BİLGİLİ BİREY VE BİLİNÇLİ TOPLUM
Bilgi ve bilinç insanların ilerlemesinde ve toplumların gelişip güçlenmesinde etken olan unsurların öndegelenlerindendir. Bilgisiz ve ilgisiz bireylerle, bilgi düzeyi düşük toplumların terakkî ettiği ve ileri ülkeler arasında yeraldığı tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. İlim ilerlemenin olmazsa olmazıdır. Bu gerçeğin bilincinde olanlar, eğitim hizmetleriyle bilimsel çalışmalara olağanüstü özen gösterir ve bütçelerinde bu çalışmalara büyük rakamlar tahsis ederler. Tabii elde ettikleri buluşlar ve sağladıkları sonuçlarla çaba ve çalışmalarının karşılığını fazlasıyla alırlar. Teknolojide takdire şâyân olan gelişmeler kaydeder ve sanayi sektöründe söz sahibi olurlar. Hızlı adımlarla ilerler, her geçen gün yeni ve başarılı bir çalışmaya imza atarlar.
Buna karşılık bilgisizlik içinde bocalayıp basit işlerle oyalanan insanlar da kaplumbağa hızıyla hareket ederek uygarlık yarışında yer almayıp gerilerde kalırlar. Dolayısıyla başkalarına el açmaya ve onlardan emir almaya mahkûm olurlar.
Geri kalmamak ve emir almamak için daha bilgili olmak ve daha çok çalışmak icabeder. Bunun için de eğitim ve öğretim hizmetleriyle, ilmî çalışmalara daha fazla özen gösterilmesi ve imkânların seferber edilmesi gerekir. Zira insan beynine biçim veren eğitimdir. Einstein’in dediği gibi: “Bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır.”
2010-2011 eğitim ve öğretim yılının ilk aylarında öğrenimlerini sürdüren öğrencilerimizle, onları eğitip öğreten öğretmenlerimize baktığımızda, ülkemizde şu anda 850 bin öğretmenimizin 16 milyon öğrencimize bilgi ve beceri kazandırmakta olduklarını görüyoruz. Yani ülke nüfusunun yaklaşık dörtte biri değişik düzeydeki okullarda öğrenim görmektedir. Bu tablo memnuniyet verici bir tablodur. Ama yetişkinlerin yönlendirilmesine ve yeni bilgiler edinmesine yönelik eğitim ve öğretim çalışmaları yeterli değildir.
Bu durumu gözönünde bulunduran YOYAV, yirmi iki yıldır yoksul öğrencilere verdiği burslarla yaptığı eğitim yardımlarının yanında, düzenlediği bilgi ve beceri kurslarıyla yetişkinlere yeni bilgiler edindirmeye çalışmaktadır. Bu arada her ay planlı ve programlı bir şekilde gerçekleştirdiği konferanslarla sohbet toplantılarında ele aldığı bazı sosyal, kültürel ve bilimsel konularda dilegetirdiği düşüncelerle, davetlileriyle dostlarını bilgilendirme cihetine gitmektedir.
Bu cümleden olarak 1 Kasım 2010 Pazartesi günü “Kur’an Denizinden Damlalar” kursuna katılan kursiyerlerin ikramı olan öğle yemeğinden sonra konferans salonunu dolduran konuklara: “Bilgili Birey ve Bilinçli Toplum” konusunda konuşan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş şunları söyledi:
“Öğrenip öğretmeyi ve üretip ikram etmeyi ilke edinen YOYAV’ın kıymetli konukları, bilgi ile beyin bilemeyi ve ilgi ile iyilik dilemeyi düstur edinen değerli dostlarımız, her geçen gün yeni bilgiler edinerek ilmin ışığında ilerlemenin gayret ve kararlılığı içinde olduğuna inandığım sevgili öğrencilerimiz, basınımızın güzîde temsilcileri!
Maddî ve manevî hayatımızda bilgi ve bilincin yer ve önemini dilegetirerek sürekli yeni bilgiler edinip bilgi birikimimizi bereketlendirmemize ve bilinçli davranışlarda bulunmamıza katkıda bulunmak gayesiyle düzenlediğimiz “Bilgili Birey ve Bilinçli Toplum” konulu sohbet toplantımıza katılarak öğrenip öğretme yolundaki gayretimizi kamçılamamıza ve okuma arzumuzu arttırmamıza yardımcı olacak açıklamalarda bulunmamıza vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, ilim ehline ihtirâmı ve ilmî çalışmalara ihtimâmı ilke edinip, ilmiyle amel eden ve amelinde ihlâsı gözeten yüce ruhlu insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
Duygu, düşünce ve davranışlarımızda ilim, îman ve ihlâsın egemen olması dileğiyle sözlerime başlarken, hayat boyu ilmi isteyen ve işleyen inançlı, bilinçli ve basîretli insanlardan olmamızı temennî ediyorum.
Doğup dünyaya gelen her insan ilgi ve bilgiye muhtaçtır. Bunun içindir ki beşeriyetin babası ve ilk insan olan Hz. Adem (AS)’e ilk ilahî ihsan, O’na bilmesi gereken bilgileri öğretmek olmuştur. Dolayısıyla ilk öğretici Hz. Allah (C.C.), ilk öğrenici de insanların ilki olan Hz. Adem (A.S) olmuştur. Öteyandan kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in ilk indirilen ayetlerinin ilk kelimesi “Oku” anlamına gelen “İkra’” olmuştur. Bu itibarla müslümanın muhatap olduğu ilk ilahî hitap da okuyup öğrenmeyi emreden “Oku” emri olmuştur. Bu noktadan hareketle müslümanın mükellef olduğu yükümlülüklerin ilkinin de okuyup öğrenmek olduğunu söyleyebiliriz.
Allah Teâlâ Bakara Suresi’nin 30, 31 ve 32. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin (ezeli iradesi Ademi var kılmayı murat ettiğinde) meleklere, “Ben yeryüzünde herhalde (emirlerimi yerine getirecek) bir halife var kılacağım” demişti. (Melekler de) orada fesat çıkaracak kan dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz seni hamdinle tesbih ve takdis ediyoruz demişlerdi. (Allah), “Şüphesiz ki benim bildiğimi siz bilmezsiniz” demişti. “Allah, Âdem’e (gerekli olan) bütün (eşyanın) isimlerini öğretti. Sonra o eşyayı meleklere göstererek (iddianızda) doğru iseniz, bunların isimlerini bana haber verin buyurdu.“ “(Melekler de): Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki, sen her şeyi bilensin ve yegane hikmet sahibi olan da ancak sensin” demişlerdi.”
Yüce Allah’ın Âdeme lüzumlu her şeyin veyahut bütün eşyanın ismini öğretmesi, ilk insanların vahşi değil de medenî olduğunu ve insanca yaşama yollarını bildiğini gösterir.
Cenab-ı Hak tarafından Adem Aleyhisselam’a öğretilenler nelerdir? derseniz bu sorunuza cevap olmak üzere arzetmek isteriz ki bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden çıkan ortak sonuçlara göre, Cenab-ı Allah Adem (A.S)’e:
Evrene-uzaya ait fiziki malumat ve bilgileri, Meleklerin isim ve görevlerini, Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan bütün insanların isimlerini ve biz insanların icat ettiği bulduğu her şeyin adlarını öğretmiştir. Düşünün o anda insanların bedenleri yok fakat ruhları ve nefisleri vardır. Allah tarafından biz dünyaya gelmeden ruhlarımız ve nefislerimiz yaratılmıştır. Allah (C.C) bunları meleklere gösterip, “Haydi bunların isimlerini söyleyin” deyince; “Melekler : “Ya Rabbi, Sübhansın; Bizler için senin bize öğrettiğinden başka ilim ne mümkündür! Âlim ve Hakim olan şüphesiz sensin” deyip sükut ettiler. Fakat Âdem Aleyhisselam hepsinin adını bir bir saydı.
Hz.Adem ilk insan ve ilk Peygamber ve bütün insanların atası olması nedeniyle; kendi soyundan gelecek ve ileride kavimlere ve kabilelere ayrılıp çeşitli dilleri konuşacak insanların hem isimlerini hem de konuşacakları dillerin yani bu gün yeryüzünde konuşulan dillerin hepsini biliyordu. Burada yeryüzünde konuşulmuş ve hâlen konuşulan bütün dillerin Allah tarafından yaratılmış olduğu gerçeğini de hatırlatalım.
Az önce arzedildiği üzere insanlığa Allah’ın (CC) ilk emri de ”Yaratan Rabbinin adıyla oku“ dur. Yalnız buradaki okumakdan asıl maksat, yazı ve kitap okumak değil, “anlamak, bilmek, beyan etmek, açıklamak, Allah’ı bilmek ve tanımaktır“ Bu husus Rahmân Suresi’nin ilk dört ayetinde şöyle beyan buyurulmuştur: “Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.”
İnsan önce kendini okuyacak, tanıyacak, sonra “Kitâb-ı Ekber” denilen en büyük kitap olan bu kâinatı 18 bin Alemi okuyacak, anlayacak ve oradan Allah’a ulaşacak, O’na varacak, O’nun gücünün ve kudretinin farkına varacaktır. Çünkü insan bunları bilip tanıyacak fıtratta yani yaratılışta yaratılmıştır. Öyle ki hiç bir peygamber dahi gelmemiş olsaydı, insan kendine verilen bu fıtrî özellik ve aklıyla yine Allah’ı bilir ve bulurdu. İşte halifeliğin sırrı da burada gizlidir. İnsan bilmek ve anlamakla ve Allah (CC ) tarafından “Bilmek ve anlamak ve hikmet sahibi olmak” özelliği ile donatılmış olmakla, Allah’ın Halifesi olmak şerefine ulaşmıştır.
Bilgi ve bilinç, başarmak ve amaca ulaşmak isteyen herkesin edinmesi gereken iki kanattır. Bu kanatlara sahip olan kimse, parlak yarınlara ve mutlu geleceğe doğru yol alacaktır.
İnsanın bilgi yolculuğu, bilmediğini bilmesiyle başlar. Disraeli’nin dediği gibi: “İnsanın cahil olduğunu bilmesi, bilgiye atılmış ilk adımdır.” Hz. Ali (R.A.): “Çocuklarınıza bilmiyorum demeyi öğretin. Çünkü o (bilmiyorum demek) ilmin yarısıdır.” demiştir. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de ünlü öğretilerinin birinde: “Sana birşey sorulunca eğer bilmiyorsan bilmiyorum de. Bilmediğine bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer biliyorsan kısa cevap ver, sözü uzatma.” demiştir. Unutulmamalıdır ki bilgili olduğunu söyleyen, bilgisizlik batağında bocalar.
Bilgilenmek için okuyup öğrenmek, gezip görmek, kaydedilen gelişmeleri izlemek ve yaratıklar üzerinde düşünüp değerlendirmelerde bulunmak gerekir. Konfiçyüs’ün dediği gibi: “Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.”
İlimle ilgili ayet ve hadislerin incelendiğinde okuyup öğrenmenin ve faydalı bilgiler edinmenin her erkek ve kadın müslümana farz olduğu anlaşılacaktır. Örneğin sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şerîfinde: “İlim talep etmek her erkek ve kadın müslümana farzdır.” buyurmuştur. İlim talep etmenin ilk ve en önemli yolu da okuyup öğrenmektir. Dolayısıyla bilgilenme yolunda atılacak ilk adım okuma yazmayı öğrenmektir. İstisnasız her müslümanın bir an önce bu adımı atması, ardından dünya ve ahiret hayatıyla ilgili zorunlu bilgileri edinmek yolunda hızlı adımlarla ilerlemesi gerekir.
İhtiyacımız olan herşeyi bulunduğu yerden aldığımız gibi, öğrenmek mecburiyetinde olduğumuz bilgiyi de bulunduğu yere gidip oradaki ilim ehlinden almamız icabeder. Kendisinden ilim öğreneceğimiz âlim, yaşadığımız yer ve yörede ise, bu bizim için büyük bir imkândır. Onun kadrini bilmemiz gerekir. Değilse, uzak yakın demeden bulunduğu yere gidip ilminden istifade etmeye çalışmamız icabeder. Bu bakımdan: “İlim Çin’de de olsa onu taleb edin (öğrenin).” mealindeki hadîs-i şerîf yol haritamızı çizmektedir. Evliyaullah’ın büyüklerinden olan Sırri-yi Sekatî Hazretleri bir sohbetinde öğrencilerine:
- Kardeşlerim, herkes “bir” şükrediyorsa, biz “sonsuz” şükretmeliyiz, buyurdu.
- Neden efendim? dediler.
- Çünkü biz Ehl-i sünnet âlimlerini tanıyıp onları sevdik. Onların sayesinde hakkı bâtıldan ayırır olduk. Dünyada bundan büyük nimet yoktur ve olamaz. Şöyle devam etti:
- Bir mümin, dünyanın öbür ucunda “hakiki bir İslâm âlimi”nin bulunduğunu öğrense, her şeyini satıp yol parası yaparak, onun yanına gitmesi farz olur.
Ve ekledi:
- Ama biz, hiç aramadan, bedava kavuştuk bu nimete. Onun için sonsuz şükürler olsun Rabbimize.
İlim öğrenmek çok çalışmayı, zorlukları göğüslemeyi, yılmadan, yorulmadan yol almaya yönelmeyi, usanmadan bıkmadan devam etmeyi, sürekli sabır, sebat ve tahammül göstermeyi gerektirir. Unutulmamalıdır ki, ilmin evveli soğandan acı, sonu da baldan tatlıdır. Catheral’in dediği gibi: “Öğrenmenin üç kaynağı vardır: Çok görmek, çok acı çekmek, çok çalışmaktır.”
Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Fakat bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duymazdı. Günlerden bir gün kararını verdi:
- Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu durumda okuyamam. İyisi mi köyüme gidip tarla işlerine döneyim.
Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı. İçeriye girdi. Bir köşeye oturdu. Sonra uzanıverdi.
Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı. Yukarıda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu. Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?
Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce aka aka sert taşları deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını dinlerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi.
- Benim kafam şu taştan daha sert değil ya diye söylendi. Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları kalın da olsa kafada iz bırakırlardı.
Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hatta zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki kitapları hâlâ ellerde dolaşır. Bu yüzden kendisine “Taşın oğlu” manasına gelen “İbni Hacer” dendi. İbni Hacer, zamanla döneminin en mühim âlimlerinden birisi oldu.
Hiç kimse, “ben bu işi yapamam, kafam bu işe basmıyor” dememeli. Dinledikten, direndikten ve çalıştıktan sonra anlaşılmayacak konu yoktur.
Bilgiye ermede ve bilgi edinmede belki biraz zorlanabiliriz. Yorulup yol alamayacağımız ve okuyup öğrenemeyeceğimiz kanaatine kapılabiliriz. Karşılaşacağımız hiçbir zorluk ve yorgunluk, bizim için caydırıcı olmamalıdır. Yolda kalmamanın ve yürüyüşü bırakmamanın gayreti içinde olmalıyız. Yavaş yavaş da olsa hedefe doğru yol almaya devam etmeliyiz. Şu veya bu nedenle çocukluk ve gençlik çağımızda öğrenim imkânını kaçırmış olabiliriz. Bu imkânı elde ettiğimiz anı fırsatı değerlendirerek nereden başlamamız gerekiyorsa oradan başlayıp devam etmeye çalışmalıyız. “Yaşım ilerledi, çoluk çocuğa karıştım, iş güç ve geçim derdi başımı sardı, yükümlülükler arttı, birde bu yaştan sonra öğrenme sıkıntısına mı katlanayım” dememeliyiz. Her yaşda öğrenebileceğimiz ve öğrenmemiz gereken birşeyler olduğunu düşünerek her geçen gün bilgi birikimimize yenilerini ekleme ve kendimizi yenilemenin gayreti içinde olmalıyız.
7 Ağustos 2009 tarihli Bugün Gazetesi’nde yayınlanan “Öğrenmenin Yaşı Yok” başlıklı bir haberde yer alan bilgiler dikkatimi çekmişti. O bilgilerden bir kısmını bugün sizlerle paylaşmak istiyorum. Söz konusu haberde şu cümleler yer alıyordu. Türkiye’deki üniversitelerde 40 yaşın üstünde 64 bin 917 öğrenci olduğu ortaya çıktı. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin 2008-2009 verilerine göre, üniversitelerde açıköğretim dahil 2 milyon 889 bin 70 öğrenci okuyor. Bunlardan 152 bin 501’inin 35, 64 bin 917’sinin ise 40 yaşın üstünde olduğu belirlendi.
Üniversitelerde 18 yaşında 279 bin 641, 19 yaşında 394 bin 595, 20 yaşında 401 bin 4, 21 yaşında 359 bin 624, 22 yaşında 300 bin 620, 23 yaşında 228 bin 437 öğrenci okuyor.
30-35 yaş arasındaki 169 bin 975 üniversiteliden 73 bin 193’ünü, 35-39 yaş arasındaki 87 bin 584 üniversiteliden 31 bin 807’sini, 40 yaş üstü 64 bin 917 kişiden 18 bin 990’ını kadınlar oluşturuyor. 30 yaşın üstündekilerin çoğunluğu Açıköğretim’den yararlanıyor. Üniversitelerde 40 yaşın üstünde örgün ön lisans programlarından 4 bin 375, örgün lisans programlarında da 777 kişi ders takip ediyor.
Bu haberde belirtilen yaşlarda azımsanmayacak kadar insanın yaşları ilerlemesine rağmen öğrenimlerini sürdürmekte olduklarını bilmek memnuniyet vericidir. Gönül bu sayının artmasını ister. Bu gerçeğin bilincinde olan biz YOYAV’lılar yirmi iki yıldır düzenlediğimiz yetişkinlere yönelik bilgi ve beceri kurslarımıza katılan kursiyerlerimize yeni ve yararlı bilgiler edindirmenin gayreti içinde olduk. Hamdolsun bu çalışmalarımızdan çok sayıda kardeşimiz yararlandı. Halen bu kurslarımıza devam eden kursiyerlerimizle bilgi ve bilinç yolculuğumuzu sürdürmekten büyük bir kıvanç duymaktayız.
Hükümetimizin yoğun ve gayretli bir şekilde yürütmekte olduğu eğitim hizmetlerinin yanında bazı özel eğitim müesseseleriyle sivil toplum örgütlerinin yaptıkları eğitime destek çalışmalarına rağmen, hâlâ ülkemizde okur-yazar olmayan insanların bulunmasından üzüntü duymaktayız. 26 Ağustos 2008 tarihli bir gazetede yayınlanan “Başkentte yüzbin kişi okuma-yazma bilmiyor” başlıklı haberi okuduğumda kahrolmuştum. Bu haberde zamanın Ankara Valisi Kemal Önal’ın Ankara’nın göç alma hızının fazla olduğunu belirterek “Okuma yazma bilmeyenlerin sayısı maalesef arttı. Yaklaşık yüzbin civarında okuma yazma bilmeyen vatandaşımız var” dediği ifade edilmişti. Umarım bu sayı artmamış, azalmıştır.
Ülkemizde okur-yazar olmayan insanların böyle azımsanmayacak sayıda olması bizi üzdüğü gibi, liseyi bitiren çok sayıda öğrencinin üniversiteye devam etmemesi, üniversite mezunu olan yüzbinlerce gencin çalışma imkânı bulamayıp işsiz kalması, yurt içinde ve dışında öğrenim gören binlerce yüksek okul mezunu gencimizin yıllardır süren beyin göçü furyasıyla başka ülkelere kaçırılması da hepimiz için büyük bir üzüntü vesîlesi olmaktadır. 16 Eylül 2006 tarihli bir gazetede yayınlanan “Eğitim Dramı” başlıklı haberin altında yer alan “100 Çocuktan 50’si liseyi bitirip ÖSS’ye giriyor. Sınavı 10’u kazanıyor. Ancak 7’si üniversitede okuyor, üçü bitiriyor. 3 talihliden sadece 2’si iş buluyor.” şeklindeki açıklama arzedilen üzüntünün ciddiyetini ortaya koymuştur.
Öteyandan 29 Ağustos 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye Beyin Göçünde 24. sırada.” başlıklı haberin detayında Türkiye’nin dünyada beyin göçü en fazla olan 34 ülke içinde 24. sırada yer aldığını ve her yıl Türkiye’de iyi eğitim gören 100 kişiden 59’unun beyin göçüyle kaybedildiğini öğrenmiş olmamız başka bir üzüntü vesîlesi olmuştur.
Diğer taraftan ülkemizde kitap okuma alışkanlığının giderek kaybolmakta olduğunu söylersem, belki içinizde bunu aşırı bir ifade olarak niteleyenler olabilir. Ama son yıllarda ülkemizde okumaya ayrılan süre ile ihtiyaç maddeleri arasında kitabın yeri ve kitap okuyan insanlarımızın sayısını belirlemek için yapılan araştırmalar sonucu ortaya konulan istatistiki bilgileri tetkikinize takdim ettiğimde, kullandığım ifademde yanlış olmadığım anlaşılacaktır. Kitap okumada Afrika’nın da çok gerisinde kaldığımızın vurgulandığı bir raporda, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri arasında kitabın 235. sırada yer aldığı ifade edilmektedir. “Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı” konulu rapora göre Türkiye’de okunan kitaplar, genellikle ‘siyaset, aşk, cinsellik’ konularını işliyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat vakit ayırıyor. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca onbinde bir kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7, bir Türk ise 10 yılda ancak bir kitap okuyor. Buna göre, bir Japon’un bir yılda okuduğu kitap sayısına bir Türk ortalama olarak 250 yılda ancak ulaşabiliyor. Japonların başta teknoloji olmak üzere ülke kalkınmasında ortaya koyduğu üstün performansı buna bağlamak yanlış olmaz sanırım.
Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporunda kitap okuma sıralamasında Türkiye 86. sırada yer alıyor. Dolmuşta, otobüste, sosyal herhangi bir ortamda gözlem yaptığınız zaman bu gerçeği görmeniz mümkün. Belki sizlerinde dikkatini çekmiştir, özellikle genç nesil gazete alıyor, gazetenin manşetine bakmadan erkekse spor sayfasını açıyor. bayansa magazin köşelerini çeviriyor. Hal böyle olunca insan düşünmeden edemiyor, toplumun refleksleri sadece birkaç ana öğe etrafında mı toplanıyor diye? Tabii magazin okumak, günlük spor olaylarını takip etmek yanlış şeyler değil ama koskoca gazetenin manşetine bakmadan, bir yerde Türkiye’de can alıcı olarak seçilen haberin detaylarına yüz vermeden diğer sayfalara geçmek bu konuda özürlü olduğumuzu ortaya koyan bir durum değil mi? Ha en azından magazin spor okunuyor gibi bir yanımsama içine de girmemek lazım. Niye mi?
Türkiye’de yıllık dergi okuma oranı yüzde 4, kitap okuma oranı yüzde 4.5, gazete okuma oranı ise yüzde 22 dir. Bu oranlar üzücü ama gerçek. Yetişkinlerin kitap okumadığı bir ortamda, doğal olarak gençlerin de okuma sevdalısı olması beklenemez.
Milli Eğitim Bakanlığı, hazırladığı bir raporda televizyon izleme alışkanlığının özellikle son yıllarda okuma alışkanlığı edinmede en etkin engelleyicilerden biri olduğunu belirtmiştir. Türkiye’deki televizyon izlenme oranının günde 4 saati geçtiği belirtilen raporda, ülkemizde kitaba yatırımın dünya ortalamasının yarısını dahi yakalayamadığı vurgulanmıştır.
Bir Norveçli kitaba yılda 137 dolar, Alman 122, Belçikalı 100. ABD’li 95 dolar pay ayırmakta iken Türkiye’de bu rakam yıllık 0.45 dolardır.
Aslında burada ilginç bir tespitte mümkün, ülkemizde hangi eve giderseniz, hangi kurum ve kuruluşa giderseniz kütüphaneleri süsleyen bir çok kitap görürsünüz. Demek ki kitap bizim aksesuar olarak kullandığımız en iyi unsurdur.
Oysa kitap süs unsuru değil, beynimizi bileyen bilgi unsuru olmalıdır. Okunmalı, anlaşılmalı, içeriğinden istifade edilmeli ve ibret alınmalıdır. Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın beğendiğim bir sözünü bu vesîleyle burada sizinle paylaşmak isterim. Dört tavsiyeyi içeren bu söz şöyledir: “Oku, düşün, uygula, neticelendir.” Bu anlamlı öğütte özetlendiği üzere okuyan, inceleyen, irdeleyen, ibret alan ve istifade eden bireyler olmalıyız. Bizden öncekilerin bilgi birikimlerini alıp incelemeli, işlemeli ve geliştirme cihetine gitmeliyiz. Bilinmeyeni bilmeye, bulunmayanı bulmaya çalışmalıyız. Sürekli bilgi alışverişi içinde olup yararlanmayı ve yararlandırmayı gözetmeliyiz. Bizden öncekilerden yararlanmazsak, bizden sonrakileri yararlandıramayacağımızın idraki içinde olmalıyız. Unutulmamalıdır ki, okumaktan gaye, satırlara bakmak, sayfalara göz gezdirmek ve kitapları elden geçirmek değil, bilgi edinmek ve faydalı şeyler öğrenmektir. Örneğin okunan metin tarihî bir metinse günümüze ışık tutmalı ve okuyana ders vermelidir. Üzülerek ifade edelim ki günümüzde çoğu kitaplar bu gayeden yoksun olarak okunduğu için, okuduğu bilgilerden faydalanmayan ve öğrenilenleri hayata tatbik etmeyen bir nesil yetişmektedir.
Öğrencilerimize okuma bilincinin yerleştirilebilmesi için kitap tavsiye etmeden önce yapılması gereken şeyler vardır. Önce eğitimciler çok yönlü olarak model olmalı ve kendileri tavsiye ettikleri kitapları okumuş olmalıdırlar. Sonra neyin niçin okutulacağı çok iyi karalaştırılmış olması gerekmektedir. Her amaçla kullanılan kütüphanelerin gerçek özelliklerine kavuşturularak kitap çeşitliliği bakımından zenginleştirilmeli, özgür bir ortam haline getirilmelidir. Öğrenci ve öğretmenlerin kitaba sorunsuz ulaşmaları sağlanmalıdır. Birçok okulda hâlâ kütüphaneler kilitli tutulmaktadır. Bir garabet numunesi olarak kitaplar öğrencilerden korunmaktadır.
Bu haliyle kitaplar testlerin beş şıktan birini işaretlemeye şartlanmış kafaları yolundan çeviremez. Öğrencilerin küçük yaşlardan itibaren okumayı sevmelerini istiyorsak bunun bir yolu da yazıyı ve yazmayı sevdirmektir. Ne yazık ki eğitimimizde her şey yazının aleyhine gelişiyor. Derslerde defter kullanan öğrencilerin sayısı hızla azalırken yazılı metin olan kitaplara ilgi de aynı şekilde azalıyor. Teknoloji kullanılırken aslında amaçlar araçlara kurban edilmektedir. Öğrencilerin zihin gelişiminde birçok fayda sağlayacak olan okuma eylemi için en müsait çağlar olan öğrencilik yılları istikbal endişesi ve sınav kaygısı nedeniyle değerlendirilemiyor. Ülkemizde nerdeyse her konuda bilgi sahibi olduğu halde bir türlü bilinç ya da şuur sahibi olamayan insanların çoğalmasının bir nedeni de budur.
Voltaire; "Okuma, ruhu yüceltir" diyor. Bunun için eğitim sistemi yeniden incelenerek daha verimli ve yararlı hâle getirilmelidir. Sadece beyni değil ruhu da doyuran uygulamalarla, gerçek okumalarla öğrencilerimiz ruhi yönden zenginleştirilmeli ve şuur sahibi olarak yetiştirilmelidir. Çocukların kalbine iman, sevgi, merhamet, yüce değerler ve okuma aşkının konabilmesi için hakka dayanan bir eğitim sistemine geçiş yapılmalıdır.