EDEP NEDİR, EDÎP KİMDİR?
Bilgi, görgü, sevgi, saygı gibi medenî meziyetlerle edep, ahlak, terbiye, doğruluk, dürüstlük gibi manevî meziyetlerin getireceği güzelliklerle sağlayacağı saadet ve estireceği huzur havası hakkında dile getirdiği doğru ve doyurucu düşüncelerle dostlarını donatmanın ve mensuplarını motive etmenin gayreti içinde olan YOYAV, ayda bir defa düzenlemeyi gelenek hâline getirdiği “Sorun Söyleyelim” sohbet toplantılarının Mart ayı halkasını 21 Mart 2009 Cumartesi günü saat 13.30’da YOYAV Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdi.
Makam kursiyerlerinin organize ettiği YOYAV sofrasında ikram edilen öğle yemeğinden sonra konferans salonunu dolduran davetlilere duygulu dakikalar yaşatan Dr. İbrahim Ateş “Edep Nedir, Edîp Kimdir?” konulu sohbetinde şunları söyledi:
“Söz ve davranışları ile hal ve hareketlerinde hikmeti, hakikati, hürmeti ve muhabbeti gözeterek, bakışlarının basîretli, davranışlarının dirayetli ve adımlarının isabetli olmasına özen göstereceğine inandığım inançlı, bilinçli, samimî ve sevecen kardeşlerim, bilgi bahçemizin müdavimleri olan muhterem misafirlerimiz, basınımızın değerli temsilcileri!
Bugünkü birlikteliğimize vesîle olan “Edep ve edîp” konulu sohbetimize katılmak üzere salonumuzu şereflendiren seçkin heyetinizi en içten ve samîmi duygularımızla selamlıyor, düşünce, duygu ve davranışlarımızı İslamî âdâp ve ahlak kurallarına uygun olarak dizayn etmemizi diliyorum. Hakka ve halka karşı hal ve hareketlerimizde edepli ve terbiyeli tavırlar takınmamız temennisiyle sözlerime başlarken ömür boyu edep tacını başında taşıyıp sünnet-i seniyyeye ve rıza-i aliyyeye uygun yaşayan edep ve ahlâk-ı hamîde sahibi insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
Efendim edep ve edîp ile ilgili maruzatımızın başlığını, “Sorun Söyleyelim” sohbet toplantılarımızın formatına uygun olarak ”edep nedir, edîp kimdir?” şeklinde belirledik. Dolayısıyla bugünkü sohbetimizin bel kemiğini bu sorunun cevabı teşkil edecektir. Tabii, edep ve edibin ne demek olduğunu ve neleri gerektirdiğini böyle bir sohbetin süresine sığdırmak zor ama biz vaktimizin elverdiği, aklımızın erdiği, dilimizin döndüğü nispette bir şeyler söylemeye ve düşüncelerimizi sizlerle paylaşmaya çalışacağız. Yüce Mevla’dan bize düşüncelerimizi dile getirmede, sizlere de duyduklarınızı değerlendirip uygulamaya koymada tevfîkini refîk etmesini diliyorum.
Edep; güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, toplum töresine uygun ve olumlu davranış, incelik, zerafet, kibarlık, utanma ve ar duygusu gibi anlamlara gelir. Bu vasıflara sahip olan, yani terbiyeli, güzel ahlaklı, zarif ve kibar kimselere de edîp (edepli) denir.
Başka bir ifadeyle edep, söz ve davranışlarla, iş ve uğraşlarda ölçülü olmak ve dikkatli davranmaktır. Dolayısıyla edep; insanların söz ve davranışlarını dikkatle ve ibretle izleyip takdir ve tasvip edilenlerini yapmaya, tenkit ve tekdir edilenlerinden de uzak durmaya çalışmaktır diyebiliriz.
Edep; insanın değerini artıran, güzelliklerine güzellik katan önemli bir özelliktir. Müslümanların muttasıf olmaları gereken manevî meziyetlerin başında gelen edep, sahibine saadet-i sermediye sağlayan, Hak ve halk nezdinde itibarını artıran müstesna bir meziyettir. Bu hususu bir şiirinde ifade eden bir şairimiz şöyle demiştir:
“Edep bir tac imiş nûr-u Hüdâ’dan
Giy ol tacı emin ol her beladan.”
Hiçbir huysuz, arsız veya hırsızın, edepli insanın başından çekip alamayacağı ve çalamayacağı bu taç, güzellik ve değer bakımından dünyada benzeri bulunmayan bir saadet tacıdır. Bu taç, kraliyet, saltanat veya güzellik tacı gibi sıradan bir taç değildir. Başında bu tacı taşıyan insan, saîd (bahtiyar) insandır. Bu itibarla büyüklerimizin dediği gibi: “Edep zebepden (altından) daha hayırlıdır.”
Ehlullah indinde edep, mâfevkini çok görmemek, mâdûnunu tahkir etmemektir. Yaradandan ötürü yaratılanı sevmek ve saymaktır.
İslam dininde ahlâk-ı hamîde ile terbiye ve edebin yeri yücedir. Edep ve ahlak da en yüksek olanlar, iman bakımından en kusursuz olanlardır. Dolayısıyla inanan insanlara faydasız çok bilgiden ziyade edep ve yüksek terbiye lazımdır. Hz. Ömer (R.A.): “Edep, ilimden önce gelir.” demiştir. Mevlana Celâleddîn-i Rûmî de:
“Aradım tüm meclisleri, kıldım ilmi talep;
Dediler ilim en sonda, önce gerek edep.” demiştir.
Ahlakın en mükemmeli edebin en üstün yeri, dinde olan edeptir. Bir müslüman için gaye olan mertebeye ulaşmak, ancak Yaradan’ın emirlerine itaat ve Hz. Muhammed (S.A.V.)’in edep ve sünnetine ittiba’ ve itkida iledir.
Edep, güzel ahlâk ve terbiyedir. Onun için yüce dinimiz edep ve terbiyeye büyük önem vermekte ve üzerinde ısrarla durmaktadır. Nitekim sevgili Peygamberimiz, peygamber olarak gönderilişinin hikmetini, "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." buyurarak beyan etmiştir. Edebi ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Zâtın, hiç şüphesiz herkesten daha çok bütün ahlâkî güzelliklere sahip olup edepli olması gerekir. Gerçekten Peygamber Efendimiz güzel ahlâk ve edebin en güzeline sahipti. Bunun sebebini de, "Beni, Rabbim edeplendirdi, terbiye etti, ne de güzel edeplendirdi, terbiye etti." buyurarak belirtmiştir.
Mevlâna hazretleri, "Bütün cihanı arayıp taradım, iyi huydan daha güzel bir şey göremedim" derken, Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman da:
"Ne haddindir gelip hâl-i siyâhın müşge benzetmek
Ânı bilmez misin ey dil, değil bir şey edepten yeğ" der.
Edep, insanın kusurlarını, hatalarını örter. Nitekim şair Vehbî, kişinin sahip olduğu edep ve terbiyeyi elbiseye benzetmiş, elbise nasıl ki insanın mahrem, görülmemesi gereken yerlerini örterse, edebin de onun kusurlarını, hatalarını örteceğini şu güzel beyti ile ifade etmiştir:
Setrederdi ayıbını insanın hep
Ne güzel câme imiş sevb-i edep.
Yüce dinimiz İslâmiyet, edep dinidir. Mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim baştan sona edepten ibarettir. Nitekim Arapça bir beyitte şöyle denilmiştir:
"Eddibü'n-nefse eyyühe'l-ahbâbu
Turuku'd-dîni küllühâ âdâbu."
Anlamı şöyledir:
Ey dostlar! Kendinizi terbiyeli ve edepli kılınız. Dinin bütün yolları âdâptır.
Büyük mutasavvıf ve mütefekkir Mevlâna hazretleri de bu konuda şöyle der:
"Eğer âdemoğlunun edepten nasibi yoksa âdem değildir.
Çünkü insanla hayvan arasındaki fark, edeptir.
Gözünü aç da bak cümle kelâmullâha
Ayet ayet bütün mânay-ı Kur'an, edepten ibarettir."
Evet Mevlâna hazretlerinin de dediği gibi baştan sona ayet ayet Kur'an'ın bütün manası edepten ibarettir. Mevlâna hazretleri bir şey daha diyor. O da insanla hayvan arasındaki farkın edepten ibaret olduğudur. Gerçekten hayvanlar arzu ettikleri her şeyi istedikleri an yaparlar. Onlar için edep, ahlâk, ar ve hayâ söz konusu değildir. Ama insan böyle değildir. O, edebi ve hayası ile insandır.
Edep ve terbiye kimde bulunursa, onun derecesini yükseltir, mertebesini yüceltir, insanlar arasında değerli kılar, herkes ona hürmet eder, saygı gösterir.
Anlatıldığına göre bir çocuk Abbasi halifelerinden Memun'un huzurunda güzelce konuşup kendisine sorulan sorulara iyi cevaplar vermişti. Bunun üzerine Halife ona:
Sen kimin oğlusun? diye sormuş. Çocuk,
- Edebin oğluyum, ey mü'minlerin emiri, deyince, Halife,
- Edep ne güzeldir, demiş ve aşağıdaki beyitleri söylemiş:
Kimin oğlu olursan ol, fakat edep ve terbiye kazan.
Edebin güzelliği seni nesebe muhtaç etmez.
Asıl genç "işte ben buyum" diyendir.
Yoksa "babam falandır" diyen, hakiki genç değildir. (El-Hidâye Dergisi, Eylül-Ekim 1982 sayısı)
Onun için bir Arap atasözünde, "el-fadlu bi'l-edeb, lâ bi'l-asli ve'n-neseb: Fazilet edepledir, soy ve sopla değil" denilmiştir.
Makedonya'nın yetiştirmiş olduğu bilgin ve şair Kemal Efendi Arûçî de bir manzumesinde, babası annesi ölenlere halk arasında "kimsesiz" denildiğini, bunun da doğru olduğunu, fakat asıl kimsesizin, ilim ve irfandan yoksun olanların olduğunu şöyle belirtir:
Babası annesi ölmüşlere bî-kes denilir.
Çünkü bî-çâre çocuk, melce ü me'men bulamaz!
Bana kalsa bu da doğru ve fakat baksanıza!
İlm ü irfansız olanlar gibi bî-kes olamaz.
İrfan; ilim ve edebi, hattâ kültürü de içerisine alan geniş kapsamlı bir kelimedir. Tasavvufun büyüklerinden Seriyy-i Sakatî (ö. 257/87l): "Kulun derecesini yükselten dört haslet vardır, bunlar da; ilim, edep, emanet ve iffettir" der. Yine Seriyy-i Sakatî der ki: "Kim kendini edepli kılmaktan âciz olursa, başkalarını te'dip hususunda daha âciz olur." Daha açık bir ifade ile, kendisi edepli ve terbiyeli olmayan kimse başkalarını edepli kılamaz, terbiye edemez. Eskiden sûfîler edebe büyük önem verirlerdi, güzel hat sanatıyla, üzerinde "edeb yâ hû" yazılı levhayı, mutlaka evlerinin ve dergâhlarının mûtenâ bir köşesine asarlardı.
"Edeb yâ hû" sözü, aynı zamanda, açık saçık söz söyleyenlere, ya da toplumun tasvip etmeyeceği kötü davranışta bulunanlara karşı, "utan, edebini takın" anlamında söylenilen bir deyimdir.
Söylenmesi kaba, çirkin veya sakıncalı görülen nesnelerin, kavramların başka kelimelerle daha uygun bir şekilde anlatılmasına da "edeb-i kelam" denir. Eskiler buna dikkat ederlerdi.
Mevlâna hazretleri de, edepsiz olan kimsenin Allah'ın lütfundan uzak olacağını ve herkese zararının dokunacağını belirterek şöyle der:
Edebe uygunluk dile Hüdâ'dan
Lütfundan uzaktır edepsiz olan
Zararı kendine değildir yalnız.
Dünyayı ateşe verir edepsiz.
Mevlâna hazretleri sözlerine şöyle devam eder:
"Tanrı sofrası, alış-verişsiz, pazarlıksız, parasız pulsuz gelip durmadaydı.
Musa'nın kavmi içinden birkaç kişi, edepsizcesine, nerede sarımsak, hani mercimek dediler.
Gökten sofra gelmez oldu, ekmek kesildi; bize de ekin ekmek, bel bellemek, orak sallamak zahmeti kaldı.
Sonra İsa şefaat etti; Tanrı gene sofra yolladı; tabak tabak ganimetler gönderdi. Küstahlar gene edebi terkettiler; dilenciler gibi sofradan artanları aşırdılar.
İsa onlara yalvardı; bu, boyuna gelir, yeryüzünden eksik olmaz; Ulu bir kimsenin sofrası başında, ona karşı kötü zanda bulunmak, harisliğe kalkışmak küfürdür, dedi.
O rahmet kapısı, bu görmedik yoksul suratlıların tamahları, hırsları yüzünden gene kapandı onlara.
Şu gök, edep yüzünden ışıklarla dopdolu bir hâle gelmiştir; melek, edep yüzünden suçtan arınmıştır, tertemiz olmuştur."
Edep ve terbiye denilince ilk akla gelen, hiç şüphesiz, gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru ve kendilerine istikbalimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız olur. Çocuklarımızın, örf ve adetlerimize, gelenek ve göreneklerimize uygun şekilde edepli ve terbiyeli yetiştirilmeleri son derece önemlidir. Bir baba ve annenin evlatlarına bırakabilecekleri en kıymetli şey, hiç şüphesiz güzel bir eğitim ve terbiyedir. Onun için sevgili Peygamberimiz bu konudaki çeşitli hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Hiçbir baba evlâdına, güzel bir terbiyeden daha üstün bir miras bırakamaz." "Kişinin çocuğunu terbiye etmesi, bir ölçek sadaka vermesinden daha hayırlıdır."
"Çocuklarınıza ikramda bulununuz ve onları güzel terbiye ediniz."
"Çocuklarınızı şu üç şeyi öğreterek yetiştiriniz, terbiye ediniz: Peygamberinizi sevdiriniz, onun ehl-i beytini sevdiriniz ve Kur'an'ı okutunuz. Zira Kur'an'ı öğrenip yaşayanlar, başka bir gölge olmayan kıyamet gününde, peygamberleri ve seçkin kullarıyla beraber, Allah'ın manevî gölgesinde gölgelenirler."
Bu bakımdan evlatlarımızı güzel yetiştirmeliyiz, edep ve ahlâklı olmalarına dikkat etmeliyiz. Unutmayalım ki, edep ve terbiyeden yoksun olarak yetişen kimseler, günün birinde feleğin sillesini yerler, çok kötü bir duruma düşerler, perişan olurlar. Bu gerçeği meşhur divan şairi Nâbî şöyle ifade eder:
Haddi zâtında kim olmazsa edîb
Feleğin sillesi eyler te'dîb.
Benzer bir mana Arapça bir beyitte şöyle ifade edilir:
Men lem yüeddibhü'l-ebevân
Yüeddibhü'l-melevân.
Anlamı şöyledir: Kimi küçükken ebeveyni, (ana-babası) terbiye etmezse, daha sonra onu zaman terbiye eder.
Bizim geleneğimizde, örf ve âdetlerimizde edebin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bunu küçükler, büyüklerden öğrenirler. Onun için büyükler, küçüklerin yanında lâubâlî hareket edemezler, örnek davranışlarda bulunurlar. Küçükler de büyüklerin yanında sigara içmezler, sakız çiğnemezler, otururken ayaklarını uzatmazlar, bacak bacak üzerine atmazlar, bağıra çağıra konuşmazlar, ellerini arkalarına koymazlar, verilen emri derhal yerine getirirler.
Edeb şu esaslar üzerine bina edilir:
1- Her türlü zan ve şüpheden ârî, dalâlet ve bid'attan hâlî, burhan ve hüccetlerle kavî bir imanla Hakka bağlanmak.
2- Halis bir niyete sahip olmak, İslam ilimlerini bilmek, bildikleriyle de amel etmek.
3- Cenab-ı Hakk'a sevgili bir kul olmanın yolu ancak O’nun emirlerini tutmak, nehiylerinden kaçmak ve Habîbine ittiba’ etmekle mümkündür.
4- Farz ibadetlerini muhafaza edip nafile ibadetleri çoğaltmak.
5- İlmiyle âmil âlimlerle edebte Resûl-ü Kibriyaya tam tabi, olmuş mübarek insanlar ile sohbet etmek ve öğütlerini tutmak, ahlâkı bozuk fasık âlimlerden son derece kaçmak.
6- Her iş ve edebten asıl maksat ve gayenin Hakk rızası olduğunu bilmektir.
İnsana lazım olan bir çok edebler vardır; Nefsin terbiyesi ise her edebin esası ve temelidir. Bu tam olmadıkça diğer edebler birer riyakârlıktan ibaret kalır.
İnsan kendi nefsini terbiye etmeye evvela ciddî bir şekilde niyet etmelidir. Kendi ayıbımızı görmek başkasının ayıbını görmeye perde olmalıdır. Kişinin kendi kusurunu düzeltmedikten sonra diğerlerinin kusurlarını söylemeye ne hakkı vardır, nede selahiyeti. Edebli olmaya niyet eden kimse evvela kendi ile uğraşır. Zira biz önce nefsimizi ve ehlimizi ateşten korumak mecburiyetindeyiz.
Nefsinde edeb arzu eden kimsenin şunları mutlaka yapması lazımdır.
1- Mâlâya'nîyi terk etmek, faidesi olmayan şeyle meşgul olmamak. Edebin güzelliği bununla başlar.
2- Hatalarına bir daha işlememek kasdıyle hâlisâne tevbe etmek.
3- Kul haklarını eda etmek, helalleşmek, suizannı bırakıp insanlara hüsnüzan etmek.
4- Kalbi ALLAH muhabbetiyle dolu bulundurmak, mal ve mevki hırsına kapılmamak.
Hülâsa, sabırlı olmak, metin olmak, hâlis olmak ve alemlere rahmet olan Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)'in yolunda yürümek. Allah'ın boyası ile boyanıp, büyüklerin halleriyle hallenmek, edeb yolunda yegane usuldür.
İnsan sadece cismiyle değil ruhuyla da insandır. Bugünkü beşeriyetin bütün sıkıntı ve ızdırabı, içine düştüğü tüm çile ve felaketlere sebep, manevî boşluk, ahlâk ve edeb düşüklüğüdür. İlahî disiplin ve vicdanî mesuliyet tanımayıp başıboş gezen kitle ve toplulukların âtisinden saadet ve terakkî beklemek hayal peşinde koşmak olur. Bugünkü dünyamızda bunun misalleri sayılamayacak kadar çoktur. Ahlâkı yıkılmış bir milletin hiç bir şeyi sağlam kalmamıştır. Bu, inkarı kâbil olmayan bir hakikattır. Tarihde güzel isim yapmış, asırlar boyu insanlık alemine önderlik etmiş büyük milletlerin en üstün vasıfları; mazbut bir ahlâk ve sağlam bir karaktere sahip olmalarıdır. Şerefli ecdadımızın diğer eserleri yanında bilhassa öğülmeye değer mirasları da yüksek İslâm ahlâkı olmuştur. Eğer bırakılan bu kutsî mirastan evlad ve ahfâd olarak bizler, haz ve nasip alabildiysek bahtiyarız. İnsanı mertebe-i kemâle vâsıl eden, Cenab-ı Hakk nezdinde izzet ve hürmete mazhar kılan, halk içinde sevilip sayılmaya liyakat kazandıran ahlâk ve edeb olduğuna göre dünyaya gelmekteki asıl gayemiz kesb-i kemal ve seyr-i cemâl içindir. Edebin en faydalısı dinin hakikatlerini bilmek, dünyanın geçici zevklerine aldanmamak ve marifetullah tahsil etmektir. Edeb insan için mutlak bir fazilet kaynağıdır. İnsanlık ancak onunla kâimdir. Eğer Ademoğlunun edebten nasibi yoksa kâmil insan değildir. İnsanla hayvan arasındaki fark, edebtir.
Allah'a karşı edeb: Allah'a hâlisane ve layıkı veçhile ibadet etmekdir. Allaha karşı edeb amele ve kavle göre ikiye ayrılır. Allah'a karşı olan edebin amele ait olan kısımları:
1. Allahın emirlerine ve nehiylerine ittibâ, ibadet ve taatda ihlas
2. Allah'a yaklaşmanın sebeb ve vesilelerini bilmek
3. Nefsi emmareye karşı cihad etmektir.
Peygambere karşı edeb:
1) Rasulü Ekrem (s.a.v.)'in her kavli ve fiilini başkalarının kavline ve fiiline tercih etmek.
2) Peygamber Efendimizin davet ve emirlerine hâlisâne bir şekilde icabet etmek.
3) Ehli beytine ve cümle sahabelerine hürmet ve tâzimde bulunmak. Allah tarafından getirdiği şeylere mütâba’at edip hükmüne razı olmak.
4) Sözleri, amelleri, zâhiren ve bâtınen O’na uymak ve O’nu kendisi için en güzel numune addetmek ile olur.
Ana babaya karşı edeb: Ana babaya karşı edeb, onlara in'am ve ihsan etmekte toplanır. Şu kısımlara ayrılır:
1) İslama uygun olan emir ve nehiylerine, bilhassa edebe, hayaya, iyi yol ve gidişe, güzel huy ve muaşerete, temizlik, iffet, namus ve emanet gibi ahlâkî faziletlere ait olan emirlerini tutmak, onlara eziyet veren hatırlarını kıran ve gadaplarını davet eden şeylerden üf bile demeksizin sakınmak.
2) Anne baba huzurunda edeb ve sükûn ile oturmak, onlara karşı tevazu kanatlarını açmak.
3) İhtiyarlıklarında veya zarurete düşdüklerinde daima onlara in'am ve ihsanda bulunmak.
4) Vefatlarından sonra onlar için dua ve istiğfarda bulunmak, ahidlerini yerine getirmek, dostlarına ikram etmek.
Öteyandan her müslümanın bilmesi ve uygulaması gereken bir takım âdâp vardır. Bunların başında selam âdâbı, ziyaret âdâbı, toplantı âdâbı, konuşma âdâbı, seyahat ve yolculuk âdâbı, uyku âdâbı, oturma âdâbı, giyinme âdâbı, sofra âdâbı ve İslam kardeşliği âdâbı gelir. Bu âdâba uymada titizlik gösteren İslam büyükleri, örnek alacağımız önemli davranışlarda bulunmuşlardır. Bilhassa sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’e karşı edepli ve terbiyeli davranmamız hususunda ibret almamız gereken tavırlar sergilemişlerdir. Bunlardan birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in amcası Hz. Abbas’a yaşı sorularak: “Sen mi büyüksün, Resulullah mı?” denildiğinde: “Ben O’ndan önce doğdum ama O benden büyüktür.” cevabını vermiştir.
Ashab-ı Kiram Peygamberimiz (S.A.V.) ile konuşurken O’na: “Fedâke ebî ve ümmî yâ Rasûlallah!” yani “Ey Allah’ın Resülü anam babam sana feda olsun!” diyerek söze başlamışlardır.
İslam âlimlerinden yaşları Hz. Peygamber (S.A.V.)’in öldüğü yaşa erenler, yaşlarının Peygamber (S.A.V.)’in yaşının üstünde olduğunu söyleyerek edebe mugayir bir davranış sergilememek için: “Vakit geldi fakat davet vuku bulmadı.” demişlerdir. Efendimiz (S.A.V.)’e gösterilen bu edep ve saygı havası içinde yetişen sahabelerle tâbiîn ve onlardan sonra gelen müslümanlar benzeri edepli davranışları birbirine karşı sergilemeye özen göstermişlerdir. Bu davranışlardan da birkaç örneği sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ediyorum:
Beş yüz kadar sahabe ile görüştüğü kaydedilen, hicri 104 tarihinde vefat etmiş olan Kûfe'nin meşhur âlimi İmam-ı Şa’bî'nin hatıraları, düşünmeye değer önemli örneklerdir. Bunların birkaçı şöyledir:
Bizzat aralarında bulunduğu büyüklerin, birbirlerine karşı gösterdikleri sevgi, saygı ve edep örneğini şöyle anlatır İmam-ı Azam'ın da hocası olan İmam-ı Şa’bî:
Kûfe'de bir cenaze namazındaydık. Ashabın ileri gelenleriyle zamanın âlimlerinin de hazır bulunduğu cenazede, Resûlullah (S.A.V.)’in amcasının oğlu Abdullah bin Abbas, vahiy kâtibi Zeyd bin Sabit, Hazreti Ömer'in meşhur hukukçusu Kadı Şüreyh de vardı. Namazdan sonra herkes birer ikişer vedalaşıp ayrılırken, ben de gidip vahiy kâtibi Zeyd bin Sabit'in atını getirerek binmesi için önüne çektim. Zeyd önüne gelmiş olan ata binmek üzere iken öteden gören Abdullah bin Abbas, koşarak geldi, Zeyd'in basacağı üzengiyi elleriyle tutarak bir hizmetçi gibi binmesine yardım etti. Bunu gören vahiy kâtibi, mahcubiyetle feryat etti: "Resûlullah'ın amcasının oğlu! Ne yapıyorsun, çek elini üzengiden! Senin bana hizmet etmenden ben utanırım!"
Abdullah bin Abbas'ın buna cevabı gönülden oldu:
- Biz Kur'an'a hizmet edenlere hizmet etmeyi görev biliriz!.. Bunun üzerine bindiği atın üstünden aşağı eğilerek: 'Elini uzat da bir bakayım!' diyen vahiy kâtibi Zeyd, üzengiyi tutan eli tutup kaldırarak dudaklarını yapıştırıp üç defa öptü: 'Biz de Resûlullah (S.A.V.)’ın Ehl-i Beyt'inin elini öpmeyi görev biliriz' karşılığını verdi. İki büyük zatın bu karşılıklı saygı ve sevgilerini geriden seyredenler söylendiler:
- Büyüklerin kıymetini yine büyükler bilir!.. Biri Resûlullah (S.A.V.)’ın vahiy kâtibi, diğeri de Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'inden amcasının oğlu. Evet, onlar toplum içinde böyle örneklik ettiler. Şimdikiler de birbirlerine karşı böylesine hürmetli ve saygılı örnekler veriyorlar mı acaba? Düşünülmeye değer bir durum doğrusu...
İmam-ı Şa’bî'nin Kadı Şüreyh ile olan bir hatırası da fevkalade düşündürücüdür. Onu da sizlere arz etmek istiyorum. Kendisi şöyle anlatır meşhur Kadı Şüreyh ile olan bir sohbetini:
- Hazret-i Ömer (R.A.)’in baş kadısı Şüreyh ile beraberdim. Huzuruna davalı bir kadın gelip ağlamaya başladı. Şüreyh'in kulağına eğilerek; 'Bu kadın galiba suçsuz!' dedim. Bu defa Şüreyh de benim kulağıma eğilerek cevap verdi:
'Yusuf'u kuyuya atan kardeşleri de babalarına suçsuzluklarını ağlayarak anlatmışlardı, unutma! Kadı Şüreyh'i bir daha takdir ettim. Davaları görüntüye aldanmadan inceleyip hüküm veriyordu. Adamın biri bir gün Kûfe Mescidi'nin avlusunda Şa’bî'yi tenkit yağmuruna tuttu. Tenkitleri baştan sona sabırla dinleyen Şa’bî'nin cevabı en sonunda şundan ibaret oldu: "Söylediklerin bende varsa Allah beni affetsin; yoksa seni affetsin! Çünkü iftira etmiş olursun." Şa’bî, ilmi, sadece amel etmek için öğrenir, öğrettiklerine de amel etmeleri için öğretirdi. Bu konuda söyledikleri ise fevkalade mühimdi. Şöyle anlatıyordu öğrendiğiyle amel edenlerle etmeyenlerin sonunu: "Cennettekiler cehenneme giden tanıdıklarını görünce şaşırıp soracaklar: 'Biz sizden dinlediklerimizle cennete geldik. Nasıl olur da siz cehenneme gidersiniz?' Onların cevapları kısa olacaktır: 'Siz, bizden dinlediklerinizle amel ettiniz, biz ise size dinlettiklerimizle amel etmedik! Aramızdaki fark bundan ibarettir!"
Kendisine sorulan sorulara hemen cevap vermeyip önce düşünmeyi tercih eden Şa’bî, bu konuda da şöyle derdi: "Bilmediğine, bilmiyorum diyerek susan adamın kazandığı sevap, biliyorum diyerek konuşandan az değildir!.. Çünkü nefse en zor gelen şey, bilmiyorum diyebilmektir. Bilmiyorum diyen adam, en zoru başarmıştır. Şa’bî’nin kitaplık çaptaki bir sözü de şöyledir: "Unutmayınız; dostlarında ayıp arayan çok ayıp bulur; ama çok dost bulamaz!"
Cenab-ı Allah bizlere bu büyük insanların edebiyle edeplenmeyi ihsan buyursun.
Tabii, büyük insanların sergiledikleri âdâp kurallarından biri de tevâzu’dur.
Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri Bağdat'ta unutulmayacak değerde verdiği derslerinin en başına tevazuu alıyor ve şöyle hatırlatmada bulunuyordu dikkat kesilen dinleyicilerine:
- Allah'a açılan kapılar çoktur. Her kapıda da bekleyenler vardır. Ancak tevazu kapısında pek kalabalık yoktur. Ben o tevazu kapısını tercih ettim, çok bekletilmeden kabul gördüm. Tavsiye ederim, siz de tevazu kapısında bekleyin. Bundan sonra tevazu ve tekebbüre misal olarak bahçedeki dimdik duran bir hurma ağacıyla yapraklarını toprak üzerine sermiş bir kabağı göstererek der ki:
- Bakın şu hurma ağacına, tevazu göstermeyip dik başlılık etmiş, Allah da meyvesi olan salkımlarını başına yüklemiş, olanca ağırlığıyla başında taşımaktadır. Bir de şu yüzünü yerlere sermiş kabağa bakın. Tevazu gösterip yapraklarını zemine sermiş, meyvesi olan kocaman kabakların ağırlıklarını da toprağın üzerine bırakmış, yükünü yer çekmekte, kendisi rahat etmektedir. Konuyu şöyle bağlamış:
- İşte demiş, mütevazı ile mütekebbirin misali de böyledir. Tevazu sahiplerinin bir iddiası olmadığından rahattırlar. Başlarında benlik yükü yoktur. Yüzleri hep yerlerdedir. Kibirlilerin ise başlarında öylesine bir benlik yükü vardır ki, onu korumak için hep dik başlılık eder, enaniyet yükünü ömür boyu başlarında taşırlar.
Hep mütevazı giyinen, mütevazı yaşayan Rifai Hazretleri'ne itiraz edenler de çıkar Bağdat'ta. Derler ki:
- Efendi Hazretleri, siz de başkaları gibi sırtınıza gösterişli şeyh cübbesi giyip, başınıza da büyükçe bir mürşid sarığı sarsanız daha etkili olursunuz insanlara.
Bu teklife verdiği cevap da fevkalade düşündürücüdür. Şöyle açıklar düşüncelerini. Der ki:
- Eğer insanların hidayetine sebep olacaksam çaputtan değil ateşten bile cübbe giyer, alevden bile sarık sararım. Lakin düşünürüm ki, büyüklerin sahip olduğu ilim, irfana sahip olmadığım halde kıyafetlerine bürünüp onlar gibi görünmek münafıklıktan başka bir şey değildir! Ya onlar gibi ilim, irfan sahibi olup hizmet veren biri olmalıyım, ya da ilmine, irfanına sahip olmadığım büyüklerden biri gibi görünmemeli, onların itibarını kullanan bir istismarcı durumuna girmemeliyim.
Gariptir ki Rifai Hazretleri böylesine bir dikkat içinde iken Bağdat, Basra civarlarında şeyh cübbesi giyip, mürşid sarığı saranların çoğaldığını da görür. Bunlardan bir gence sokakta rastlayınca der ki:
- Oğlum bak, kimin elbisesini giymişsin dikkat et. Elbisesini giydiğin insanlar gibi ilim, irfanın yoksa onların kıyafetine girip de onlar gibi görünmeye hakkın da yok. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol ki, kıyafetine büründüğün büyüklerin itibarını kullanan biri durumuna girmeyesin.
Kendisi mütevazı giyim kuşam içinde iddiasız hayatını sürdürürken Bağdat, Basra, Horasan civarlarında sıkıntıya düşenler gelerek kendisinden, 'Senin duan kabul olur, bize dua et.' ricasında bulunurlardı. O ise bunlara duygularını şöyle açıklardı:
- Ben kimim ki benden dua istiyorsunuz? Aslında siz böyle düşünmekte mazur olabilirsiniz, ama ben kendimi duası istenecek biri gibi görmekte mazur olamam. Eğer ben de sizin gibi kendimi duası kabul olacak biri kabul edersem, Allah beni Fir’avn ve Hâmân ile eşit tutar mahşerde. Onlar da kendilerini halkın büyüğü sanıyor, üstünlük gururuyla dolaşıyorlardı insanların arasında.
Rifai Hazretleri'nin bu mütevazı hali bize Hazreti Aişe validemizin cevaplarını hatırlatıyor. Aişe validemize demişler ki: 'İnsan ne zaman büyüklerden olur?' Demiş ki: 'Ne zaman kendini küçüklerden bilirse!' 'Ne zaman küçüklerden olur?' 'Ne zaman kendini büyüklerden bilirse!'
Sonuç olarak şunu bilelim ki, edep insanın ruhudur. Eğer nefis ve iblisin başlarını ezmek istiyorsak, gözümüzü açıp görmeliyiz ki, onları öldüren edeptir.