Dağların Düşündürdükleri
Allah Teâlâ, kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in müteaddid ayet-i kerîmelerinde güneşi, ayı, gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyi insanların emrine âmâde kıldığını beyan buyurarak karayı, denizi, dağları, dereleri, tepeleri, ovaları, ormanları kullarının istifadesine sunduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla onlardan yararlanmak için gerekli araştırma, inceleme ve çalışmalarda bulunmanın önemine işaret etmektedir.
Bunların hepsinden faydalanabileceğimiz bir yön veya yönler vardır ki, onları bizim istifademize sunmuştur diyerek, bu varlıkları dikkatle ve dirâyetle irdeleyip içerdikleri imkânlarla faydalanabileceğimiz özellik ve güzellikleri öğrenme cihetine gitmemiz gerekir. Dağlarda, derelerde istifade edebileceğimiz hususları ihmal etmemeli, arayıp bulmaya ve imkânların elverdiği nispette yararlanmaya çalışmamız îcâp eder.
Ancak insanlar, faydalanabilecekleri şeylerden ulaşılması ve elde edilmesi zor olanlara yönelmemekte, kolay olanlara tevessül etmektedirler. Rahatlıkla gidip gelebilecekleri bağa, bahçeye, tarlaya, ovaya ve ormana girip çıkmakta, dağlara çıkmayı, engelleri aşmayı ve dereleri geçmeyi ihmal etmektedirler. Düz yolda yürümekten hoşlanmakta, yokuşa çıkmaktan ve dağa tırmanmaktan kaçınmaktadırlar.
Oysa bağların, bahçelerin kendilerine verdikleri kadar dağların, derelerin ve tepelerin de verecekleri şeyler vardır. Bilinen ve bulunanlardan yararlanmanın yanında, bilinmeyen ve bulunmayanları araştırıp yeni ve yararlı buluşlar elde etmeye çalışmak lazım. Yeryüzünün kazıkları niteliğinde olup, dünyanın dört bir yanında bol miktarda bulunan değişik ebad ve evsaftaki dağlar, basîretle bakan ve dirâyetle düşünen herkesin dikkatini çekecektir.
Sahip oldukları tarihî ve tabii güzelliklerle, bulundukları yer ve yörelere kazandırdıkları değerlere göre çeşitli adlarla anılan bu yüksek yerler, dünyanın düzen ve dizaynıyla atmosferde hava sirkülasyonunun sağlanmasında önemli etken olan mekânlardır. Ama bu mekânlar hakkındaki bilgi birikimi maalesef yeterli miktarda değildir.
Bünyelerinde muhtelif madenlerin bulunduğu dağlar olduğu gibi, doruk noktalarında buz gibi soğuk suların aktığı, termal sıcak suların kaynadığı, lav fışkıran yanar dağların bulunduğu bilinmekte ise de, henüz içerikleri bilinmeyen dağlar da vardır.
Görkemli görünümleri ve dik duruşlarıyla yüce Yaradan’ın kudretinin azametini gösteren bu muhteşem mekânlar, içlerindekini dışarı çıkararak bazen çevrelerinde hayata katkı sağlamakta, bazen de yer altını rahatlatmaktadırlar. Dolayısıyla üzerinde durup düşünülmesi ve araştırmaların arttırılması gereken bâkir alanlardır.
Bir kısmı kayalarla kuşatılmış, bir kısmı da ağaçlarla donatılmış olan bu sivri ve sevimli mekânlar daha fazla ilgi beklemektedirler. Kış mevsiminde kayak yapmak, diğer mevsimlerde de benzeri amaçlarla akın edilen bu yerler, araştırma açısından da aynı ilgiyi görmelidirler.
Gerçekleştirdiği kültür gezilerinde gidilen yerlerin tarihî ve turistik özellikleriyle tabii güzelliklerine uygun sohbet toplantıları tertiplemeyi gelenek hâline getiren YOYAV, 19-20 Şubat 2019 tarihleri arasında Kayseri Erciyes Dağı’na planladığı gezi çerçevesinde grubun konakladığı Ommer Hoteli’nde akşam yemeğinden sonra “Dağların Düşündürdükleri” konulu sohbet programında önemli açıklamalarda bulunan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, Kur’ân-ı Kerîm’deki dağlarla ilgili bazı ayetlerden esinlenerek yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Gezilerimizin müdâvimi ve sohbetlerimizin muhibbi olan kıymetli kardeşlerim!
Tarihî eserlerle dolu ve tabii güzellikleriyle ünlü olan şirin ve sevimli ilimiz Kayseri’de sizlerle bir araya gelmenin sevinç ve saadeti içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, Erciyes Dağı’na selametle çıkıp inmeniz ve olumlu intibalarla Ankara’ya dönmeniz temennisiyle sözlerime başlarken, Cennet vatanımızı çok iyi tanımamızı ve tanıtmamızı diliyor, gezen, gören ve gördüklerinden ibret alan duyarlı ve dirâyetli insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
Mensuplarımızla dostlarımızı motive etmek maksadıyla düzenlediğimiz kültür gezileri çerçevesinde tarihî ve tabii meziyetleriyle bilinen bazı dağlara geziler tertiplediğimiz malumunuzdur. Bu cümleden olarak Umre ziyaretlerinde Medine-i Münevvere’deki Uhud Dağı ile Mekke-i Mükerreme’deki Sevr ve Nur Dağlarıyla Arafattaki Rahmet Dağı’na defalarca ziyarette bulunarak haklarında açıklamalarda bulunmuştuk. Seneler önce Mısır gezimizde Sina’daki Tur Dağı’na, daha sonra ülkemizdeki dağlardan Ilgaz Dağı’na, Bolu Dağı’nın değişik yerlerine gitmiştik. 24-25 Aralık 2018 tarihlerinde ise Bursa’daki Uludağ’a bir gezi düzenlemiştik. 19-20 Şubat 2019 tarihlerinde Kayseri’ye düzenlediğimiz bu gezide de Erciyes Dağı’nı programımıza aldık. Dolayısıyla bugünkü konferansımıza “Dağların Düşündürdükleri” konusunu seçtik.
Kur’ân-ı Kerîm’deki dağlarla ilgili bazı ayet-i kerîmelerden esinlenerek dağlara dair düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Yüce Rabbimizden bana anlatıp aktarmada, sizlere de dinleyip değerlendirmede tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Dağların bizim medeniyetimizde ve kutsalımızda çok özel bir yeri vardır.
Resûlullah (s.a.v.) kendisine peygamberlik verilmeden önce düzenli olarak Mekke yakınlarındaki Nur Dağına gider, burada inzivaya çekilirdi. Şehrin masivâsından ve hay-huyundan arınma yeriydi çünkü dağ…
Sonra bir gün dağda yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm nazil olmaya başladı. Yaradan “Rabbinin adıyla oku!” diye emrediyordu.
Vahyin başlangıcında Hz. Muhammed (s.a.v.) 40 yaşında bulunuyordu. Tarih, M. 610'du. İlk vahiy, Mekke yakınlarında bulunan Nur Dağı'ndaki Hira mağarasında gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendini dinleme duygusuna bir cevap olmak üzere bu mağaraya gider, burada göklerin senfonisini, bir başka deyimle, gökler kadar engin iç dünyasının senfonisini dinlerdi. İlk vahiy, işte böyle bir zamanda gelmişti.
Halbuki insanlardan önce emânet, göklere, yere ve dağlara teklif edilmişti de, onlar bunu yüklenmekten çekinmişlerdi. Bu husus, Ahzâb Suresi’nin 72. ayet-i kerimesinde şöyle beyan buyurulmuştur: “Biz, emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.”
İnsana yüklenen emânet, işlenmesinde sevap, terkinde azap olan ibâdet ve davranışlarla, akıl ve düşünce kabiliyetidir. Kulluk ve akıl emânetine riayet edilmezse zulüm ve bilgisizliğe sapılmış olur. Bu emâneti vermekle Allah, insanı teklifleriyle sorumlu tutmuş ve böylece onu imtihan etmiştir.
Öte yandan Haşr Suresi’nin 21. ayet-i kerîmesinde: “Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” buyrulmuştur. Yani iman ile okunup amel edilmesi için indirmiş olduğumuz bu büyük, şanlı Kur’ân’ı biz azîmü’ş-şân eğer bir dağın üzerine indirseydik, her halde sen, o dağı Allah korkusundan çatlayarak başını eğmiş görürdün. O kaskatı dağ, o derece müteessir olur ve Allah’ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar itaat edip secdelere kapanırdı.
Fakat Ahzab Suresi’nin meali arz edilen 72. ayetinin : “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” cümlesinde geçtiği üzere, gökler, yer ve dağlar ilk teklifte emânetin ağırlığından yılarak yüklenmekten çekinmişti de onu, insan yüklenmişti. Bundan dolayı kitap indirilmesine dağların ne kabiliyetleri vardır, ne de ihtiyaçları. İhtiyaç insanlarındır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm de, bir dağ üzerine indirilmemiş, insanlar için Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kalbine indirilmiştir.
Hem öyle beliğ ve tesirli bir suretle indirilmiştir ki, faraza büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş olsaydı, göğe doğru baş kaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına rağmen, Allah korkusu altında her türlü itaatsizliği bir kenara atarak çatlayıncaya kadar ilahî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi.
Binaenaleyh akıl ve şuur kabiliyetiyle emâneti yüklenen bir taraftan Cehennem ateşi, diğer taraftan Cennet nimetleriyle kuşatılmış istikbale doğru gitmekte olan insanların bundan daha fazla etkilenmesi ve uyanık olmaları gerekirken, o çok zâlim ve çok câhil insanlar bundan müteessir olmuyor ve Allah’a saygı duymuyorlar. Ayrıca Allah’ın hukukunu nefislerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır. Zemahşerî ve Ebu Hayyan’ın içinde bulunduğu bir çok müfessire göre söz konusu bu ayet de Ahzab Suresi’nin 72. ayeti gibi temsil kabilindendir. Maksadı, insanların kalplerindeki katılık ve etkisizliğe karşı onları uyarmaktır.
Kıymetli kardeşlerim!
Kur’ân-ı Kerîm’in beş ayetinde ‘cebel’ yani ‘dağ’ tekil, otuz iki ayetinde de ‘cibâl’ yani ‘dağlar’ çoğul olmak üzere otuz yedi ayette dağlar zikredilmiştir. Bu cümleden olarak Nebe’ Suresi'nin 7. ayetinde “Dağları da (yeryüzünde) birer kazık yaptık.” buyurulmaktadır.
Bu benzetmenin mucizevî yönünü ancak son yüzyıldaki jeolojik bulgulara dayanarak anlayabiliyoruz. Dağların yeryüzünde görünen kısmından çok daha büyük olan kökleri, yerin altında görünmez bir durumdadır. Dağların yerin altındaki kökleri, dağın görünen kısmının 10-15 katına kadar çıkabilmektedir. Örneğin Dünya'nın en yüksek noktası olan Everest Tepesi, yerin 9 km kadar üstündedir, oysa bu noktanın yerin altındaki kökü 125 km civarındadır.
Kur’ân-ı Kerîm dağların bir başka özelliğini daha haber verir bizlere. Neml Suresi’nin 88. ayet-i kerîmesinde dağların bu özelliği şöyle anlatılır: “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”
Burada da dağların hareket hâlinde olduğu buyurulmaktadır. Böylece Allah Teâlâ; Dağların hem birer kazık gibi yeryüzüne çakıldığını, hem de bir bulut kütlesi gibi hareket ettiğini bize haber vermektedir.
Medine yakınlarındaki Uhud Dağı'nın da dinî literatürümüzde özel bir yeri vardır. Uhud Dağı Hz. Peygamber (s.a.v.)’e muhabbetiyle bilinir. Bu muhabbeti sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde şöyle beyan buyurmuştur: “Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever, biz de onu severiz.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) Ümmetin fesada uğradığı devirlerde dağ başlarında, diğer insanlardan uzakta, ailesini geçindirebilmek için bir miktar koyun beslemeyi uygun görmüştür. Zira otu, suyu bol tenha yerlerde koyunlarını otlatan kimseler, onlardan temin edeceği et, süt, yoğurt, peynir ve yün ile kimseye muhtaç olmadan ve yiyeceğine haram karıştırmadan yaşayabilecektir. Öyle bir zamanda önemli olan bozulmuş toplumun fenalıklarından korunmaktır. Kendisini fenalıklardan koruyabilen kimseler, diledikleri şekilde yaşayabilirler.
Ebu Said el-Hudrî'nin rivayet ettiğine göre, bir gün ashâb-ı kirâmdan biri:
- Yâ Resûlallah! Hangi insan daha değerlidir? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v):
- "Canıyla, malıyla Allah yolunda savaşan mü'mindir.” buyurdu.
O sahabi:
- Sonra kimdir? diye sordu.
Efendimiz (s.a.v.):
- "Dağ aralarına çekilip Rabbine ibâdet eden kimsedir." buyurdu.
Issız dağlara konulmuş ulvi işaretlerin bir kısmını yukarıda zikrettik. Şimdi de bir miktar dağlara konulmuş insan işaretlerinin izlerini sürelim.
Malum olduğu üzere; İbn-i Haldun toplumları analiz ederken iki kavram ortaya atar. Bunlar, Dağlılar ve Şehirliler'dir. İbn-i Haldun Dağlıların “Mert, yiğit, hesapsız ve yozlaşmamış” insan toplumları olduğunu, şehirlilerin ise “hırs ve yaşam konforuna kendini kaptırmış” insan toplulukları olduğundan bahseder.
İbn-i Haldun “Dağlılar şehre yerleştikten sonra eski özelliklerini kaybederlerse, o zaman şehirde kurulan devletin ve medeniyetin sonu gelmeye başlar.” iddiasında bulunur.
Yeryüzünde yaşanmış devlet tecrübeleri İbn-i Haldun'un bu teorisini doğrular. Çünkü İbn-i Haldun'un bizzat kendisi Mukaddime'sini dönemine kadar yaşamış 150 Devleti inceleyerek yazmıştır.
Özetle İbn-i Haldun diyor ki; etrafınızdaki dağdaki işaretlere bakın. İktidarınızın ve devletinizin gücünün hangi noktada olduğunu rahatça anlarsınız.
Yada (hâlâ etrafınızda kaldıysa) dağlı dostlarınıza durumunuzu sorun. Onlar size hâlinizi mertçe, yiğitçe ve hesap yapmadan söyleyecektir.
Kıymetli kardeşlerim!
Dağların durumlarını dikkatimize getiren ayet-i kerîmelerden biri de Neml Suresi’nin: “Sen dağları görürsün de onları sabit sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler.” mealindeki 88. ayet-i kerîmesidir.
Bu ayet-i kerîmede, dağların göründükleri gibi sabit olmadıkları ve sürekli hareket hâlinde bulundukları bildirilmektedir.
Acaba dağların sabit olmaması ve bulutlar gibi sürüklenmesi ne anlama gelmektedir?
Kur’ân-ı Kerîm’in 1.400 küsur sene önce haber vermiş olduğu bu hakikat hakkında acaba bilim adamları ne demektedir? Şimdi bu konuda bilimin ne dediğine bakalım:
İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların Dünya’nın ilk dönemlerinde bir arada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştü.
Ancak jeologlar, Wegener’in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980’li yıllarda anlayabildiler. Wegener’in 1915 yılında yayınlanan bir makalesinde belirtmiş olduğu gibi; yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlıydılar ve Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu’nda bulunuyordu. Pangaea’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler.
20. yüzyılın başlarında yapılan jeolojik araştırmalar sonucunda keşfedilen yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır: Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km. kalınlığındaki Dünya yüzeyi “tabaka” adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. “Tabaka tektoniği” adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler. Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm. civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah Teâlâ dağların hareketini, meali arz edilen ayet-i kerîmede “sürüklenme” olarak ifade etmiştir. Çok ilginçtir ki, bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de “continental drift” yani “kıtasal sürüklenme”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, bilim adamlarının kıtaların hareketine verdikleri isim aynıdır. Kur’ân-ı Kerîm de bilim adamları da bu olaya “sürüklenme” ismini vermişlerdir.
Kıtaların kayması Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği dönemde gözlemlenemeyecek bir bilgidir ve bir beşerin tek başına bu bilgiye sahip olması mümkün değildir. Bu bilgi 20. yüzyılın başlarında ancak keşfedilmiş bir bilgidir.
İşte bu sebeple, Allah Teâlâ ayet-i kerîmede “Sen dağları görürsün de onları sabit sanırsın” ifadesini kullanmış ve insanların bu konuyu ne şekilde değerlendireceklerini önceden bildirmiştir. Ancak bunun ardından da bir gerçeği açıklamış ve dağların bulutların sürüklendikleri gibi sürüklendiklerini haber vermiştir. Yani kıtaların hareketine ve kıtalarla birlikte dağların da hareket ettiğine dikkat çekmiştir.
Görüldüğü gibi, ayet-i kerîmede, dağların bulunduğu tabakanın hareketliliğine açıkça dikkat çekilmiştir. Bilimin çok yeni keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, Kur’ân-ı Kerîm’de haber veriliyor olması şüphesiz büyük bir mucizedir ve bu, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın sözü ve bunu haber veren zatın da Allah’ın elçisi olduğunun çok açık bir delilidir. Bunu inkâr edenler, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in 1.400 sene önce bu bilgiye nasıl sahip olduğunu açıklamak zorundadırlar.
Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamanın ve içeriğini incelemenin gayreti içinde olduğuna inandığım kıymetli kardeşlerim!
Bugünkü sohbetimizde sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ettiğim ayet-i kerîmelerden biri de Mülk Suresi’nin: “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın. Ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır.” mealindeki 15. ayet-i kerîmesidir.
İncelendiğinde de anlaşılacağı üzere bu ayet-i kerîmede yeryüzünü insanların faydalanmalarına hazır ve uygun bir durumda yaratıldığını ifade eden bir temsil mevcuttur. Yeryüzü, omuzlarında dolaşılacak bir halde emre âmâde kılındığına göre, artık dünyada insanlara boyun eğmeyecek hiçbir maddî varlık yok demektir. Bu ayet-i kerîmede insanlığı ve özellikle Müslümanları daima yükselmeye bir teşvik vardır.
Bu ayet-i kerîmede geçen “menâkip” yani yerin omuzlarından maksat yerin en yüksek, en uzak, yürümek için en zor ve nazik yerlerine kadar uzanan sırtı demektir ki, bu da dağları, tepeleri, ovaları ve dereleriyle bütün doğu-batı taraflarına, kuzey ve güney kutuplarına varıncaya kadar etrafını kuşatan alanın hepsini kapsar. Yerin omuzlarında yürümek için de önce onu keşfedip bilmeye ihtiyaç vardır. Bu ise, yerin sathına dair halleri bildiren ve adına coğrafya denilen bilgilerle olur. Şu halde burada coğrafya bilgisini tahsil etmeye ve yavaş yavaş keşifleri ileri götürerek araştırma yapmaya da bir teşvik vardır. Ayrıca bundan yerle ilgili araştırmalarda bulunmak gibi pratik ilimlerin hepsine yönlendirme manası da anlaşılabilir.
Değerli kardeşlerim!
Bugün sizlerle paylaşmak istediğim ayet-i kerîmelerden ikisi de Nebe’ Suresi’nin yeryüzü ve dağlarla ilgili olan: “Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” mealindeki 6-7.ayet-i kerîmeleridir.
Dikkat edileceği üzere burada yeryüzünün insan hayatı için bir döşek gibi olduğu anlatılırken, dağların da bu döşeğin durumunu sabitleştirmek için çakılmış kazıklar gibi bazı faydaları bulunduğuna ve dağlar kaldırılmış olsa, o döşek üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına işaret edilmektedir.
Yer üzerinde çıkıntıları bir sahaya çakılmış bir takım kazıkların görüntüsünü andıran ve bu şekilde nice bölgeler meydana getirerek onları üzerinde oturmaya ve medeniyete elverişli, korunmuş yataklar hâlinde sınırlayıp sabitleştirmiş bulunan dağların yaratılış hikmeti Kur’ân-ı Kerîm’de başlıca Enbiya Suresi’nin: “Yeryüzünde insanları sarsmaması için sabit dağlar yarattık.” mealindeki 31. ayet-i kerîmesi gibi ayetlerde geçtiği üzere çalkanma ve sallanmadan korumak suretiyle sabitleştirme ve sükûnu sağlayan baskılar manasında ifade edilmiştir ki, bu sallantı ve çalkanışlar insan hayatı bakımından jeolojik, coğrafi, atmosferik ve sosyal olmak üzere bir çok yönlerle ilgilidir.
Dağlarla ilgili diğer ayet-i kerîmelerin anlam ve yorumlarını da sizlerin araştırıp okumanız temennisiyle sözlerimi noktalarken, Kur’ânî bilgilerde denizler gibi derin, dirâyet ve liyakatta dağlar gibi yüce olmanızı diliyor, bugün için yazmış olduğum ‘Kayseri Gözümün Yağı’ başlıklı beş dörtlükten oluşan şiirimle sizleri selamlayarak hepinize hayırlı akşamlar niyaz ediyorum.
Kayseri Gözümün Yağı
Selçuklunun hâtırası,
Sanayinin hârikası,
Anadolu’nun aynası,
Kayseri, kalkınma kası.
Aklı, idrâki, iz’ânı,
İle ünlüdür insanı.
Vazgeçilmezidir onun,
İmanı ile ihsânı.
Pastırma, sucuk ve yağı,
Gevheri ve gezi bağı,
Kalkınmada açtı çağı,
Kayseri, gözümün yağı.
Başka bir güzeldir dağı,
Havası, suyu, toprağı.
Ağaçlarının yaprağı,
Kayseri, gözümün yağı.
Erciyes kayak merkezi,
Cezbetti buraya bizi.
Görenlere unutturdu,
Ülkemizdeki krizi.”
Kayseri Büyüşehir Belediyesi KARDAN ADAM Tesisleri
Erciyes Oteller Bölgesi
Teleferik
YOYAV GEZİ GRUBU ERCİYES'TE
Gevher Nesibe Hatun Türbesi
SEYYİD BURHANEDDİN HZ. TÜRBESİ
Seyyid Burhaneddin Hz. Türbesi içinden girilen Emir Erdoğmuş Türbesi.
Seyyid Burhaneddin Hz. Türbesi karşısındaki ana cadde üzerindeki Han Camii.
KAYSERİ KALESİ
Grup Kale önünde.
HUNAT HATUN CAMİİ
Grup, Hunat Hatun Camii önünde.