Allah ve Peygamber Sevgisi, Sevgilerin Zirvesi
İnanan insan için bahtiyarlığın doruk noktası, Allah ve Peygamber sevgisidir. Zira sevgilerin en yücesi, Allah sevgisidir. Allah sevgisinin simgesi de Peygamber sevgisidir. Bunun içindir ki Müslüman, her şeyden çok Allah’ı ve Allah’ın Resûlünü sevmelidir. Onları, Allah’ın sevdikleriyle Allah’ı sevenleri ve Allah için insanları sevmek izlemelidir.
Hak aşığı müminin kalbi sevgiyle dolmalı, o sevgi Allah sevgisi olmalı ve Allah’tan gayriye kalbinde yer olmamalıdır. Tabii ki, ana-baba, eş-kardeş, akraba ve arkadaş sevgisi de olacak ama, bunların hiçbiri Allah sevgisinin yerini almamalıdır. Allah sevgisi sözde kalmamalı özde olmalı, kullukta kaim, iman, ibâdet ve istikamette dâim ve Resûlullah’a tabi’ olmakla ispat edilmelidir.
Biliyoruz ki, “Vedûd” olan Allah Teâlâ kullarının kalplerine sevgi tohumunu koyan ve korunmasını isteyendir. İlahî bir lütuf olan bu sevginin iyiye, doğruya ve güzele yönelik olmasını dilemiş ve meşru yollarla yerlerde kullanılmasını istemiştir. İman ve muhabbetle tezyîn edilmesi ve Allah sevgisiyle doldurulması gereken kalbin kin, nefret, fitne, fesat ve benzeri kötü duygu ve düşüncelerle kirletilmemesine özen gösterilmesini emretmiştir.
Bu inanç ve anlayışla davranışlarını dizayn ederek Allah ve Peygamber sevgisini esas alıp, sevip sevilmeyi ve yekdiğerini Allah için sevmeyi ilke edinen YOYAV’lılarla davasına destek veren dostlarının Allah ve Peygamber sevgisiyle donanmalarına katkıda bulunmak gayesiyle ayda bir defa düzenlenen “Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantı”larının Şubat ayı halkası 17 Şubat 2018 Cumartesi günü gerçekleştirildi.
YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş Tecvid Makam kurslarıyla, Kur’ân Denizinden Damlalar ve Arapça kursuna devam eden öğrencilerinin ikram ettikleri kahvaltıya katılan konukların konferans salonundaki yerlerini almalarının akabinde, maddî doyum gibi manevî doyuma ermeleri için yaptığı “Allah ve Peygamber Sevgisi, Sevgilerin Zirvesi” konulu, gözlerin yaşarmasına ve gönüllerin yücelmesine yol açan konuşmasında şunları söyledi:
“Aşk-ı ilahî ile coşan, muhabbet-i Muhammedî ile pişen ve Hakk’ın rızası doğrultunda, halka hürmet ve muhabbetle muamelede bulunup, Hâlik-i Zül Celal için onlara hizmete koşan kıymetli kardeşlerim!
Birbirini boğmaya, düşürüp devirmeye, soyup soğana çevirmeye çalışan menfaat perest ve materyalist insanlarla dolu bu dünyada, insanları yaratıp yaşatan yüce Allah’ı, O’nun mesajlarını insanlara ileten peygamberleri ve bilhassa Habîb-i Hüdâ ve şefî’i rûz-i cezâ olan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’i sevmeyi, imanın îcâbı kabul eden ve yaratılanları Yaradan için sevmeyi ilke edinen samîmî Müslümanlardan olan siz kıymetli konuklarımızı sevgi ve saygıyla selamlıyor, Allah Teâlâ’nın selâm ism-i şerîfinin esenliğinde olmanız temennisiyle sözlerime başlarken, toplantımıza teşrifinizden dolayı hepinize takdir ve teşekkürlerimizi ileterek hoş geldiniz diyorum.
Az önce öğrencilerimizin ikram ettikleri nefis bir kahvaltıya katıldık. Birbirinden güzel ve leziz yemeklerden yiyerek midelerimize bayram ettirdik. Onları hazırlayan kardeşlerimiz, sevgilerinden kattıkları için, yemekler lezzetli ve iştah açıcı idi. O leziz yemeklerle midelerimizi doyurduğumuz gibi, kalbimizi sevgi ve beynimizi de bilgi besiniyle doyurmak için bu salonda birlikteliğimizi devam ettirmekteyiz. Mevlâ muî’nimiz ve melekler muhibbimiz olsun, gönlümüz ilgi ve beynimiz bilgiyle dolsun diyor, besmeleyle yolumuza devam etmek istiyorum.
Allah ve Peygamber sevgisinin, inanan insanlar için hayatî ehemmiyet arz ettiğini içeren müteaddid ayet-i kerimelerle, muhtelif hadîs-i şerifler olduğunu ve bu alanda birçok kitaplarla yazılar yazıldığını hepimiz biliyoruz. Ancak, çoğumuz bunları görmemiş, duymamış, okumamış ve onlardan bîhabermiş gibi sevgiyle bağdaşmayan sevimsiz davranışlarda bulunmaktayız. Bununda ötesinde yaşadığımız yer ve yörelerde Yaradan’a yan bakan, yaratıklara kan ağlatan ve yürek yakan yaramaz kimselerin bulunduğunu bilmekteyiz. Ama biz herkese hayır dilemekte ve sevgiyle yaklaşmayı hedeflemekteyiz. Bunun için, sevgi konusunu değişik yönleriyle ele alıp, aklımızın erdiği ve dilimizin döndüğü nispette sevip sevilmenin önemini anlatıp aktarmaya çalışmaktayız. Yüce Rabbimizden bana anlatıp aktarmada, sizlere de anlayıp uygulamada tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Kıymetli kardeşlerim!
Malumunuz olduğu üzere Allah Teâlâ insanları öyle duygularla donatmıştır ki, o duygular değerlerini bilenleri dünyanın en güçlü, en mutlu, en rahat ve en dingin insanı hâline getirebilir. Sevgi, bu duyguların başında gelir. İnsan kalbi sevgi ile hislenir ve beslenir. Üzüntü, korku ve endişe de kalp krizini yüzde kırk oranında arttırır. Sevgi, güçlüleri güçsüzlere hizmet ettirecek kadar büyük bir güçtür. Bu güç, ebeveyni evlada, büyüğü küçüğe ve varlıklıyı varlıksıza hizmet ettirir.
Sevginin kaynağı Allah sevgisidir. Allah’ı, Peygamberlerini, meleklerini ve kullarını sevmek, onlar tarafından sevilme vesîlesidir. Sevilmek için sevmek gerekir. Sevmeyenin sevilmesini beklemesi, hak etmediğini beklemesi demek olur. Her şeye sevgi ile yönelmek ve herkesin sevgisine mazhar olacak sevecen davranışlarda bulunmak, akıllı insanların özelliğidir. “Ben kimseyi sevmeyeyim ama herkes beni sevsin” düşüncesinde olmak ise, basîretsiz ve bencil insanların yaklaşımıdır. Sevgi sıralamasında Allah, Peygamber, anne, baba, evlat, akraba, arkadaş, eş, dost, konu, komşu, öğretmen, öğrenci sevgisi önde gelir. Dolayısıyla müslümanın sevgi listesinin başında Allah sevgisi, ardından da Peygamber sevgisi olmalıdır.
Sevmek görev, sevilmek imtiyazdır. Gerçekten sevenler de oldukça azdır.
Sevgi gönüllerin kapısını açan anahtar, bu anahtarı kullanan insan da bahtiyardır.
Seven; sevilmeye hak kazanan, sevilen de; gönülde taht kurandır. Sevilmeye hak kazanmak ve kurulan tahtı korumak da oldukça önemlidir.
Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsından biri de çok seven ve sevilen anlamına gelen “el Vedûd” ism-i şerîfidir. Kullarını sevmiş, yaratmış ve sevgiyle donatmıştır. Başta Allah Teâlâ’yı, sonra Habîbim dediği Peygamberini, daha sonra da birbirlerini sevmelerini istemiş ve tüm sevgilerde Kendi rızasının gözetilmesini dilemiştir.
Maddî menfaat, dünyevî düşünce ve şahsî çıkardan kaynaklanan sevgilerin değerinin düşük, süresinin kısa, samîmiyetinin olmadığını, Peygamberi vasıtasıyla kullarına duyurmuştur. Kalıcı olanın Allah için olan sevgi olduğunu beyan buyuran sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Seni herhangi bir şey için seven kimse, o şey bittiğinde senden bıkar.” buyurarak menfaata mebnî olan sevginin geçici olduğuna, Allah için birbirini seven insanların yaşadıkları samîmi sevginin de, kendileri için ebedî hayatta mutluluk vesîlesi olacağına işaret etmiştir.
Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfinde de: “Yedi sınıf var ki, Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan bir günde onları kendi gölgesinde barındırır.” buyurmuş ve bunlardan bir sınıfın da “Allah için birbirini sevip, bu sevgiyle bir araya gelen ve ayrılan iki kimse” olduğunu söylemiştir.
Sevgi yüce Rabbimizin gönüllerde var ettiği ilahî bir duygudur. Hayatımız bu duygu ile anlam bulur.
Sevginin en üstün ve değerli olanı şüphesiz ki Allah sevgisidir. Müminler Allah’ın muhabbetini her şeyin üstünde tutar ve O’nu her şeyden çok severler. Allah’ı sevenler, farzlarını yerine getirir, haramlardan sakınır, nafile ibâdetlerle manen O’na yakın olmaya gayret ederler. Allah yolunda çalışır, İslamı yaşama hususunda kınanmaktan çekinmez, kalbi, zihni ve dili ile dâima Rabbini anar. Allah’tan gelene râzı olurlar. Allah’ı seven bir kul zamanla O’nun sevgisini kazanır.
Peki Allah kimleri sever? Allah Teâlâ’nın kimleri sevdiğini öğrenmek için Kur’ân-ı Kerîm’i incelediğimizde aşağıda mealleri arz edilen ayet-i kerîmelerden; Resûlüne uyanları, muhsinleri (iyilik edenleri), tevbekârları, takvâ sahiplerini, sabredenleri, adaletli olanları, çok temiz olanları ve Allah yolunda çalışanları sevdiğini görmekteyiz. Dilerseniz bu ayet-i kerîmelerin meallerini birlikte okuyarak üzerlerinde durup düşünelim ve Allah’ın sevdiği o kimselerden olmaya çalışalım.
“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmran, 31)
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde iyi davranın, çünkü Allah muhsinleri (iyilik edenleri) sever.” (Bakara, 195)
Ayet-i kerîmede geçen “ihsân” kelimesi, bir işi tam ve noksansız yapmak, işin hakkını vermek ve dürüst olmak demektir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v.)’e: “İhsân nedir?” diye sorulmuş. O da: “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi kulluk etmendir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor.” buyurmuştur. Kulluk umumî bir davranıştır. Bu itibarla hadîs-i şerîfteki manayı, özellikle ibâdete yöneltmek doğru değildir. Esasen Arapçada ihsân, işi doğru-dürüst yapmaktır. Onun için işinin ehli olana “muhsin” denir. Sosyal yardımı ve adaleti de içine alan ihsân ve infâkı, “tehlikeyi önleyen bir tedbir” olarak gösteren ayet-i kerîme, adaletin anarşiyi ve ihtilali önlediğine de işaret etmektedir.
“… Şunu iyi bilin ki, Allah, tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 222)
“Hayır! (Gerçek onların dediği gibi değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah, sakınanları sever.” (Al-i İmran, 76)
“Nice peygamberler vardır ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu hâlde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146)
“… Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah adil olanları sever.” (Maide, 42)
“ … Allah çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 108)
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saf, 4)
Bu ayet-i kerîmelerin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ Resûlüne uyanları, muhsinleri, tevbekârları, takvâ sahiplerini, sabredenleri, adaletli olanları, temiz olanları ve Allah yolunda savaşanları sevdiğini bildirmekte ve Yunus Suresi’nin: “İyi biliniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.” meâlindeki 62. ayetinde sevdiği kullarına korku ve üzüntü olmayacağını vurgulamaktadır.
Al-i İmrân Suresi’nin meali arz edilen 31. ayetinin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ’yı sevmenin göstergesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktır. O’na uymayanın Allah sevgisi samîmî değildir. Sevenin, sevgilinin rızasına erebilmek ve öfkesinden sakınmak, korunmak olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan sayılan şeylerden kaçınmayı gerektirir. Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin ve kemâlin ancak Allah’a ait olduğunu idrâk edip anladığı zaman, onun bütün sevgisi Allah için, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah’ın dini de tevhid ve İslam olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır durur. İtaat ve ibâdet için gösterdiği irade de ancak bu din hâkim olur. O halde Allah’ı sevenler: “Ben özümü Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da öyle.” (Al-i İmrân, 20) diyen ve bu ilahî emri tebliğ eyleyen Resûlallah (s.a.v.)’a karşı gelmemek ve O’nun gibi ihlâs ve samîmiyetle, “Ben özümü Allah’a teslim ettim” deyip dininde O’na ve O’nun öğretim ve bildirilerine uymak ve O’nu örnek almak gerekir. Bunun zıddı, “Ben Allah’ı severim ama, emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmek, O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem.” demektir ki, bu da: “Ben kendimden başka bir şey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem.” demektir.
Allah’ın Resûlüne uymak istememek, “Ben özümü Allah’a teslim ettim” dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah’ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.
Sevginin menşei, “el-Vedûd” olan Cenâb-ı Hak’tır. O, yarattığı her insanın kalbine ilahî muhabbetin tohumunu atmıştır. Bu bakımdan müminin Hakk’a vuslat yolculuğunda en önemli vasıtası, yaratılışından gelen bu muhabbet yeteneğidir.
Fakat muhabbetin hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbeti; mecâzîsi ise, Allah’tan gayrısına duyulan muhabbetlerdir.
Esasen Allah Teâlâ’nın razı olduğu ölçüler içinde yaşanan mecâzî muhabbetler de hakîkî muhabbete birer basamaktır. Yeter ki, mecâzî muhabbetler, kalp için son durak olmasın! Zira, mal-mülk, makam-mevki, aile ve evlad gibi -meşru da olsa- fânî muhabbet merhalelerinden birine takılıp kalarak bunları Hakk’a vuslat yolculuğunda son durak edinmek, Allah muhabbeti için yaratılmış olan gönlün ve muhabbet sermayesinin ziyan edilmesi demektir.
Muhabbetin lâyıkından başka yerlere sarf edilmesi, âdeta pırıl pırıl bir pınarın bir bataklığa yahut bir mezbeleliğe dökülmesi kadar fecî bir durumdur. Nihayeti Hakk’a varmayan yanlış adreslerde aranıp çıkmaz sokaklarda heba edilen bütün muhabbetler, ruh için beyhude bir yorgunluk ve ağırlık sebebidir.
Muhabbette nihâî gaye ise kalbin Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin muhabbetinde derinleşerek “Hakk’a vuslat”a nâil olmasıdır. Zira kulu Allah’a muhabbet deryasına ulaştıracak olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Bu itibarla beşerî muhabbet merhalelerinde ulaşılabilecek zirve de Resûlullah (s.a.v.)’e duyulan muhabbettir. O’na muhabbet ve hürmet göstermeden, Efendimiz (s.a.v.)’i gerçek manada tanımak da, O’ndan layıkıyla istifade etmek de mümkün değildir. Zira tanımak için yakınlaşmak, yakınlaşmak için de sevmek şarttır.
Ayrıca muhabbetin şiddeti ölçüsünde âşık ile mâşuk arasında bir hissiyat benzerliği yaşanır. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfi de bu kalbî beraberliği ifade etmektedir. Yani seven, sevgisi nispetinde sevdiğine benzemeye, onun şahsiyetinden hisse almaya başlar.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e duyulan muhabbet; ibâdetlere huşû, beşerî davranışlara nezaket, ahlaka zerafet, gönüllere rikkât, yüzlere nûrâniyet, lisanlara hikmet, bakışlara ibret olarak yansır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den elde etmemiz gereken en önemli manevî öğrenim iç dünyamızı O’nun gönül dokusundaki hissiyât ile müşterek hâle getirebilmektir. Nitekim Allah Teâlâ, kendi muhabbet ve mağfiretini, Habîbine itaat şartına bağlamış olduğunu Al-i İmrân Suresi’nin meali verilen 31. ayetinde şöyle beyan buyurmaktadır: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”
Ancak Allah Resûlüne olan kalbî yakınlığımız, O’nunla hissiyat, fikriyat, hâl ve fiil beraberliğimiz hâsılı muhabbetimiz; azâb-ı ilâhîden de kurtuluş vesîlemizdir. Zira Allah Teâlâ Enfâl Suresi’nin 33. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Resûlüm!) Sen onların içindeyken Allah, onlara azap edecek değildir!..”
Günümüzde merhamet, can evinden vurulmuş kıvranırken, muhabbet süflî gayeler uğrunda pervasızca harcanırken, şefkat, diğergamlık, îsâr ve benzeri güzel hasletler unutulmaya yüz tutmuşken, güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan O rahmet peygamberinin hayat veren düsturlarına her zamankinden daha fazla muhtacız. Bilhassa şu ahir zamanda her geçen gün, bir önceki günden daha fazla muhtacız…
Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)le beraber olmayan her devir cahiliyedir.
O’nunla birlikte çarpmayan her yürek, derin bir gaflet karanlığındadır.
O’nu takdir etmeyen her vicdan, zavallıdır.
Bu itibarla gönlümüzdeki hiçbir sevgi, Allah ve Peygamber sevgisinin önünü geçmemelidir. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi.
Unutmayalım ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bizim en büyük gönül servetimizdir. Bütün dünya nimetleri bizim olsa, fakat Allah Resûlünü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu? Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûmdur. Fakat Resûlullah (s.a.v.)’ı tanıyıp, O’na can-ı gönülden tabi’ olmanın getireceği huzur ve saadet ise ebedîdir.
İşte gönülleri bu şuur ve idrâk ile yoğrulmuş olan ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in en ufak bir arzusunu yerine getirebilmek için büyük bir aşk ile dâima: “Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Resûlallah” demişlerdir.
Şu bir gerçektir ki, müstesnâ bir yaratılış harikası olan sevgili Peygamber (s.a.v.)’i beşerî tâkat dâhilinde bütünüyle idrâk edebilmek mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibalar, O’nu idrâkte yetersiz kalır. Zira sâhili olmayan bir denizi bir bardağa sığdırmak imkânsızdır.
Hakikat-i Muhammediyye’nin azameti karşısında bizim idrâkimiz, yüksek metafizik hâdiseleri kavramak hususunda bir çocuğun sahip olduğu idrâkten farksızdır. Zira Allah Teâlâ sevgili Peygamberine öyle muazzam bir mevki lütfetmiştir ki, insanlığın, o aziz Peygamberin fazl-u kemâline bütünüyle vâkıf olması da, O’nu kelimelerin sınırlı imkânlarıyla tam olarak îzâh edebilmesi de mümkün değildir. O’nun bizim lisanımızdaki ifadesi de ancak deryadan bir damla kabîlindendir.
Çünkü O; öyle bir rahmettir ki, bütün varlıklar O’nun hürmetine yaratılmış ve O’na olan muhabbeti nispetinde Hak katında kıymet bulmuştur.
Öyle bir rahmettir ki, O, olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi.
Öyle bir rahmettir ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nuru ile vücut bulmuş, bütün peygamberler, O’nun nurunun feyiz ve bereketlerini taşımışlardır.
Öyle bir rahmettir ki, nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir yansımadır. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nurundan olmasın! O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazeliği daha da artan bir gül, serapa nurdan bir gonca-i ilahîdir. Bundan dolayıdır ki, sahâbe-i kirâm, evliyâullah, ârifler ve sâlihler, gönül aynalarında en saf ve lâtif nakışlar görülebilsin diye ruhlarını dâima O’nun muhabbet nuruyla parlatmışlardır.
Bu duygu ve düşüncelerle sözlerimi noktalarken, kalbinizin Allah ve Peygamber sevgisiyle dolmasını ve Onlar tarafından sevilmenizi diliyor, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Konferanstan Görüntüler
Kahvaltıdan Görüntüler
Bu kare kod ile haber ve resimleri telefonunuza indirebilirsiniz.