EBRÂR’IN ÖZELLİKLERİ VE ÖDÜLLERİNİN GÜZELLİKLERİ
Dünyada iyiler olduğu gibi, kötüler de var. İyiler yeryüzünde iyilik, güzellik, huzur, güven ve mutluluğun yaygın ve yaşanır olması için çalışıp çaba sarf ederler. Halkı Hakk’a sevdirip saâdet-i sermedîyeye ermelerine vesîle olacak davranışlarda bulunmalarını dilerler. Kötüler ise, kendilerinden başka kimseye iyilik dilemezler. Şahsî çıkarlarının dışında bir şey düşünmezler. Kimsenin kendilerinden önde, üstün ve iyi durumda olmasını istemezler. Toplumun sorunları ile ilgilenmez ve başkalarının sıkıntıları ile alakadar olmazlar. İmkânları istismar ve insanları istiskal etmekten geri durmazlar. Düşkünü horlamaktan ve zayıfı zorlamaktan çekinmezler.
İyilerde egemen olan anlayış; Allah rızası, hayır duygusu ve insan sevgisidir. Kötülerde yaygın olan görüş ise; benlik ve bencillik ile şahsî çıkar ve maddî menfaat arzusudur.
Birbiriyle bağdaşmayan düşünce, duygu ve davranışlarda olmakla beraber, aynı ortamı paylaşıp yan yana yaşayan bu insanlardan birinci gruba dâhil olanlar, dünya ve ahiret saadetini gözeten duyarlı ve dirayetli insanlardır. İkinci gruba dâhil olanlar da dünyevî düşüncelere dalıp ahireti akla getirmeyen ve geçiciye aldanıp kalıcıyı ihmal eden dar görüşlü ve dirayetsiz insanlardır. Oysa insana yakışan hayat anlayışı; kendini düşündüğü kadar başkalarını da düşünüp, kendisi için istediğini onlar için de istemesi, kendisi için istemediğini onlar için de istememesidir.
Sevilmek isteyenin sevmeyi bilmesi, sayılmak isteyenin saymayı öğrenmesi, güler yüzle karşılanmak isteyenin güler yüz göstermesi, ilgi görmek isteyenin ilgi göstermesi, destek bekleyenin destek vermesi ve kalkındırılmak isteyenin kalkındırma cihetine gitmesi gerekir.
Unutulmamalıdır ki, iyilerden olmanın yolu, iyilik görmekten değil, iyilik göstermekten geçer. İyilerden olmak isteyen de bu yolu seçer.
Öte yandan aslolan, kişinin kendini iyilerden görmesi değil, iyiliklerine tanık olan insanların onun iyi olduğunu söylemeleridir. Bu arada iyi insan ve mükemmel Müslüman olmak için yüce Yaradan’ın kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de beyan buyurduğu Kur’ânî kriterlere uyması ve iyilik özelliklerine sahip olması icab eder.
İlmî ve fikrî faaliyetleri ile kültürel hizmetlerinde bu gerçeği göz önünde bulunduran YOYAV, 6 Nisan 2013 Cumartesi günü “Ebrâr’ın Özellikleri ve Ödüllerinin Güzellikleri” konulu bir sohbet toplantısı tertipledi.
Vakfın Çankaya Başkent Halk Eğitim Merkezi ile işbirliği hâlinde düzenlediği Tecvit kurslarından Makam kursuna katılan kursiyerlerin ikram ettikleri öğle yemeğinden sonra konferans salonundaki yerlerini alan konuklarla kursiyerlere hitap eden Dr. İbrahim Ateş, yaptığı yönlendirici ve yüreklendirici konuşmada şunları söyledi:
“İyilerden olmanın ve iyi insanlarla iyiliklerde bir araya gelmenin gayret ve kararlılığı içinde olduklarına inandığım kıymetli konuklar, iyiliği ilke ve iyilik yurdu cenneti ülke edinmelerini dilediğim değerli dostlar, ebrârın önde gelenlerinden olup ödüllerini alanlardan olmalarını temenni ettiğim sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
İyilerin özellikleri ile ödüllerinin güzelliklerini anlatıp açıklamak amacıyla düzenlediğimiz toplantıya teşrif ederek gördüğüm bu görkemli tablonun teşkiline vesîle olan seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, sağlık ve saadette daim olmanızı diliyorum.
İyileri örnek alıp iyilikte öncü olan iyimser ve iyiliksever insanlardan olmamız temennisiyle sözlerime başlarken, iş, uğraş ve ilişkilerimizde iyiliği esas alıp, Mevlâ’ya mutî’ ve mahlûkata muhsin ve muhtaçlara müşfik müminlerden olmamızı niyaz ediyorum.
Bugünkü birlikteliğimizde sizlere ebrârı (iyileri) anlatıp, bazı özellik ve güzelliklerini aktarmaya çalışacağız. Bunun için, Kur’ân-ı Kerîm’de “ebrâr” kelimesinin geçtiği altı ayet-i kerîmeyi inceledik. Edindiğimiz bilgi birikimini tetkîkinize takdim etmenin gayreti içinde olacağız. Yüce Rabbimizden bize anlatıp aktarmada, sizlere de anlayıp uygulamada tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Ebrâr, insanî kriterlere göre iyi olmaktan çok, İlahî kriterlere göre iyi olanlar için kullanılan bir terimdir. Bu bakımdan ebrâr; Mevlâ’ya mutî’, müminlere müşfik ve muhtaçlara mükrim olan inançlı ve iyiliksever insanlardır. Bu insanların önde gelen özelliklerinin başında iman ve ihlas ile iyimserlik, iyilik severlik, içtenlik ve incelik gelir. Ödülleri de iyiliklerinin içtenlik, incelik ve ihlas derecelerine göre değişiklik arz eder.
Manevî mertebelerin merdivenlerini tırmanarak, derecelerini yüceltmenin gayreti içinde olan bu insanlar iyiyi, doğruyu ve güzeli arayan, alan ve uygulayan basîretli ve bilinçli insanlardır. Sözleri özleri ile örtüşen ve fiilleri fikirlerine uyan bu insanlar, yaptıkları her işte ve sergiledikleri her davranışta Hakkı gözetmeye ve haklının yanında olmaya çalışırlar. Devamlı iyilik işlemeyi düşler ve her gün hayırlı bir işin peşinden koşarlar.
Toplumun terakkîsi ve insanlığın te’âlîsi için çaba ve çalışmalarını sürdürmenin gayreti içinde olan bu iyilik incileri, yörelerinin yüz akı ve yurtlarının zafer takıdırlar.
Ben, böylesi yüce ruhlu insanlar için yıllar önce yazdığım bir şiirimde:
“Kinci ve ikinci değil, birinci./İlimde ileri, iyilikte inci.” demiştim.
Şimdi o şiirde dile getirdiğim düşüncenin ne denli isabetli olduğuna daha çok inanıyorum.
İyilerin incisi ve kötülerin sancısı olan bu insanlar, cennet ehlinin yücesidirler. Kitaplarının yücelerde, kendilerinin de kesin cennet ehli olduğunu ifade eden Mutaffifin Suresi’nin 18-28. ayetlerinin meallerini buyurun birlikte okuyalım:
“Hayır! Andolsun ebrârın (iyilerin) kitabı illiyyûndadır.” (18)
“İlliyyûn nedir, bilir misin?” (19)
“(O illiyyûn’daki kitap) İçinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır.” (20)
“O kitabı, Allah’a yakın olanlar görür.” (21)
“Ebrâr (İyiler) kesinkes cennettedir.” (22)
“Onlar orada koltuklar üzerinde etrafa bakarlar.” (23)
“Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün.” (24)
“Kendilerine mühürlü hâlis bir içki sunulur.” (25)
“ Onun içiminin sonunda misk kokusu vardır. İşte yarışanlar onda yarışsınlar.” (26)
“Karışımı tesnim’dendir.” (27)
“(O tesnim Allah’a) Yakın olanların içecekleri bir kaynaktır.” (28)
Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı eserinde bu ayetlerin açıklamalarını yaparken şu cümlelere yer vermiştir:
… İyilerin, hayır ehli doğruların kitabı “le fi illiyyîn” muhakkak ki İlliyyîn’dedir.
İlliyyîn, bu kelime hakkında lügatçilerin ve tefsircilerin sözleri vardır.
Lügatçilerden Ebu’-feth b. Cinnî şöyle der: Bu kelime, ulüvv kökünden fi’îl kalıbında “illiyy”in çoğuludur. Aslı illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin irabı çoğul irabı gibidir. Çünkü lafzı çoğul kalıbı üzeredir…
Tefsircilere gelince, tefsirlerde buna yedinci gök denilmiş, göğün üstünde Arş’ın sağ ayağı denilmiş, Sidre-i müntehâ denilmiş. Ferrâ, “yüksekten yükseğe nihayetsiz” demiş: Zeccâc da, “yerlerin en yükseği” demiştir. Bazıları, “yüce Allah’ın ululuk ve yücelikle donattığı yüce mertebeler”, diğer bazıları da, “meleklerin amel defterlerinin bulunduğu yer” demişlerdir ki, çokları Kur’ân’ın biraz sonra gelecek olan bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı görünüşte buna uygun bularak, kötülüklerin yazıldığı divan olan Siccîn’in tam zıddı, Allah’a yaklaştırılmış, meleklerin şahit oldukları yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi olduğunu söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki:
Bildin mi sen, İlliyyûn nedir? Yahut, “ne illiyyûn!”, “Ne yaman İlliyyûn!” “kitâb-un merkum” yazılmış, mühürlenmiş bir kitap. Burada da yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam ve güzel yazılmış, yahut Allah tarafından özel işaretle imzalanmış. Öyle ki O’na Allah’a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar. Allah ile aralarında perde olanlar değil, Allah’a yaklaştırılmış olanlar ona şahit olur, onlar görür, onlar okurlar. Yahut yazılışına, korunuşuna, okunuşuna Allah’a yaklaştırılmış melekler hazır olur ve manasına onlar şahitlik ederler. Ederler de ne olur? Kuşkusuz iyiler bir nimet içindedirler. Kötülerin Cehennem’e yaslanacakları gün iyiler nimet içinde bulunacaklar. Divan üzerinde etrafa bakacaklar. Cennetin diledikleri manzaralarına diledikleri gibi bakacaklar. Düşmanları olan cehennem ehlinin hallerine de bakacaklardır ki, bu mana surenin sonunda ayrıca anlatılacaktır. Bakarlarken o nimetin parıltısını, o nimet ve mutluluk neşesinin parlaklığını yüzlerinde tanırsın, yani her gören tanır. Neşeli ve mutlu oldukları, iyi kullar oldukları yüzlerinden belli olur. Onlara saf bir içecekten içirilir.
Rahîyk, hiç karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın manalar olduğu söylenmiştir. “Kamus” müterciminin ifadesine göre, horoz gözü gibi berrak olana denir ki buna “bâde-i nâb” yani, “hâlis, duru şarap” denilir. “Ruhak” da denilir. Burada “neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yok. Sâffât Suresi’nde geçtiği üzere, “Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda zararlı bir sonuç da yok.” diye nitelenen “beyaz şarap” şeklinde tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, “beyaz şarap” demekle buna işaret etmiştir. Muhammed Suresi’nin: “Takva sahiplerine vaad edilen cennetin durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar vardır.” 15. ayetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından biri de içenlere sırf lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki “mesel” tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o manadan gafil olmamak gerekir…
Hatîb, tefsirinde şöyle der: Burada “rahîk”, “İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler.” (Muhammed, 15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için şöyle niteleniyor: “Mahtûm” Ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları miskten mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis. Diğer bir mana ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır.
Bir de “hıtâm” “hâtem” gibi mühür manasına geldiğinden “onun hıtâmı misktir” demek, mührü misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında “hâtemuhû miskün” ve “hâtimuhû miskün” okunması da bu manayı destekler. Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına ve içimine göre yine zikredilen iki mana geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur. Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur.
İşte ancak onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir. Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk kokusunun duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa teşvik için araya sokulmuştur. O, işaret ismi nimeti veya saf şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın sonuna işaret olması ise hem nazım hem manaca daha uygundur. Zira saf şarabın kemalini gösteren sonu, metinde en son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme hususu uzak olduğu için “zalike”nin manasına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden önce getirilmesi ise “ancak onda…” manasını ifade etmek içindir. Yani dünya şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan bu sonu misk kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda “felyetenâfes” yarışsın, imrenme yarışına girsin. Şimdi “elmütenâfisûn” birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, bu sonsuz neşe öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.
Münâfese, başkasından görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemâle düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışçı ise olgunluğa aşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendinin daha ileri gitmesini ister. Bunda yarışma ve müsâbaka ise “li misli hâzâ fel ya’meli-l âmilûn” “çalışanlar bunun için çalışsınlar.” (Sâffat, 61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur. Bunun “ve mizâcuhû min tesnîm” karışımı da Tesnîm’dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine Tesnîm’den de katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnîm daha yüksektir.
Tesnîm, esasen hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek manasına mastar olup yükseklik manasıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü Abbas’tan rivayet edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir. Kelbî’den rivayet edildiğine göre cennettekilere üst taraflarından gelir. Denilmiştir ki: Havada yükseltilmiş olarak akıp kaplarına yeteri kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri yükseltir. Nitekim şöyle tefsir ediliyor: “Aynen” Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnîm “yeşrebu bihe-l mukarrabûn” Allah’a yaklaştırılmış olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesnîmi içer, içme işlerini onunla yaparlar. Allah’a yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer iyi kullara, amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak sunulur.
Buradaki “bihâ” ya birkaç şekilde mana verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnîmdir. Çünkü Allah’a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.
Demek ki “ve mizâcuhû min tesnîm” “karışımı Tesnîm’dendir” ayeti kitapları sağ taraflarından verilen ebrâr (iyi, itaatli kullar) hakkındadır. Bu “aynen yeşrebu bihe-l mukarrebûn” ayeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn (Allah’a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Ayetin bir yükselme ifade eden akışından da Tesnîm’in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. Zira Vâkıa Suresi’nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, “İmanda en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah’a yaklaştırılmış olanlardır.” buyurulmuş olduğundan mukarrebûn, Hakk’ın huzurunda bütün mertebelerin ilerisinde bulunan birincilerdir. Yukarıdaki “Ona Allah’a yaklaştırılmış olanlar şahit olur.” ayetinden ve “iyi kulların yaptığı iyilikler, Allah’a yaklaştırılmış kulların yaptığı kötülüklerdir.” Meşhur sözünden de anlaşıldığı üzere ebrar (iyi kullar), mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Suresi’nde anlatılan “kitapları sağından verilenler” demek olur. Onun için “Karışımı Tesnîm’dendir.” Bunların içtiği karışık şarabı “aynen yeşrebu bihe-l mukarrebûn” da sırf Tesnîm’in, mukarreb kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu manaları vermişlerdir: Sırf Tesnîm’i Allah’a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut “bâ” “mîn” manasına olarak “ondan içerler, onunla karıştırarak o saf şarabı içerler” manasına olmak daha açık gibi görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt edilmemiş ve Tesnîm’in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu surette de en önde olan mukarrebler derecesine varmayan ebrar ondan içemeyecekleri gibi, mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden “yarışanlar ancak onda yarışsın” cümlesiyle bunun bir münasebeti varsa da, “Bahr”de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü Mesud’dan, Hasen’den, Ebu Sâlih’den dahi “Mukarrebler onu sade olarak içer ve ebrâra karıştırılarak sunulur.” diye rivayet edilen mana daha uygundur. Çoğunluğun görüşüne göre ebrâr, kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn ise, sâbikun yani en önde olanlar bunlarla beraber bazıları, “Bu ayette ebrâr ile mukarrebûn bir manayadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara böyle denilmiştir.” demişler ise de, burada da ebrâr ile mukarrebûn arasında fark göremeyenler ayetin zevkine erememişler demektir.
İnfitar Suresi’nin, iyilerle kötülerin ahiretteki yerlerinin belirtildiği 13-14. ayetlerinde de: “Ebrâr (İyiler) muhakkak cennete, kötüler de cehennemdedirler.” buyurulmaktadır.
İbnü Kuteybe’nin “Kitabu’l-İmâme” sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle nakledilir:
Süleyman b. Abdülmelik Mekke’ye giderken Medine’ye uğradığında ileri gelen zatlardan biri olan Ebû Hâzim’i getirtmiş ve onunla karşılıklı bir sohbette bulunmuştu. Ebu Hâzim ona çok acı öğütler vermiş, neticede aralarında şu sorulu cevaplı konuşma olmuştu.
Süleyman: Ey Ebû Hâzim! Yarın Allah’a varmak nasıl olacak?
Ebû Hâzim: İhsan sahibine gelince o, yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna dönen bir yolcu gibi; isyankâr ise efendisine geri dönen kaçak köle gibi Allah’a varacak.
Bunun üzerine Süleyman ağladı da: Keşke Allah yanında bize ne var bilseydim dedi.
Ebû Hâzim: Amelini Allah’ın kitabına arzet.
Süleyman: Allah’ın kitabının neresinde?
Ebû Hâzim: “İyiler cennette, kötüler cehennemde.”
İnsan Suresi’nin 2. ayetinde: “Gerçek şu ki, biz insanı karışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık. Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.” buyurulmaktadır. 3. ayetinde ise: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” buyurulmaktadır.
“Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir.” Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan alemi olan dünya hayatında kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu hidayet ve irşattan sonra insanı “şükredici” ve “nankör” diye ikiye ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için “Dilediğinizi yapın” (Fussilet, 40) tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir vaad ve tehdit vardır…
Bu surenin 4. ayetinde ise: “Doğrusu biz kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık” buyurulmaktadır. Yani, dileyen bunları seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek, dayanılabilecek şeyler olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak gerekir, mealinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları (yaşam biçimleri) ve gayretlerinin ünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi devrilmeye hazır sersemlik veren içki alemlerine düşkün olanları imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere aynı surenin devam eden 5-22. ayetlerinde ebrârın bazı özellikleriyle ödüllerinin güzellikleri belirtilerek şöyle buyurulmaktadır:
“İyiler ise, kâfûr katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler.” (5)
“(Bu,) Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.” (6)
“O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler.” (7)
“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (8)
“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (9)
“Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız (derler).” (10)
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger, (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (11)
“Sabretmelerine karşılık onlara cennet ve (cennetteki) ipekten lutfeder.” (12)
“Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar, ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk.” (13)
“(Cennet ağaçlarının) gölgeleri üzerlerine sarkar. Kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur.” (14)
“Yanlarında, gümüş kaplar ve billur kaselerle, gümüş beyazlığında (billur gibi) şeffaf kupalarla dolaşılır ki, sâkiler bunu (cennet şarabını) ölçüsünce tayin ve takdir ederler.” (15-16)
“Onlara orada bir kaseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır.” (17)
“(Bu şarap) Orada bir pınardandır ki adına selsebil denir.” (18)
“O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedimler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın.” (19)
“Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün.” (20)
“Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır, gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir.” (21)
“(Onlara şöyle denir:) Bu sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz karşılığını bulmuştur.” (22)
İnsan Suresi’nin mealleri arz edilen 5-22. ayetleri arasındaki on sekiz ayette ebrârın özellikleriyle nâil olacakları nimetlerin güzellikleri on sekiz ayette ifade edilmiş olmasına karşılık, kâfirler için hazırlanan zincirler, demir halkalar ve alevli ateşten oluşan azap bir tek ayette (4. ayette) belirtilmiştir. Ebrârın önemli özellikleri ile onlara sağlanacak saadetin on sekiz ayette ifade edilmiş olmasından, Allah katındaki değerlerine dikkat çekilmiş olduğu gibi, müminlerin bu bahtiyarlığa teşvik edilmiş oldukları da anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla kâfirlerin dünyada bolluk ve varlık içindeki rahat yaşantıları Müslümanların morallerini bozmamalıdır. Zira onların dünyada bolluk ve rahat içinde olmaları geçicidir. Müslümanlara Allah Teâlâ’nın ahirette ihsan edeceği nimetlerle güzellikler ise kalıcı olup, kâfirlerin dünyada elde ettikleri imkânlarla kıyaslanamayacak kadar çok ve çeşitlidir.
Al-i İmran Suresi’nin bu hususa dikkatimizi çeken 196-197. ayetlerinin mealleri şöyledir:
“İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Al-i İmran, 196-197)
Müminlerin, müşrikleri geniş maddî imkânlar içinde görmeleri sebebiyle: “Gördüğümüze bakılırsa Allah’ın düşmanları huzur içinde, biz ise sıkıntıdayız.” demeleri bu ayetlerin inmesine sebep olarak gösterilmiştir. Elbetteki, bu ve benzeri ikazlarla Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şahsında bütün müminlere seslenilmiştir.
Bu ayetleri izleyen 198. ayette ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlara ikram edilecek cennetlerle ebrâr (iyiler) için hazırlanan nimetler belirtilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları cennetler vardır. Ebrâr (iyi kişiler) için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır.”
Müslümanlar, bu ve benzeri ayet-i kerîmelerde belirtilen ilâhî ihsan ve ikramları göz önünde bulundurarak dünyevî imkânlara aldanmayıp ebedî hayattaki kalıcı nimetlere erdirecek ibadet ve taatla hayatlarını değerlendirmenin gayreti içinde olmalıdırlar.
Sözlerimizi, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde açık bir ibret olduğunu anlayıp, ayakta dururken, yanları üzerine yatarken, her vakit Allah’ı anan, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünen akıl sahiplerinin dua ve niyazları (Al-i İmran, 191-194) gibi: “… Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz! Doğrusu Sen kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabbinize inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu ebrâr (iyiler)la beraber al ey Rabbimiz, Rabbimiz! Bize, Peygamberlerin vasıtasıyla vaad ettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme, şüphesiz Sen vaadinden caymazsın.”