Gönüllerde Taht Kuran Gönül Erlerinden Emîr Sultan
Yurdumuzun yücelmesine ve insanımızın ilerlemesine katkıda bulunan din ve devlet büyüklerini minnet ve mağfiretle anarak, ruhlarına rahmet dilemeyi ilke edinen YOYAV, yıllardır yürüte geldiği kültürel etkinlikler çerçevesinde düzenlediği anma programlarında, ülkemizin değişik yerlerinde medfûn olan manâ büyüklerini ölüm yıldönümlerinde tertiplediği toplantılarda hürmet ve muhabbetle anarak hayatları, hizmetleri ve eserleri hakkında açıklamalarda bulunup, günümüz insanlarına aydınlatıcı bilgiler vermenin yanında, okuttuğu hatm-i şerîflerin sevabını armağan ederek, ruhlarına rahmet dileme cihetine gitmektedir. Böylece ebediyete intikal eden büyüklerini sevgi ve saygıyla anarak, genç kuşaklara tanıtmaya, özellik ve güzelliklerini anlatıp aktararak örnek alınmalarını tavsiye ve telkin etmektedir. Bu cümleden olarak Bursa’da medfûn olan mana büyüklerinden merhum Emîr Sultan Hazretlerini vefatının 589. yıldönümü dolayısıyla 2 Mart 2019 Cumartesi günü düzenlediği programda, ruhuna ithafen okunan hatm-i şeriflerle süver-i şerîfeler, getirilen salavât-ı şerîfeler ve kelime-i tevhîdlerin duasından önce, davetlileri hürmet ve muhabbetle selamlayarak konuşmasına başlayan Dr. İbrahim Ateş, merhumun hayatı, hizmetleri ve insanları irşâdı hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Dr. Ateş dikkatle dinlenen konuşmasında şunları söyledi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Memleketimizin manevî muhâfızlarından olan merhum Emîr Sultan Hazretlerini 26-28 Mayıs 2015 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz Çanakkale Gezisi dönüşünde 28 Mayıs 2015 Perşembe günü geziye katılan kardeşlerimizle birlikte ziyaret etmiştik. 24-25 Aralık 2018 tarihlerinde Bursa-Uludağ’a düzenlediğimiz gezide de bir kere daha ziyaret etme bahtiyarlığına ermiştik. Her iki ziyarette de merhumun manevî huzurunda bulunup, ruhuna rahmet dilemiş ve türbesiyle camii avlusunda esen feyizli havayı teneffüs etmiştik. Bu ziyaretlerdeki birlikteliğimizi, çektirdiğimiz fotoğraflarla belgelemiştik. Yeşil Bursa’nın yeşillikleriyle, beyaza bürünen Uludağ’ın maddî güzelliklerinin yanında, bağrında barındırdığı Osmanlı Devleti’nin müessisi olan Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbeleriyle, mana büyüklerinden Üftade ve Emîr Sultan Hazretleri türbelerini ziyaret edip, Ulu Cami’de namaz kılmanın sağladığı saadeti yaşamıştık. Emîr Sultan’ı vefatının 589. yıldönümü dolayısıyla bugün burada sizlerle birlikte rahmet ve mağfiretle yâd etmenin haz ve huzuru içinde hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, yüce Rabbimizden bizleri de O ve O’nun gibi büyüklerimizin yolunda gidip, manevî mertebelerde yücelen mutlu ve umutlu kullarından kılmasını niyaz ediyorum.
Tarihimizde yaşayış ve sohbetleri ile insanların İslâm’a gönülden bağlanmasına vesîle olmuş büyük insanlar vardır. Bu büyük insanlar yaşamış oldukları şehirlerin manevî merkezi hâline gelmişlerdir. Nitekim İstanbul’da Eyüp Sultan, Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî; Konya’da Mevlâna, Erzincan’da Terzi Baba; Kastamonu’da Şeyh Şabân-ı Velî ve Bursa’da Emîr Sultan bu büyük insanlardandır.
Bu Allah dostlarının Anadolu’da İslâm’ın yayılması ve doğru şekilde yaşanmasında rolleri büyüktür. Daha işin başında Anadolu fatihlerinin yanında alperenler diye bilinen tasavvuf erbâbı âlim ve ârif kişileri görüyor; bunların bu toprakların mânevî fâtihi ve gerçek mânâda Anadolu’yu aydınlatanlar olduklarını biliyoruz.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi; 15. asrın halk muhayyilesine en çok mal olmuş kişisi olan ve özellikle Bursa’nın dinî ve tasavvufî hayatına çok önemli katkılarda bulunan, dinin doğru yaşanmasını sağlayan, Kur’ân ve Sünnet âdâbını halka öğreten, gönüllere imanın yerleşmesine vesîle olan, ilmi, irfânı ve hayatıyla insanlara en güzel örneği sunan büyük Allah dostlarından birisi de Emîr Sultan Hazretleridir.
Bursa deyince akıllara ilk gelen Emîr Sultan’dır. Çünkü Bursa’ya manevî gıdaların salkımını veren O büyük Velî’dir. Emîr Sultan, yeni yepyeni ve taptaze bir toprakta mekân tutmak üzere Orta Asya’dan Anadolu’ya akan Türk boylarını mayalamak gayesiyle, Horasan illerinden kopup gelmiştir. Nesepleri tâ Hz. Ali (r.a.)’ye, ondan da Allah’ın Sevgilisi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uzanmaktadır. Yani seyyidler kolundan… Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emîr Sultan, 1368’de Buhârâ’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emîr Külâl” lakabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Soyları itibarıyla “Emîr”, Buhârâ’da doğmalarından dolayı “Emîr Buhârî” veya “Emîr Şemseddîn-i Buhârî” dendiği gibi, velî olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bayezid’e damat olmasından dolayı da, “Emîr Sultan” denmektedir.
Emîr Sultan’ın babası Seyyid Ali, Buhârâ’da âriflerin yolundan gidenlerdendi. Şöhretten ve gösterişten kaçınır, halkın hizmetine koşardı. Kıt kanaat da olsa alın teri, el emeği ile geçinmeye itina gösterir, çömlekçilik yapardı.
Emîr Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddîn’in (Emîr Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal:
“Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda aslâ üşenme. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kur’ân ve hadîsler sana yol gösterecek. Oğlum! Hayat her şeyi ve her yanıyla senin için bir mekteptir. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a ettiğin dua olacaktır.”
Emîr Sultan, Osmanlıların kuruluş devrinde yaşayan, tefsîr, hadîs, kelâm âlimi ve mutasavvıfıdır. Türbesini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almaktadırlar.
Çeşitli ilimlerde söz sahibi olan Emîr Sultan, dînin emirlerini yerine getiren nâdir insanlardandı. Âlim ve ilim menba’ı olan ve Buhârâ’da yetişen Emîr Sultan, ilim öğrenmek için Mekke ve Medine’ye gitmişti. Hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, niyeti Medine’ye yerleşmekti. Ancak orada gördüğü bir rü’yâ üzerine, fikrini değiştirmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir.
Bursa’da, Şemseddîn Fenârî’den ders almıştır. Şemseddîn Fenârî O’na şerefli el yazısı ile diploma yazarak vermiştir. Başta Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân olmak üzere, Bursalıların sevgisini kazanmıştır. Emîr Sultân’ı çok seven, Sultan Bâyezîd Hân, bu sevgisinin alâmeti olarak kızını onunla evlendirmiştir. Bu evlilikten çocukları dünyâya gelmiştir. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’a, Abbasî halîfesi tarafından “Sultân-ı İklîm-i Rûm” ünvânı verildiğinde, Pâdişâha Emîr Sultan kılıç kuşatmıştı. Devrinin en üstün velîsi olan Emîr Sultan, “Kerâmetler Sultânı” diye de anılmıştır. Zamanındaki Osmanlı sultanları O’na hürmet eder, bir sefere çıkacaklarında, huzûruna gelip mübârek duâsını alırlardı. O’nun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emîr Sultan, hayâtı boyunca, din ve vatan için yapılan gazâları teşvik etmiştir. Talebelerine bu işlerin kudsiyetini devamlı anlatmıştır. Vefâtından sonra da ma’nevî yardımlarının serhat boylarındaki gaziler tarafından görüldüğü devamlı anlatıla gelmiştir.
Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçememiştir. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşı’nın başlamasına çok az bir zaman varken, eşi Hundi Hâtun’un isteği üzerine, Allah Teâlâ’nın izniyle bir ânda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Hân ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultân’ın ikâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd’in aleyhine sonuçlanmıştı.
Emîr Sultan hazretlerinin kerâmetleri ve menkıbeleri pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Emîr Sultan Buhârâ’da iken, muhterem pederleri ile bir gün bir tenhâ yerde sohbet ediyor ve bir âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn, çok çocuk sahibi, borçlu, belâya mübtelâ olmuş bir kişi gelip, perişan hâlini; “Buhârâ’da bir bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor ve ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, bir gün bir fırtına esti. Bahçemde bulunan taze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey Resûlullah (s.a.v.)’in evlâdı! Allah Teâlâ’nın zayıf ve biçâre kulu olan bana, inâyet gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol” diye anlattıktan sonra, yüzünü Emîr Sultân’ın babası Ali’nin ellerine sürdü. Emîr Sultân’ın mübârek pederi; Cenâb-ı Hakk’ın eski varlığına yeniden kavuşturacağını söyleyerek, onu teselli etti. O ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyâra merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, muhtaç ihtiyârın bahçesine gizlice varıp, gönülden Allah Teâlâ’ya duâ ederek yalvardı ve: “Ey ni’metler veren ve rızıkları taksim eden Allah’ım! Bu fakirin ağaçlarını ve diğer bitkilerini eski canlılığına kavuştur” deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü. Daha sonra o fakirin bahçesinde bulunan ağaçlar yeşerdi ve ekili olan sebzeler canlandı. Sabah olunca, ihtiyârın kalbine, ilhâm-ı ilâhî geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girdiği zaman, bahçesinde bulunan ağaçların çiçeklenmiş, taze yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü, ihtiyâr adam bu durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve: “Ey rızkı veren ve mahlûkatı yaratan Allah’ım! Yalvarmam ve niyazım Sana’dır. Bana bu garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?” dedi. O esnada Emîr Sultan, bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyâr durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr Sultân’ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultân’ın duâsı bereketiyle, bahçesinin ağaçları, diğer sebzeleri yeşerip, evvelki gibi meyveli olduğuna şükür etti. İhtiyâr, Allah Teâlâ’nın kudretine hayran kalıp, hemen Buhârâ halkına gitti ve başından geçenleri onlara anlattı. Buhârâ halkı gelip bahçenin hâlini görünce, hayret ettiler. Bu kerâmet üzerine, hepsi gelip, Emîr Sultan hazretlerinin mübârek elini öpüp duâ talebinde bulundular.
Emîr Sultan, babasının vefâtından sonra, genç yaşta iken hac mevsiminde Mekke’ye, oradan da Medine’ye gitti. Niyeti, ceddi olan Resûlullah (s.a.v.)’ın mübârek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmak istiyordu. Medine’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sultan’ı odaya almak istemediler. Emîr Sultan Onlara; “Ben de seyyidim” dedi. Onlar; “Senin seyyid olduğunu burada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu” dediler. Emîr Sultan onlara; “Ben de burada, Allah’ın garîb bir kuluyum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin beraber Kâinatın Efendisi Resûlullah (s.a.v.)’ın türbesine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap verirse, onun nesebinin sahih olduğu belli olsun” dedi. Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in türbesine dönerek; “Esselâmü aleyke, yâ ceddî!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; “Esselâmü aleyke, yâ Ceddî!” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübârek sesiyle; “Ve aleyküm selâm, yâ veledî!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr Emîr Sultan karşısında büyük bir mahcubiyet duydular ve af dilediler.
Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i Münevvere’ye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve Hz. Ali (r.a.)’yi yan yana oturmuş hâlde gördü. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hz. Ali (r.a.) ona; “Ey Oğlum! Sana Cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed (s.a.v.)’in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin önünde, ilerleyen nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa, orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak” dedi. Emîr Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle” diyerek yola çıktı. Hz. Ali (r.a.)’nin dediği gibi, üç kandil O’na kılavuzluk etti. Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında üç servi civarında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında durdular. Böylece Emîr Sultan Bursa’ya yerleşti.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân, müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa’nın güzîde bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezirini de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câmi’nin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde ihtiyâr kadıncağızın bir evi vardı. Bu kadıncağız; “Ben evimi satmam” diye diretti. Ona; “Bize bu ev mutlaka lâzım” denildi ise de, hiçbir kimsenin sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân da o kadının yanına gidip, durumu anlattı ise de, kadını fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan’ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; “Sizin hizmetinize muhtacız, yoksa câmi-i şerîf yapılamaz” dedi. O gece ihtiyâr kadın rü’yâsında, mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’dan şefaat umup, Cennet tarafına gidiyorlardı, ihtiyâr kadın da onlar gibi Cennete gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyâr kadın feryâd etmeye başlayınca, zebanîler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular, ihtiyâr kadın; “Müslüman taife Cennete gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım” dedi. O sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennete gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Hân’a evini sat, inat etme, yoksa muannidlerden (inatçılardan) olup, ehl-i nâr (Cehennemlik) olursun” dediği ânda, ihtiyâr kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman, evinin bir nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. “Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini satarak, câminin yapılmasına vesîle oldu.
Sultan İkinci Murâd Hân’ın otuzbin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Bir gün Sultan Murâd, Emîr Sultan’ın yanına gelerek; “Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim” dedi. Bu arada Emîr Sultan’ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; “Ah! Hocam bu hizmeti bana verse de, o atı ben alıp gelsem, atın tımar ve bakım işlerini yapsam” diye kalbinden geçirdi. Emîr Sultan hazretleri ona dönerek; “Ey Hacı Babam! Gidin o ata söyleyin ki: “Senin şimdiki sahibin, Allah Teâlâ’nın emrine mu’ti olup, fermanına mahkûm olmuştur. Sen dahî sahibine tâbi olup, Allah Teâlâ’nın emrine itaat edip, kötü huylardan vazgeçer misin?” Bakalım ne işâret eder?” dedi. O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan’ın dediklerini söyleyince, at üç defa başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan; “Hacı Baba, o, kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin” dedi. Hacı Baba da o atın yanına hiç korkmadan yaklaştı. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cum’a günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. O at, yanına yaklaşmak isteyen ba’zı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid’at sahibleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet i’tikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid’at sahiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbîhte bulunurlardı.
Bir gün sohbet esnasında bir zât, Emîr Sultan’a, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mi’râca çıkmasının cismânî mi, yoksa rûhanî mi olduğunu sordu. Emîr Sultan hazretleri buyurdu ki: “Ceddim Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mi’râca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allah Teâlâ’yı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu husûsta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm Sûresi’nde bildirilmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) için cümle melâike ve bütün mahlûkat salavât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mi’racında, bedenen veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere mi’râc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Ey Habîbim! Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım” buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir.
Emîr Sultan hazretlerinin türbesi, vefâtından sonra yapıldı. Türbeyi yapan zât, rü’yâsında Emîr Sultan’ı gördü. O zâta; şurayı şöyle yap, burayı şöyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rü’yâda emir verdiler. O zât, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emîr Sultan’ı rü’yâsında görmedi.
Hacı Bayram-ı Velî, Emîr Sultan ile sohbet etmek için talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emîr Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından ta’mir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emîr Sultan’ın mübârek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şâhid oldu ve içinden; “Herhalde Emîr Sultan, bana kerâmetlerinden birini göstermek istedi” diye geçirdi. Emîr Buhârî O’na; “Biz, bununla size kerâmet göstererek evliyâdan biri olduğumuzu ispatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye bunu yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü. Hacı Bayram-ı Velî, daha önce hatırından geçenlerden dolayı Emîr Sultan’dan özür diledi.
Kullukta samîmî, irşâd ve aydınlatma çalışmalarında hasbî, ilim-irfan yolunda gayretli ve halka hizmette gönüllü oluşuyla üstün bir kişiliğe sahip olan Emîr Sultan Hazretleri, 1430’da Bursa’da veba hastalığından vefât etmiştir. Türbesi, Bursa’da kendi ismiyle anılan câminin yanındadır. Cenaze namazını o sıralarda Bursa’da olan Hacı Bayram Veli Hazretleri kıldırmış ve şu andaki türbesinin olduğu yerde toprağa verilmiştir.
Bugün vefatının 589. yıldönümü dolayısıyla minnet ve mağfiret duygularıyla andığımız merhum Emîr Sultan Hazretlerinin ruhunun şâd, mekânının cennet ve makamının yüce olması temennisiyle sohbetimizi noktalarken, bugün için kaleme aldığım “Emîr Sultan” başlıklı sekiz dörtlükten oluşan şiirimle sizleri selamlıyor, Mevla-i Müte’âl Hazretlerinden cümlemizi O ve O’nun gibi mâna büyüklerini örnek alıp, benzeri bir hayat yaşayarak hayırla yâd edilen mutlu ve müstesnâ kullarından kılmasını niyaz ediyorum.
Emîr Sultandır adı,
Yıldırım’ın damadı.
Ülkeyi aydınlattı,
İrfanıyla irşadı.
Seyyid oğlu seyyiddir.
Âlim, fâdıl, saîddir.
Sultanlara kılıçlar,
Kuşatan bir yiğittir.
Alperenler piridir.
Hak dostu, Hak eridir.
Haktan aldıklarını,
Halka veren biridir.
Çocukken yola girdi.
Erken yaşlarda erdi.
İlmi, irfanı derdi.
İsteyenlere verdi.
Mekke’ye Medine’ye
Gitti, kalayım diye.
Aldığı işaretle,
Yöneldi Türkiye’ye.
Buhara’dan Bursa’ya,
Binitle ya da yaya,
Yorulmadı yol aldı,
Oradan tâ buraya.
Beş yüz seksen dokuz yıl,
Önce rahmete râhil,
Dostlarından ayrıldı,
Rabbına oldu vâsıl.
O’na gelir gideriz.
Şükranla yâd ederiz.
Okur, dua ederiz.
Hakdan rahmet dileriz.”
Toplantı Sonu İkramdan Görüntüler