinde şöyle buyurur: “Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.”
Ayrıca Ebu Hureyre (r.a), Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor ki: “Ululuk izârım, büyüklük ridâmdır. Kim bunlardan birinde bana ortaklık etmeye kalkarsa, ona azap ederim.”
Böyle insanlar aslâ başkalarının öne çıkmasını, başarılı olmasını istemezler. Bu da haset hastalığını doğurur. Bu kişiler, belki de topluma pek çok faydalar sağlayacak insanların önüne geçerek, bir cemiyetin ilerlemesini de engellemiş olurlar. Bunun içindir ki, onların şerrinden Rabbimize sığınma gereğini Felâk Suresi’nden öğreniyoruz. O haset hastalığı, aynı zamanda iyi amelleri de bitirir.
Hz. Enes (r.a.)’den, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar: “Ateşin odunu yediği gibi, haset de iyilikleri yer. Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da kötülükleri söndürür. Namaz mü’minin nûrudur. Oruç da cehennemden koruyan bir kalkandır.”
Görüldüğü üzere sâlih ameller insan için eşsiz bir kazanç, kötü ameller ise bir felakettir.
Bencilliğin açtığı yaralardan birisi de riyâ hastalığıdır. Bu da yapılan hayır ve iyilikleri halk arasında anmak olarak bilinen kötü bir hastalığı daha ortaya çıkarır ki, o da sum’a’dır.
Bütün bunlara baktığımız zaman ise, şeytanın sıfatlarının bir araya geldiğini görürüz. Şeytan âlim ve âbid olmasına karşın bencillik davasına kalkışmış, kendini beğenmiş, insana olan hasediyle onu yoldan saptırmaya kendini adamış ve böylelikle huzurdan kovulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in Mearic Suresi’nin 19-21. ayetlerinde: “Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine bir fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.’’ buyrularak, insanda olabilecek bencillik vasfının çirkinliğine dikkat çekilmiştir.
Bütün bunları özetlemek istersek insana düşen şey, nefsin kötü sıfatlarından uzaklaşarak, onu terbiye etmesidir. Bu durum Allah’ın razı olduğu güzel sıfatları elde etmeyi sağlayacaktır. Bu gayret ise kişiyi, insanların en iyisi, en sâlihi, en sevgilisi, Allah katında en kıymetlisi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e benzetecek ve Allah’ı razı kılacaktır. Böylesi bir kimsede tevazu, cömertlik, diğergamlık, hayâ, sabır, iffet gibi övgüye layık sıfatlar belirginleşecektir. İşte bu kimse güzel ahlâklı insanlar arasına girerek, o Peygamberî hasletten nasiplenmiş olacaktır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kur’ân-ı Kerîm’in Kalem Suresi’nin 4. ayetinde şöyle övülmüştür: “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” Bizzat Kendilerinin: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmaları da, bu konudaki gayretlerini açıkça ortaya koyar.
Bu gerçeği teyit eden şu rivayet de önemlidir. Bir gün Hz. Âişe (r.anha) Annemize: “Peygamberimizin ahlâkı nasıldı?” diye sorulmuştu. O: “(Siz Kur’an okumuyor musunuz?) O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” diye cevap vermişti.
Şüphesiz ki, bu örnek ahlaktan nasiplenen insanlar, hayranlık verici bir hayat yaşamışlardır.
İslâm ahlâk, edep ve terbiyesinin timsali olan tasavvufî terbiye de, gerçekten nefis tezkiyesi konusunda büyük başarılara imza atmıştır. Nefsini aradan çekmek suretiyle iyilik ve hayırları sadece Rabbi’nden bilen ve tevekkülün doruk noktalarına çıkan mutasavvıflar, aynı zamanda topluma, İslâm’ın kulluk ve ahlâk kurallarını hâlleriyle en güzel şekilde yansıtmışlardır. Bu yönde pek çok örnek şahsiyetler yetişmiş, belki hayatları içerisinde bilinememiş ama vefatlarından sonra ehemmiyetleri, asırları içerisine alacak şekilde ortaya çıkmıştır. Böylece, gerçek tasavvuf ilim ve terbiyesi de, İslâm ahlâkının hayata dökülüşü olarak bilinmiştir.
Anlaşılıyor ki Kur’ân ve Sünnet, mü’minleri daima güzel ahlâka teşvik etmekte, başta bencillik olmak üzere pek çok kötü sıfatı da yermektedir. Bu konuda kişinin önemli bir çalışma içerisinde olmasını da isteyerek, ona Kur’ân-ı Kerîm’in Naziat Suresi’nin 40-41. ayetleriyle şu güzel sonucu müjdelemektedir:
“Rabbinin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cennettir.”
Kıymetli konuklar!
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bu zaman bizi, kendisinden başka kimsesi olmayan insanlara dönüştürdü. Oturup konuşmayı, dertleşmeyi, güzellikleri paylaşmayı unuttuk. Her şeyin menfaat yönünü düşünür olduk. Sadece kendisini düşünen insanlar hâline geldik ya da getirildik.
Görüşlerini ve icraatlarını beğenir veya beğenmeyiz, o ayrı. Hasan Ali Yücel, 1938 tarihli kitabında şunları söylüyor: ''Ahlak, bencilliğin bittiği yerden başlar. Hayat bilançosunu, kendinden başkasını hesaba katmaksızın yapmış olanlarda ahlak hanesi aranmamalıdır. Nalıncı keseri gibi hep kendine yontmaya alışan ellerin, insanlık için kıymetli eserler vermesi, bilmeliyiz ki, boş bir hayaldir.''
Hakan Günday’ın sözleriyle söyleyecek olursak, bu topraklarda, matematiği kuvvetli olmayanlar bile çıkarlarını hesaplamasını iyi biliyor. Çıkarlar söz konusu olduğunda da, maalesef, vicdan geriye çekiliyor.
Bugün, İslam dünyasını onca musibetin içine düşüren şey, herkesin kendisine müslüman olmasıdır. ''Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister; bir arada barınamazlar'' sözünün karşılığı da budur.
İnsan nefsi bencillik, egoistlik, kıskançlık gibi çeşitli kötü ahlak özelliklerine yatkındır. Nefsini eğitmediği takdirde, bu duygular kişinin tüm ahlakına hâkim olur. Böyle bir kişi ise genellikle herkesten çok, hattâ çoğu zaman yalnızca kendisini düşünür.
Nefsin bu zayıflığından kurtulmak ise ancak, imanı kavramak ve Kur’ân ahlakını yaşamakla mümkün olur. Allah’ın Kur’ân’da emrettiği ahlak anlayışını kavrayan bir kimse, hayatının her ânında fedakârlık gösterebilecek bir yapıya ulaşabilir. Allah Teâlâ Teğabün Suresi’nin 16. ayetinde: “… Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” buyurmuştur. Dünyada ve ahirette insanları kurtuluşa yöneltecek olan tavrın, nefislerinin bu kötü özelliğinden sakınmak olduğunu bildirmiştir. Müminin gösterdiği bu fedakârâne ahlaka karşılık, Allah kendisini dünyada iyilik ve güzellikle mükâfatlandıracak, ahirette de sonsuza dek benzersiz nimetlerle ödüllendirilecektir. Allah, güzel davranışlarda bulunanları Kur’ân-ı Kerîm’in Yunus Suresi’nin 26. ayetinde şöyle müjdelemektedir: “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.”
Rabbimiz dünya hayatını bir imtihan ortamı olarak yaratmış ve insanları “hayır ve şerle” deneyeceğini bildirmiştir. Bu nedenle insan yaşadığı süre boyunca hiç beklemediği bir anda çok şaşırtıcı olaylarla karşılaşabilir. Kişinin böyle ânî durumlarda da güzel ahlak gösterebilmesi, Kur’ân ahlakına uygun tavırlar sergileyebilmesi ancak samîmî imana sahip olmasıyla mümkün olur. Kalbindeki Allah korkusu ve derin iman, hiç beklemediği, daha önce hiç tecrübe etmediği olaylar karşısında da en doğru olan tavrı gösterebilmesini sağlar.
Asr-ı saadette başta Resûlullah olmak üzere, tüm sahâbeler bu ahlakın eşsiz örneklerini sergilemişlerdir.
Samîmî imanlarından kaynaklanan ahlaklarından ötürü insanlara örnek olmuşlardır. Mallarını, canlarını önemli görmemiş, inkâr edenlerin çoğunlukta olduğu ve iman edenlere karşı büyük bir düşmanlıkla harekete geçtikleri bir dönemde, Allah’ın rızasını kazanabilmek için ölümüne bir kararlılık göstermişlerdir. Gerektiğinde evlerini, ailelerini, işlerini, mallarını mülklerini, itibarlarını ve dünya hayatına dair tüm nimetleri hiç düşünmeden geride bırakmışlardır. Kendi menfaatleri yerine, Müslümanların rahatını, huzurunu, güvenliğini ve iyiliğini sağlamak için çaba harcamışlardır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in güvenliğini, kendi canlarından ve rahatlarından üstün tutarak, yüzyıllar boyunca gelmiş geçmiş tüm insanlara örnek olacak üstün bir ahlak örneği sergilemişlerdir.
Sahâbelerin bu örnek davranışları doğrultusunda, diğer tüm Müslümanların da hayırlarda yarışmalarının ve bu özellikleriyle birbirlerine örnek olmalarının hem dünyada, hem de ahirette çok büyük hayırlara vesîle olabileceği açıktır.
Dünya hayatının geçici menfaatlerini Allah’ın rızasına tercih edenler, dünyada ve ahirette büyük bir kayba uğrayacaklardır.
Ukbâyı dünyaya tercih ederek Resûlullah (s.a.v.) ve ashâbının yürüdükleri yolda gidip, rıza-i Rahmân’a erdirecek, Cennet-i ala’ya girdirecek ve Cemalullah’ı gördürecek duyarlı ve dirâyetli davranışlarda bulunan mümtaz Müslümanlardan olmamız temennisiyle sözlerimi noktalarken, benlik ve bencillikten berî, diğergamlıkta ileri, kötülüklerden de geri olmamızı niyaz ediyor, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.”
Kahvaltıdan Görüntüer