ÇAĞLARIN ÇİLESİ AÇLIK
12-18 Aralık 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilen “19. Yoksullarla Dayanışma Haftası” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen kültürel faaliyetlerden biri de “Çağların Çilesi Açlık” semineri idi. 13 Aralık 2011 Salı günü YOYAV Kültür Merkezi’nde 09.30-13.00 saatleri arasında gerçekleştirilen bu seminerde sunulan bildirilerle yapılan konuşmalarda değerli düşünceler dilegetirildi.
İki oturumdan oluşan seminerin 1. Oturumunu Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız, 2. Oturumunu da 24. Dönem Ankara Milletvekili Ülker Güzel yönetti.
Seminerin açış ve kapanış konuşmalarıyla oturum başkanlarının konuşmalarının yanında 1 ve 2. oturumda birbirinden güzel sekiz bildiri sunuldu.
Seminerin açış konuşmasını yapan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, amaç ve içeriğini özetleyen şu cümlelere yer verdi:
“Saygıdeğer konuklar, kıymetli katılımcılar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
19. Yoksullarla Dayanışma Haftası’nın etkinlikleri cümlesinden olarak düzenlediğimiz “Çağların Çilesi Açlık” konulu seminerimize katılmak gayesiyle sabahın erken saatlerinde salonumuzu şereflendiren seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, sağlık ve saadette daim olmanız dileğiyle sözlerime başlarken, Hakkı duyurma ve halkı doyurma yolunda bizimle birlikte olma inceliğini gösteren güzîde heyetinize takdir ve teşekkürlerimizi arzederek hoşgeldiniz diyorum.
Malumunuz olduğu üzere insanoğlunun yeryüzüne ayak bastığı andan bu yana açlık ve tokluk konusu gündemde olan hayatî bir konudur. Zira yaşamak için beslenmek gerekir. Beslenmenin yolu da yiyip içmekten geçer. Aç olan takatten düşer. Takatten düşenin verimi düşer, verimi düşenin de kendisine ve çevresine faydası olmaz. Dünya ve ahiret hayatını kazanma gayreti azalır.
Bu gerçeğin bilincinde olan insanlar, asırlar boyunca açlığı gidermeye çalışmışlar, ayakta durmak, hayatta kalmak için karınlarını tok ve sırtlarını pek tutacak yön ve yöntemlere tevessül etmişlerdir. Kendilerinin yanında aile bireyleri ve yakınlarıyla başkalarını da düşünenler olduğu gibi, bencil davranıp sürekli kendi çıkarlarını gözetenler de olmuştur. Dolayısıyla tarih boyunca tokların yanında açlar da olagelmiştir. Açlarla toklar arasında çekişmeler olmuş ve açlık çağların çilesi haline gelmiştir. Tarih boyunca insanlığı tehdit eden bu çile, çağımızda da yeryüzünde varlığını sürdürmüş, azalmamış artmıştır. Başta Afrika olmak üzere dünyanın dört bir yanında açlıktan ölenlerin sayısında belirgin artışlar olmaya başlamıştır. Öyle ki ulusal ve uluslararası basında bu hususla ilgili ilginç açıklamalarla korkunç haberlere sık sık tanık olmakta ve üzülmekteyiz.
Bu üzüntümüzü sizlerle ve Türk kamuoyu ile paylaşarak günümüzdeki açlık sorununu gündeme getirip, açların ızdıraplarına dikkat çekmek için, 19. Yoksullarla Dayanışma Haftası etkinlikleri çerçevesinde şerefli varlığınızla onurlandırdığınız “Çağların Çilesi Açlık” konulu bu semineri düzenledik. Tabii üç kelimeyle özetlenen bu evrensel insanlık sorununu üç saatte yapılacak konuşmalarla ifade etmek şöyle dursun, üç gün hatta üç ay konuşulsa bile layıkı vechile anlatmak imkânsızdır. Ancak “Mâlâ yüdrekü külluhû lâ yütrekü külluhû” Yani “Tamamı elde edilemeyenin, tamamı terk edilmez” kuralı gereğince, konuyu ele alıp öncelik arzeden bazı önemli bilgileri gün ışığına çıkararak ilgililerle ilgi duyanların bilgisine sunmaya çalışacağız. Sunacakları birbirinden güzel bildirilerde dilegetirecekleri değerli düşüncelerle bizleri aydınlatacak olan kıymetli konuşmacılarımızla siz saygıdeğer konuklarımıza teşekkür ediyor, seminerin hedeflenen sonucu sağlamasını diliyoruz.
Herşeyden önce önemli gördüğüm tarihî bir tespiti sizlerle paylaşmak isterim ki o da şudur. 5 milyar yaşındaki yaşlı gezegenimizde yaşayanların sayısı 7 milyara çıkmıştır. 1987’de 5 milyar olan ve 12 yıl sonra 1999’da 6 milyara ulaşan dünya nüfusu, bir milyarlık artışı bu sefer 11 yılda gerçekleştirmiştir. 4 milyara 14 yılda, 5 milyara 13 yılda, 6 milyara 12 yılda ulaşan dünya nüfusu, 7 milyara ise 11 yılda ulaşmak üzeredir. Birleşmiş Milletler’den yapılan açıklamada dünya nüfusunun bu yılın sonlarına doğru 7 milyara ulaşacağı belirtilmiştir.
Artan nüfusun karşılaştığı sorunlara dikkatleri çekmek için her yıl düzenlenen Dünya Nüfus Günü’nde konuşan BM Genel Sekreteri Ban Kimoon, “Herkese yetecek kadar gıdamız olmasına rağmen yaklaşık 1 milyar insan aç. Tüm insanlar barış isterken, çatışmalar ve pahalı silahlar sefalet dağıtmaya devam ediyor.” demiştir.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na bağlı Gıda ve Tarım Örgütü FAO'nun Panama'da düzenlediği Latin Amerika ve Karayipler konferansı, dünyamızın nasıl derin bir açlık krizi ile karşı karşıya kaldığını gözler önüne sermiştir.
BM Gıda ve Tarım Örgütü'nün Genel Müdürü Jacques Diouf, konferansta yaptığı konuşmada son bir yılda açlık çeken insan sayısının tam 105 milyon kişi arttığını söylemiştir. FAO Genel Müdürü'nün verdiği bilgilere göre; başta ekonomik kriz ve gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle dünya genelinde 1 milyarı aşkın kişi açlığın pençesinde kıvranmaktadır. Aç 1 milyar kişinin 642 milyonu Asya ve Pasifik bölgesinde, 265 milyonu Afrika'da, 42 milyonu Latin Amerika ve Karayiplerde bulunmaktadır. Açlıktan en fazla Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Eritre etkilenmekte olup, Kongo'da halkın yüzde 75'i, Eritre'de yüzde 66'sı, Haiti ve Karayiplerde ise yüzde 58'i açlık çekmektedir.
Küreselleşme sürecinin en olumsuz yanlarından birisi adaletsiz gelir dağılımını körüklemesi, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler üzerindeki ekonomik, siyasi, sosyal hegemonyasını artırmasıdır. Küresel sürecin ivme kazandığı son on yılda dünya genelinde gelir dağılımındaki çarpıklık artmış, gelişmiş ülkeler gelirlerini artırırken, az gelişmiş ülkeler üretim yapabilecek, kaynaklarını gelire çevirebilecek altyapıdan, finansal imkandan, insan kaynağından yoksun kalmıştır.
Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelerin (Afrika, Asya, Latin Amerika kıtalarındaki çoğu ülkeler) elinden tutmayı reddetmiş, onların gelişebilecekleri, kendilerini toparlayabilecekleri, halklarının karınlarını doyurabilecekleri imkânlara kavuşabilmeleri için gerekli olan desteği ve katkıyı vermekten kaçınmışlardır.
Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri ucuz üretim yaptırdıkları, insanlarını köle gibi çalıştırdıkları yerler olarak görmüş, öyle kalmaları için de ellerinden geleni yapmışlardır.
Yoksul ülkelerde çok ucuza ürettirdikleri ürünleri fahiş kârlarla satan çok uluslu şirketler devasa büyüklüklere/kârlılıklara ulaşırken, az gelişmiş ülkelerde açlıkla pençeleşen insanların sayısı her geçen gün katlanarak artmıştır.
Bugün yaşanan açlık krizinin temelinde dünyadaki adaletsiz sömürü düzeni vardır.
Gelişmiş ülkelerin finansı, üretimi, kârı kendi tekellerine alma, fakir ülkelerin insanlarını köle gibi çalıştırma hırsı; dünyanın ekonomik dengesini hızla bozmakta, gelir dağılımındaki uçurumun daha da büyümesine neden olmaktadır.
1 milyar aç insanın olduğu dünyada barış olmaz, adalet olmaz, güvenlik olmaz.
Bu aç insanların durumuna seyirci kalan dünya bunun faturasını şiddet, istikrarsızlık, terör olarak ödemek zorunda kalır. Dünya işte o zaman yaşanmaz hâle gelir.
Küresel düzenin karar alıcıları, Afrika'da, Asya'da, Latin Amerika'da açlık çeken yüz milyonlarca insanın sorununun göstermelik yardım paketleri ya da ufak-tefek mali desteklerle çözülemeyeceğini artık görmek zorundadır.
Sorun adaletsiz, haksız-hukuksuz küresel düzenin ta kendisidir.
Bu düzen böyle devam edemez! "Etsin" diyenler, kendi kuyularını da kazmış olurlar.
Dünyanın dört bir yanında 1 milyarı aşan aç ve muhtaç insanın açlık girdabında kıvranmasına yol açan bir takım tabii ve beşerî sebepler vardır. Tabii sebeplerin başında kuraklıklar, kıtlıklar, depremler, fırtınalar, kasırgalar, yangınlar ve seller gibi felaket ve afetler gelmektedir. Beşerî sebeplerin başında ise adeletsiz paylaşım, atalet, cehalet, işsizlik, tembellik, savurganlık, saldırganlık ve savaş gibi hal ve hatalı hareketler gelmektedir.
BM İnsan Hakları Komisyonunda Beslenme Hakkı biriminin sorumlusu olarak çalışan Jean Ziegler “Utanç İmparatorluğu” adlı kitabında “Açlık ve salgın hastalıkların her gün 100 bin can aldığı dünyanın gaddar düzeninden kurbanlar değil, onları bile bile kurban eden biz batılılar utanç duymalıyız.” demektedir.
Ziegler “Utanç İmparatorluğu” kavramıyla bu insanlık dışı düzeni kastettiğini belirtiyor. Sorumlu olarak da “kıtalaraşırı” grupları gösteriyor. Bu grupların en büyük 500’ünün 2004 yılı dünya milli gelirinin, yani gezegende üretilen tüm zenginliğin yüzde 52’sine el koyduğunu söylüyor.
Feodal rejime son veren Fransız İhtilali’nden ikiyüzyıl sonra dünyanın yeniden feodalleşmeye doğru gittiği uyarısı yapan ve açlığın bir tür “kitle imha silahı” olduğunu belirten Ziegler, özellikle Afrika’daki yoksulluğun en önemli nedeni olarak Batının izlediği “Ahlaksız borçlandırma” politikalarını gösteriyor.
Dünya çapında açlığı artıran önemli faktörlerden biri de savurganlıktır. Yılda yaklaşık 10 milyon insanın açlık ve yetersiz beslenmeden öldüğü tahmin edilirken, yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor, dünya çapında 1,3 milyar ton yiyecek, çöpe atılıyor. Gelişmiş ülkelerde çöpe atılan gıdaların yüzde 40'ı, aslında yenebilecek durumdadır. Dünya Gıda Örgütünün verilerine göre, çöpe giden miktar, küresel olarak üretilen gıdaların üçte birini oluşturuyor.
Merkezi Washington'da bulunan Worldwatch Enstitüsünün yaptığı araştırmaya göre, gelişmiş ülkelerde ziyan olan yiyeceklerin yüzde 40'ını, aslında tüketilebilecek ürünler oluşturuyor. Ancak bu ürünler, son kullanma tarihi geçtiği veya süpermarketlerin depolarında yer olmadığı için atılıyor. Ayrıca binlerce ton gıda, sadece görsel nedenlerden ötürü ziyan oluyor. Örneğin ABD'de çiftçiler, yetiştirdikleri kavunun yüzde 20'sini, üzerinde çizik olduğu veya tam yuvarlak olmadığı için çöpe atıyor.
Gelişmiş ülkeler bu gibi nedenlerle yılda yaklaşık 220 milyon ton yenebilir ürünü heba ediyor ki bu miktar neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine denk geliyor.
Gelişmekte olan ülkelerde yiyeceklerin ziyan olmasının nedenleri ise daha farklı. Fakir ülkelerde, taşımacılık ve depolama alanındaki yetersizlikler nedeniyle hasadın yüzde 40'ı tarladan tüketiciye ulaştırılmaya çalışırken ziyan oluyor. Ürünlerin işlenmesi ve paketlenmesi sırasında da kayıplar oluyor.
Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 milyon ton buğday heba oluyor. Bu kayıp, tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kaldırabilecek buğday miktarının altı katını oluşturuyor.
Öteyandan ilgisizlik ve duyarsızlık da açılık ve yoksulluğa yol açan hatalı hâl ve hasletlerdendir. Bizim Peygamberimiz (S.A.V.): "Komşusu açken tok yatan bizden değildir!" buyurmaktadır. Burada komşu sözünü sadece etraftaki evler ya da karşı dairede oturanlar olarak almamak lazım. Daha geniş, daha global çerçevede görmek gerekir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) sadece Müslümanlar'ı da kastetmiyor. "Komşu" diyor. Komşu herkes olabilir!
Dünyada insanların kurduğu düzen gerçekten çok zalim.
Amerika'da Avrupa'da insanlar obeziteden şikayet ediyorlar. Diğer tarafta Afrika'da insanlar açlıktan ölüyorlar.
Bu nasıl düzen? Dünyanın bir tarafında binlerce çocuk açlıktan ölürken diğerlerinin kılı kıpırdamıyor.
Amerika'da bir günde çöpe atılan ekmek miktarı ile Afrika Boynuzu'ndaki aç toplumlar aylarca beslenebilir.
Ya da Arap kardeşlerimizin petrolden elde ettikleri gelirden bu insanlar için ayıracağı on binde, yüz binde bir oranlar bile o insanlara hayat olur!
Ama hayır! Yapmıyorlar, adım atmıyorlar.
Kendilerinden başkalarını düşünmüyorlar.
Bu bile bizim koşar adım kıyamete doğru gittiğimizi gösteriyor.
"Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar."
Düşünün, açlıktan bir deri bir kemik kalmış, gözleri büyümüş, avurtları çökmüş insanları, hele hele o çocukları televizyonlarda, gazetelerde bile görmeye tahammül edemiyoruz.
Oysa o insanların korkunç hikayeleri var. O hikayeleri okumak bile bizim ruhumuzda müthiş bir çatırtı meydana getiriyor!
Ama bir şey yapmıyor ya da yapamıyoruz.
Güzelliklerin içiçe olduğu bir memlekette herkes güler yüzlü, merhametli, konuksever ve iyi kalpliymiş. Bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış. Kazandıklarının bir kısmını fakir olanlara hediye ederler, onların sıkıntılarını azaltmaya çalışırlarmış.
Fakat bu memlekette kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri olan bir adam yaşarmış ki; bir kez olsun güldüğünü gören olmamış. Kapısını kim çalsa en ağır sözlerle onu evinden kovarmış. Hiç kimseden hoşlanmadığı için hiç kimse de ondan hoşlanmazmış.
Bir gün elbiseleri yıpranmış, açlıktan benzi solmuş bir adam bu katı yüreklinin evine varmış, kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında bir dilenci görünce onu uyarmak istemiş ve demiş ki: Bu evin sahibi çok katı yüreklidir. Sana hiçbir şey vermez. Ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur. Yoksa kalbini kırar.
Hizmetçi dilenciye bu sözleri söylerken evin sahibi çıkagelmiş. Gür sesiyle evi inleterek; kimdir beni rahatsız etmekten çekinmeyen, diye sormuş. Dilenci elini uzatarak: Efendim, ben çok açım. Bir parça ekmek vererek iyilikte bulunmak istemez misiniz, demiş.
Adam öfkeden ne yapacağını şaşırarak dilenciye haykırmış: Sor bakalım, bu memlekette benim evimden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmış mı? Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara. Ne diye sana yardım edeyim!
Bu sözleri işiten zavallı dilencinin kalbi kırılmış. Usulca elini çekmiş, tek kelime etmeden dönmüş gitmiş. Fakat adamın o halini merak etmemek mümkün mü? Dilenci de merak etmiş tabii. Kendi kendine konuşmuş durmuş:
Ben fakirim, hiç gülmesem “niye gülmüyorsun” diye soran olmaz. Peki bu adamın derdi ne? Aç değil, açıkta değil. Memleketi satın alacak kadar parası var. Ama güldüğü hiç görülmemiş. Yazık, ne kadar yazık. Bu hayattan zevk almasını öğrenememiş. İnsanlardan köşebucak kaçıyor. Bereket mi kalır o evde!
Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş. Belki on yıl, belki onbeş... Ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zaman zor günler yaşanmış, kimi zaman sevinç sarmış her yanı. Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. O servet sanki toz olmuş uçmuş. Daha ne olup bittiğini anlamadan, adam kendisini sokakta buluvermiş. Kapı kapı dolaşıp bir parça ekmek için el açmaya başlamış.
Bir gün şehrin sokaklarında böyle dolaşırken, ihtişamlı bir evin karşısında durmuş. Ve ona bakmaya başlamış. Eski günleri, o çok zengin olduğu günleri hatırından geçirir gibi uzun uzun bakmış eve. Sonra da gidip kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi karşısında bir dilenci görünce konuşmadan içeri girmiş. Kısa bir süre sonra geri döndüğünde elinde bir sepet yiyecek varmış. Sepeti dilenciye uzatırken hayretle bağırmış:
Olamaz! Siz, siz böyle ne hallere düştünüz.
Hizmetçinin sesine gelen evin sahibi, merakla sormuş:
Ne var, ne oluyor?
Hizmetçi, eskiden yanında çalıştığı beyin şimdi bir dilenci olduğunu, buna çok üzüldüğünü söylemiş. Ev sahibi ise dilenciyi tanıyınca bu duruma pek şaşırmamış:
Ben, bir zamanlar onun kapısını çalan yoksulum. Fakat o, beni evinden kovdu ve benim kalbimi kırdı. Öyle zengindi ki, gözü hiç kimseyi görmezdi. Demek ki, ondan alınan bana verilmiş. Üzülme, onu içeri al. İstediği kadar yesin içsin.
Dilenci içeri alınmış, krallara layık bir şekilde ağırlanmış. Adam yaptığı hatayı anlayarak: Hakkınızı helâl edin efendim, demiş. Şükürler olsun ki, henüz yaşıyorken sizinle karşılaştım. Yoksa bu hakkı nasıl ödeyebilirdim.
Bu iki insan uzun seneler beraber, o evde yaşamışlar ve adam gülmeyi, insanlara yardım etmenin ne kadar zevkli olduğunu, insana ne kadar güzel bir huzur verdiğini öğrenmiş.
El avuç açmak, fakir fukara olmak, bir tas çorbaya muhtaç olmak. Bu kavramlar, muhitine fakirlik uğramayan insanlar için çok yabancı olabilir. Ama, yapılan araştırmalarda ülkemizde 10 milyon insanın fakirlik sınırında yaşadığı, üç kuruş paraya muhtaç olduğu, evine bir ekmek bile götüremediği gerçeği ortadadır.
Türkiye'de böylesine derin bir yoksulluk ve fakirlik haritası varken, insanlarımız neden isyan etmiyor, insanlarımız neden başkaldırmıyor, insanlarımız neden toplumsal isyana kalkışmıyor? Kuşkusuz bunun çok farklı nedenleri var. Zira, tüm kültürel formlarına müdahele edilmiş olsa da, tüm değerlerine yabancılaştırılsa da, tüm güzellikleri elinden alınsa da, tüm kültürel özellikleri iğdiş edilse de, insanlarımızın yüreklerinde bulunan vicdan duygusu hâlâ yerli yerinde duruyor.
İnsanlarımız dinî değerlerinden soğutulmaya, ahlakî tüm değerleri yok edilmeye çalışılsa da, merhamet derinliklerine kimse müdahale edememiş durumdadır. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" Peygamberî düsturuyla hareket eden milyonlar, karşılarına bir fakir çıktığında, komşuları dara düştüğünde elini uzatmaktan çekinmiyorlar. Bu yardımlaşma halkası ve dayanışma duygusu da, toplumun genetik kodlarında bulunan fakirlik gerçeğinin bastırılmasına neden oluyor.
Bu gerçeğin bilincinde olan müslüman Türk milleti, tarih boyunca yoksulluğu yenme ve açlığı giderme yolunda dünyaya örnek olacak önemli adımlar atmışlar ve kalıcı tesisler meydana getirmişlerdir. Kültürümüzde kökleşen imaretler bu amaçla meydana getirilen müesseselerdendirler. Bu müesseselerde yoksullar ve yolcular bedava yemek yerlerdi. Muhtaç olmayanların da gelip yedikleri veya yemek aldıkları görülüyordu. Sakıncalı sayılmıyor, sevap sayılıyordu. İmaret giderleri, kurdukları vakıflardan karşılanıyordu. İmaret yaptırmak bir hayır sahibi için yeterli değildi. Giderlerini karşılayacak derecede vakıf varlığının da vakfiye denen önemli hukuk belgeleriyle tescil edilerek belirlenmesi gerekiyordu. Vakıf sahipleri, başta padişahlarla devrin zenginleri idi.
İstanbul, üç asır kadar bir müddet dünyanın en kalabalık bir kaç şehrinden biriydi. Dünyanın en zengin beldelerinden biri olmasına rağmen yoksulları ve muhtaçları vardı. Sayıları 30.000 civarında idi, hepsinin imaretlerde yemesi sağlanmıştı. Diğer bütün şehirlerimiz bu hususta İstanbul örneğini izliyorlardı. Ayrıca sakat, dul, kimsesiz, yetim, yoksullar, hattâ çok çocuklu aileler için aylık para veren vakıflar veya Hazine fonları bulunuyordu. Bu uygulamalar işsizlik sigortasının çekirdeğini oluşturuyordu.
18. asır sonları gibi gerileme dönemimizde İsveç'in İstanbul maslahatgüzârı olan büyük tarihçi d'Oshsson şunları yazar (II, 460-1): "İmaretler, doğrusu büyük insanlık ve hayır kuruluşlarıdır. Yalnız İstanbul'da 30.000'den fazla insan buralarda yemek yer. Her öğünde bir kişiye bir ekmek, bir tabak dolusu koyun eti, bir tabak dolusu sebze, bazı günler tatlı verilir. Ayrıca yoksul ailelere günde 3 ilâ 6 akçe nakden yardım fonu olan imaretler vardır."
Kanûnî Sultan Süleymân (1520-1566) vakfına ait Süleymâniye İmâreti'nin 1586 yılı bütçesi 5.277.759 akça gibi muazzam bir meblağ tutuyordu.
Fâtih İmâreti de Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) vakfına ait bir hayır müessesesi olup üniversite derecesindeki Fâtih Medresesi'nin 720 öğrencisi ile binlerce yoksula yemek çıkartacak kapasitede idi. İstanbul'dan geçen her yolcu, bedava yemek yiyebilir, zengin yolcular, vakfa para yardımında bulunabilirlerdi.
Fâtih Vakfiyesi'nin 209. sayfasında şunlar yazılıdır: "Yoksul ve dul kadınların yemek için kendilerinin gelmesi şart değildir; kimi isterlerse gönderip yemek aldırabilirler. Zira bu kadınlar vaktiyle vakar sahibesi bulunup sonradan yoksul düşmüş olabilir, gelip bizzat yemek almaya utanabilirler!"
Fâtih İmâreti, Süleymaniye imaretinden küçüktü. Günde 1.650 kişi iki öğün yemek yiyebiliyordu. Yolcu hangi saatte gelirse gelsin derhal yemek çıkarılması, zengin yoksul her gelene güler yüzle hizmet edilmesi, vakıf sahibi Fâtih Sultan Mehmed'in şartları arasında idi. Asla din ve mezhep ayrımı yapılmayacaktı. Gelen yolcu zenginse, ayrı hücreye alınıp lüks yemekler çıkartılacak, ancak ima yolu ile olsun bağış istenmeyecek, kendiliğinden verirse kabûl edilecekti. Bu kadar ince şartlar düşünebilmek bizim harcımız değildir, Fâtih Sultan Mehmed olmak gerekir.
Edirne, Bursa, Kahire, Şam, Haleb, Bağdad gibi en büyük ve işlek Osmanlı şehirlerinde çok imaret vardı. Kasabalarda ise imaret kurulmamış, lüzum görülmemiştir. Her yolcu ve yoksul, kasaba eşrâfı ağanın konağında yiyor, barınabiliyordu. Konağında yolcu ve yoksul ağırlamayan ağa, şerefsiz bir adam olarak damgalanırdı.
15. asrın ilk yıllarında Bursa'nın nüfusu 200.000 idi. 7 imâretinde "Hıristiyan, Mûsevî veya Putperest olduğuna bakılmaksızın her yoksul yiyip içebiliyordu."
Edirne imâretlerinin büyüğü, İkinci Bâyezîd'in (1481-1512) yaptırdığı muazzam külliyeye bağlı idi ki Fâtih'in oğlu ve halefi, Yavuz'un babası ve selefidir. Bâyezîd imaretinde günde 1.000 kişi yiyordu. 1616 bütçesi 1.105.552 akçe idi. Yılda 7.225 kile un, 841 kile buğday, 3.161 kile pirinç, 35.950 okka et, 7.809 okka tereyağı, 3.433 okka bal, 551 kile tuz, 9.5 okka karabiber, 2 okkaya yakın safran, 1.236 araba odun ve bu nisbette diğer malzeme harcanıyordu. (1 kile=25 kg)
Edirne'deki Süleymâniye İmâreti günde 600 yüksek medrese öğrencisi ve 400 yolcu ve yoksula yemek çıkartıyordu. İmârete günde yaklaşık 200 yolcu iniyor, her 5 kişiye bir sofra kuruluyordu. 6 aşçı, 4 sofracı ve pek çok hizmetkâr hizmet veriyordu. İmâret, büyük bir mutfak, üç yemek salonu, yolcuların hayvanlarının bedava tımar edip beslendiği büyük bir ahır içeriyordu.
Geçmişte imaret ve benzeri hayır müesseseleriyle aç ve muhtaçlara önemli yardım hizmetlerinde bulunan milletimiz, günümüzde de ilgi ve desteğe muhtaç insanlara da yardım elini uzatmaktadır.
Bu cümleden olarak Türkiye'nin son 5 yılda çeşitli ülkelere yaptığı resmi kalkınma yardımlarının toplamının 3 milyar 400 milyon doları geçtiğini söyleyebiliriz. Türkiye, küresel kriz ve olumsuz ekonomik koşulların meydana getirdiği bütün zorluklara rağmen 2009 yılı başında Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Afrika'da olmak üzere bir çok ülkeye 707 milyon dolar, resmi kalkınma yardımında bulunmuştur. 2008 yılında 780 milyon ABD doları olan Türkiye'nin resmi kalkınma yardımları, 2009 yılında 707 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Öte yandan sivil toplum kuruluşları (STK) da her geçen yıl yardımlarını artmıştır. Sivil toplum kuruluşlarının kendi kaynakları ile yaptıkları yardımların toplamı 2008 yılında 72,3 milyon dolar iken, 2009 yılında 109 milyon dolara yükselmiştir.
Bu yıl Somali’de yaşanan kuraklık ve açlık dolayısıyla Başbakanlığın koordinasyonunda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Afet Acil Durum Yönetimi Başkanlığı merkezinde toplanıp bu ülkeye gönderilen yardım miktarı 490 milyon lira olmuştur.
Aç insan bir müddet sonra fikrini yemeye başlar! Fikirlerinden sonra zikirlerini tüketir. O yüzden, toplumsal barış, toplumsal mutabakat, toplumsal kalkınma ile olacaktır. Toplumsal kalkınma ise başta açlık ve yokluğun çözümü ile sağlanacaktır. Açlık ve yokluk sadece bizim ülkemizin değil, dünyanın problemidir. Biz ülkemizde bu meseleyi çözersek dünyaya da örnek ve öncü oluruz. Nasıl ki çevre temizliği için herkes kapısının önünü süpürürse, temiz bırakırsa bu iş çözülür diyorsak, bunda da öyle.
Bugün ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, çocuk kaçırılması, ihaleye fesat karıştırmak, avanta, rüşvet, çıkar amaçlı çete kurup devleti dolandırmak, Hazine mallarını peşkeş çekmek, devlet kasasını peşkeş çekmek gibi suçların ana sebebi açlık ve yokluktur. Aç köpek fırın yıkar. Aç insana ahlak ve fazilet dersi veremeyiz. Fırsatı buldu mu çalar, çırpar, vaziyeti kurtarmaya çalışır. Oysa açlığı ve yokluğu ortadan kaldırıp eğitim ve sağlık hizmetinin âlâsını verirsek, insanlar iyi eğitilir ve sağlıklı yaşarsa; sağlıklı düşünür ve sonuç alırız. Ahlâk ve fazileti de o zaman görürüz. Toplumun karakterini bozan en önemli unsur açlıktır.
Bu noktada herkes her şeyi söylüyor. Ama çözüm üreten yok. Bu işin çözüm yeri Meclistir, siyasilerdir. Bizlerin rolü de bu işin çözümüne katkı sağlamak, meseleyi irdelemek, halka yaymak, geniş kitleler ile bu durumu anlamak ve aktarmak, halkı bilinçlendirmektir. Meselenin çözümünde el birliği, yürek birliği yaparak, işin içine aklımızın harcını da katarak toplumsal mutabakat ve barışı sağlamaktır. Sivil toplum örgütlerinin bu uğurda fikir üretmesi, çaba sarf etmesi elzemdir. Herkes bilgisini paylaşmalı ve bölüşmelidir. Darda kalana dost, yolda kalana yoldaş ve aç kalana arkadaş olmayı ilke edinen YOYAV’ın bu semineri düzenlemekle yapmak istediği de budur.”
YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş’in konuşmasından sonra seminerde yer alan bildirilerin sunulmasına geçildi. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın yönettiği 1. oturumda 20. Dönem Adana Milletvekili Yük. Müh. Dr. Ertan Yülek “Bitmeyen Çile Açlık” konulu bildirisini, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdemir “Açlıktan Geçinmek” konulu bildirisini ve Kültür Bakanlığı Eski Müsteşar Yardımcısı Dr. Nazif Öztürk “Toplumsal Sefalet Karşısında Akif’in Feryadı” konulu bildirisini sundular.
24. Dönem Ankara Milletvekili Ülker Güzel’in yönettiği 2. oturumda Ülker Güzel “Açlık Krizinin Giderilmesinde Kadının Rolü” konulu bildirisini, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan “Emek ve İnfak Işığında Açlık ve Yoksulluk” konulu bildirisini, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hanım Halilova “Küresel İklim Değişikliğiyle Gelen Açlık” konulu bildirisini ve DPT Eski Daire Başkanı Recep Dumanlı da “Küreselleşen Dünyada İnsanlığın Artan Çilesi: Açlık” konulu bildirisini sundular.
Oturum Başkanlarıyla bildiri sunanlara YOYAV’ın şükran plaketlerinin takdimiyle noktalanan seminerin sonunda, bilgi ve ilgi dolu güzel bir toplantıya katılmanın mutluluğunu yaşayan davetliler, sunulan ikramı da aldıktan sonra, semineri gerçekleştiren Vakıf yetkilileri ile konuşmacılara teşekkürlerini ileterek YOYAV Kültür Merkezi’nden ayrıldılar.