FEDAKÂRLIK
İyiliği ilke, paylaşmayı prensip ve dayanışmayı düstur edinen YOYAV, yıllardır yürütegeldiği kültürel faaliyetleriyle insanları iyiye, doğruya ve güzele yönlendirme yolunda attığı adımları artırarak sürdürmektedir. Özveri, hoşgörü, hayırseverlik, hamiyetperverlik, birlik, beraberlik, dostluk, kardeşlik, fedakârlık ve digergamlık gibi konuları gündeme getirerek anlam ve içerikleri hakkında doğru ve doyurucu bilgiler vermek suretiyle toplumda kardeşçe kaynaşma ve dostça dayanışma duygularını doruk noktaya erdirmeye çalışmaktadır.
Bu cümleden olarak 10 Haziran 2011 Cuma günü kurs öğretmenlerinden Afet Tan’ın öncülüğünde bazı kursiyerlerin ikram ettikleri öğle yemeğinden sonra, sezonun son sohbet toplantısına katılan konuklara “Fedakârlık” konusunda hitap eden Dr. İbrahim Ateş yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“İyilik ve insan severlikte ileri adımlar attığına inandığım kıymetli konuklar, doğruluk ve duyarlılıkta dâim olmalarını dilediğim değerli dostlar, özveri ve hoşgörüde örnek davranışlar sergilemelerinesevindiğim sevgili kardeşlerim, basınımızın değerli temsilcileri!
1 Ekim 2010’da başlayıp 30 Haziran 2011’de bitecek olan hizmet sezonumuzun son sohbet toplantısında siz kıymetli konuklarımız ve değerli dostlarımızla biraraya gelmenin sevinç ve saadeti içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, Allah’a ibadeti, islama hizmeti ve insanlara inayeti görev bilen dirayetli ve duyarlı insanlardan olmamızı diliyorum.
Bugünkü birlikteliğimizde işleyeceğimiz konu “Fedakârlık”tır. Bu hususta yapacağımız açıklamalarla dilegetireceğimiz düşüncelerin, yüce Yaradan’ın rızasına dönük ve yaratıkların yararına yönelik olması temennisiyle sözlerime başlarken, Mevla-yı Müte’âl Hazretlerinden cümlemizi tevfîkine refîk etmesini niyaz ediyorum.
Fedakârlık, başka bir deyimle özveri, müslümanların muttasıf olmaları gereken müstesnâ meziyetlerden biridir. Bu meziyet, dostlukların doğmasında ve iyiliklerin kötülükleri kovmasında etken olan güzel bir özelliktir. Kişinin kendisine lazım olan bir şeyi başkasına vermeyi yeğlemesi ya da başkasını kurtarmak için kendini siper etmesi şeklinde tezahür eden bu güzel özellik, insanî özelliklerin öndegelenlerindendir. Bu özelliğe sahip olan insan yüce ruhlu, sevecen bir insandır. Zira o, başkalarını kendisinden önde tutup, onların huzur ve mutluluğunu kendininkine tercih etme bahtiyarlığına eren kişidir.
Kişisel menfaatlerini herşeyden önde tutan çıkarcıların çoğunlukta olduğu dünyamızda, az da olsa böylesi bazı fedakâr insanların bulunması, herkes için mutluluk vesîlesidir. Dertlilerin dertlerine derman olmada, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermede, halsizleri himâye etmede, güçsüzlere kol-kanat germede ve çaresizlere çare aramada ön planda olan bu insanlar hamiyyet ve feragat sahibi fedakâr insanlardır.
Tabii, fedakâr insanlar da aynı derecede değildirler. Farklı fedakârlıklar vardır. Fedakâr anne, fedakâr baba, fedakâr evlat, fedakâr eş, fedakâr arkadaş, fedakâr dost, fedakâr komşu, fedakâr şçi, fedakâr işveren, fedakâr öğretmen, fedakâr öğrenci, fedakâr yönetici gibi birçok fedakâr kimseler akla gelebilir. Ama kanaatımca bunların içinde en fedakâr olan annedir. Evladı için uykusunu, istirahatını ve sahip olduğu herşeyi seve seve feda eder. Yemez yedirir, giymez giydirir. Kendini ona siper eder.
Anneyi fedakârlıkta baba izler. Ondan sonra öğretmen, eş, akraba ve arkadaş gelir.
Ancak bütün bunların hepsinden önce dini, imanı, vatanı ve vatandaşı için canını esirgemeyen şehit ve gazilerle yavrularının şehadet haberini alınca sabır, sebat ve tahammül göstererek “vatan sağolsun” diyen şehit anneleri ve babalarıdır. Milli şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy’un bu duyguları dilegetiren dizelerinden biri de:
Canı cananı bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
diye terennüm ettiği duygu dolu dizesidir.
Resulullah (S.A.V.)’in yanında olup, O’na inanarak, O’nunla birlikte yaşama bahtiyarlığına eren ashâb-ı kiram, sergiledikleri samimî ve sevecen davranışlarla örnek fedakârlıklar ortaya koymuşlardır. Allah ve Resûlü’nün emrine uyarak iman ve islam uğruna evlerini-barklarını, mallarını-mülklerini, eşlerini-kardeşlerini ve diğer yakınlarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret eden Muhâcirlerle, onlara evlerini açıp imkânlarını paylaşan Medineli müslümanların (Ensârın) fedakâr davranışları, her müslümanın ibret alması gereken özveri örnekleridir. Bu yüce ruhlu insanların sergiledikleri fedakârlığı dikkatimize getiren Haşr Suresi’nin 8-9.ayetlerinin meallerini dilerseniz buyurun birlikte okuyalım:
“(Allah’ın verdiği ganimet malları) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olan bunlardır. Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler.
Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsini cimriliğinden korursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Ensârın Muhâcirlere karşı tutum ve davranışı, ayette belirtilen çerçeve içinde cereyan etmiş, kendileri muhtaç iken, başkalarının ihtiyaçlarını giderme hasleti olan “îsâr” ensârda doruk noktasına ulaşmıştır.
Bu ayette belirtilen “îsâr” anlayışı yani başkasını kendisinden önde tutma hasleti ashabdan sonra gelen Allah dostlarının öndegelen özelliklerinden biri olmuştur.
Mealleri arzedilen ayetlerden 9. ayet-i kerimenin sebebi nüzulü ile ilgili olarak nakledilen iki rivayet şöyledir:
1- Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre’den şu rivayeti nakletmişlerdir: “Resûlullah (S.A.V.)’a bir adam geldi “Yâ Resûlallah ‘Bana zarûret isâbet etti’ yani açlıktan dermansız kaldım.” dedi. Resûlullah (S.A.V.) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.) “Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun.” dedi. Derhal Ensâr’dan bir zat -ki Ebu Talha olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı “Ben Yâ Resûlullah” diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına “Resûlullah’ın misafirine ikram et” diye tenbihde bulundu. Hanımı “Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona, “O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah (S.A.V.)’ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim.” dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o misafir, Resûlullah (S.A.V.)’ın yanına vardı ve O’na, “Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu.” dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu ayeti indirdi. “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler.”
2- Hakim, İbni Merdûye ve Şuab’da Beyhakî, İbn Ömer (R.A.)’den rivayet etmişlerdir: “Resûlullah (S.A.V.)’in sahabelerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, “Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.” dedi ve hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun üzerine “Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” ayeti nâzil oldu.
Yermuk Savaşı’nda şehidler arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını tarihi bir olay olarak Akif Safahat’ında ne güzel tasvir etmektedir. Akif’in bu tasvirini öğrenmek isteyenlere Safahat’ın ilgili bölümünü okumalarını önemle tavsiye ederiz.
Ebü’l-Hasen Antâkî Hazretleri şöyle anlatır: “Bir gece bir köyde arkadaşlarımızla birlikte oturuyorduk. Biraz ekmeğimiz vardı. Fakat hepimize yetecek nispette değildi. Ekmekleri dilimleyip ortaya koyduk. Hepimiz ekmeklerin etrafında oturduk. Bu sırada lamba söndürüldü... Biraz sonra yemek işinin tamam olduğu tahmin edilip, sofra kaldırılmak üzere lamba yakıldığında bir de ne görelim herkes : “Ben yersem diğer arkadaşlar aç kalır” endişesiyle ekmekten hiç yememişti.”
Tarlada işbirliği yaparak birlikte çalışan bir ailenin bireyleri arasında yaşanan ibret tablosu niteliğindeki bir özveri örneği de şöyle kayıtlara geçmişti: Hasat zamanıydı. Çiftçi bir ailenin bütün fertleri büyük bir tarladaki buğday demetlerini arabalara yüklüyorlardı. Aile fertleri, aralarında güzel bir iş bölümü yapmışlardı. Herkesin işi başka başkaydı. Evin annesi, orakçıların hendek kıyısında biçemedikleri başakları toplarken, küçük bir ağacın dalları arasında bir salkım üzüm gördü.
“Oh, bu kavurucu sıcakta bu bir salkım üzüm ne iyi gider” diyerek, salkımı kopardı. Tam yemek üzereydi ki, gözü az ilerisinde, demetleri arabaya yükleyen kocasına takıldı.
“Onun bu üzümlere benden daha fazla ihtiyacı var. Sabahtan beri en çok o çalışıyor” diyerek üzüm salkımını kocasına götürüp verdi.
Adam, bu beklenmedik ikrama çok sevindi. Tam üzümleri iştahla yemek üzereydi ki buğdayları tırmıklayan küçük kızını gördü ve: ”Kızım ne kadar da zayıfmış” dedi. “Bu üzümleri götürüp ona vereyim.”
Küçük kız, babasının ikram ettiği üzümleri sevinçle aldı ama tam yemek üzereydi ki, o da hendek kenarında iki büklüm çalışan annesini gördü. “Anneciğim ne kadar da yorulmuş. Ben iyisi mi bu salkım üzümü ona vereyim o yesin” dedi ve üzümü annesine götürdü.
Evin annesi, üzüm salkımının dönüp dolaşıp kendisine geri geldiğini görünce, olanları hissetti ve kendisine böyle sevgi dolu yüreğe sahip şefkatli aile bahşettiği için Allah’a şükretti. Ve bütün ailelerin kendileri gibi mutlu olmaları temennisinde bulundu.
Az önce işaret edildiği üzere îsâr, kişinin kendi muhtaç olduğu malı, muhtaç olan başkasına verip, o malın yokluğuna sabretmesidir. İyi huyların çok kıymetlisidir. Meali arzedilen ayet-i kerîmede medh olunmuştur. Cömertlik derecelerinin en yükseğidir.
Büyüklerimizin sergiledikleri îsâr ve fedakârlıkları günlerce anlatsak bitiremeyiz. Ancak “tamamı derk edilemeyenin (elde edilemeyenin) tamamı terk de edilemez.” düşüncesi doğrultusunda hareket ederek geçmişte yaşanan fedakârlıklar hakkında bir fikir edinmemiz için bazı fedakârlık örneklerini sizlerle paylaşmaya çalışacağız:
Hz. Ebubekir, gösterdiği pek çok üstün ahlak özelliğinin yanı sıra infak konusundaki ihlasıyla da Müslümanlar için güzel bir örnek olmuştur. Tarihî kaynaklarda Hz. Ebubekir'in, Müslümanların güçlenmesi ve İslamiyet'in yayılması için, belki de desteğe en çok ihtiyaç olan bu dönemde sahip olduğu tüm malını büyük bir şevk ve istekle infak ettiği, hatta ilk sadakayı Hz. Ebubekir'in infak ettiği anlatılmaktadır:
Hz. Ebûbekir, hazarda (barış zamanlarında) ve seferde Resûlullah (S.A.V.)'tan hiç ayrılmadı. O’na her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in ilk halîfesi olan Hz. Ebubekir dîni kuvvetlendirmek için malını vermekte, düşmana karşı mücadele etmekte hep önde olmuştur. Tebük Savaşı’nda, Resûlullah (S.A.V.), herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hz. Ebubekir'e dönüp “Yâ Ebubekir, sen ailene ne bıraktın?” diye sorduğunda Hz. Ebubekir: “Onlara Allah ve Resûlü'nü bıraktım.” cevabını vermiştir.
Bir gün Efendimiz (S.A.V.) Hz. Ebubekir’in yanına gelip O’na dedi ki: “Yâ Ebubekir! Dün sen hangi amelde bulundun ki Allah sana cennette bir köşk ihsan edecek ve sen o köşkün hangi penceresinden bakarsan bak Cemâlullahı göreceksin. Dün hangi güzel amelde bulundun?” dedi. Hz. Ebubekir: “Yâ Resûlallah! Dün ben farklı birşey yapmadım her zamanki ibadetlerimi yaptım” dedi. Efendimiz (S.A.V.): “İyi düşün, sen her zamankinden farklı bir amelde bulundun. O amel de Allah Teâlâ’nın çok hoşuna gitti.” Hz. Ebubekir düşünmeye başladı, sonunda şunları söyledi: “Yâ Resûlallah! Dün ben senin âhir zaman ümmetinin âhiretteki durumunu düşündüm. Onlar o gün çok perişan olacaklar. Ama Sen ümmetine çok düşkünsün, onların o zor durumunda Sende üzüleceksin, ağlayacaksan ama ben de Seni çok severim. Senin üzülüp ağlamana dayanamam. Ben bütün bunları düşünürken kalbim galâyana geldi ve ellerimi kaldırıp şöyle bir duada bulundum. “Yâ Rabbî! Vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki cehennemine benden başkası sığmasın.”
Bi'set'in on üçüncü yılında Zilhicce ayının on üçünde Peygamber ve Yesrib halkı arasında bir anlaşma yapıldı. Buna göre Peygamber (S.A.V.)'i şehirlerine davet ettiler ve onu koruma ve destek sözü verdiler. Buna "İkinci Akabe Anlaşması" denir. O gecenin ertesi günü Müslümanlar yavaş yavaş Yesrib'e hicret etmeğe başladılar.
Kureyş'in ileri gelenleri, Yesrib'de İslam davetini yaymak için yeni bir karargâh oluşturulduğunu anlamışlardı. Bu nedenle tehlikede olduklarını hissediyorlardı. Çünkü onca yıl Peygamber (S.A.V.) ve izleyicilerine eziyet ettikten sonra Peygamber (S.A.V.)'in intikam alabileceğinden, savaşmasa bile, Kureyş'in Medine kenarından geçen Şam ticaret yolunu tehdit edebileceğinden korkuyorlardı. Böyle bir tehlikeyi önlemek için bi'set'in on dördünde sefer ayının sonunda "Daru'n-Nedve"de (Mekke şura Meclisi binası) toplanıp çareler düşünmeye koyuldular. Bu toplantıda bazıları, Peygamber (S.A.V.)'in sürgün edilmesi veya hapsedilmesini önerdiyseler de, bu öneri reddedildi. Sonunda O’nu öldürmeğe karar verdiler. Ama Peygamber (S.A.V.)'i öldürmek pek kolay değildi, Haşim oğulları sessiz kalmayıp intikam almaya kalkışabilirdi. Dolayısıyla her kabileden bir gencin seçilerek, gece Muhammed (S.A.V.)'in evine baskın yapıp onun yatakta öldürülmesine karar verdiler. Bu durumda katil bir kişi olmayacağından, Haşim oğulları, bütün kabilelerle savaşmaya güçleri yetmeyeceği için mecburen kan parası almak zorunda kalacaklardı. Böylece İslâm macerası da son bulacaktı. Kureyş bu planı uygulamak için Rebiü'l-Evvel ayının ilk gecesini seçti.
Yüce Allah daha sonra onların her üç planını da hatırlatarak şöyle buyuruyor:
"Hani bir zamanlar, kâfir olanlar, seni bağlayıp hapsetmek yahut öldürmek yahut da yurdundan çıkarmak için düzenlere başvurmuşlardı, bu düzeni kurarken Allah'ta düzenlerini bozuyordu ve Allah hilekârları cezalandıranların en hayırlısıdır."
Kureyş'in bu kararından sonra, vahiy meleği Peygamber (S.A.V.)'i durumdan haberdar edip, Mekke'den Yesrib'e doğru hareket emrini iletti.
Burada Peygamber (S.A.V.), düşman planını bozmak ve şehirden çıkabilmek için "iz kaybetme" yönteminden faydalandı. Bu nedenle, cesur ve fedakâr bir kişinin gece Peygamber (S.A.V.)'in yatağında yatması gerekiyordu. Düşman, evine saldırdığında Peygamber (S.A.V.)'in yatağında uyuduğunu sanarak evini gözetleyip, yolları kontrol etmezlerdi. Böyle bir kişi Hz. Ali'den başkası değildi.
Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) Kureyş ileri gelenlerinin planını Hz. Ali'ye anlatıp buyurdu ki: "Bu gece benim yatağımda yat ve her gece üzerime örttüğüm yeşil örtüyü üzerine ört ki; benim yatağımda uyuduğumu sansınlar."
Hz. Ali de öyle yaptı. Kureyş memurları, Peygamber (S.A.V.)'in evini akşamdan çembere aldılar. Sabah olduğunda kılıçlarını çekerek eve saldırdıklarında Peygamber (S.A.V.)'in yatağında Hz. Ali'yi buldular.
Planlarının yüz de yüz başarılı olacağını sananlar Hz. Ali'yi görünce şaşırıp kaldılar. Daha şaşkınlıklarını üzerlerinden atmadan, Muhammed nerede, diye sordular. Hz. Ali sâkin bir şekilde: "Onu bana mı teslim etmiştiniz ki, bana soruyorsunuz, ona öyle davrandınız ki evini terketmek zorunda kaldı" dedi.
Bu sırada Hz. Ali’nin üzerine saldırıp yakaladılar. Taberi'nin dediğine göre; Hz. Ali'ye eziyet ettiler. Sürükleyerek Mescidi Haram'a götürdüler ve bir süre tuttuktan sonra da serbest bıraktılar.
Hz. Ali’nin ağabeyi Cafer b. Ebu Talib'in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü. Köle ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her hâlinden belli bir köpek belirdi. Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:
- "Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?" Köle sıkılarak cevap verdi:
- "İşte bu üç parça ekmek."
- "O halde neden kendine hiç ayırmadın?"
- "Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim."
- "Peki sen ne yiyeceksin şimdi?"
- "Oruç tutacağım."
Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibinin evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi: "Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum."
Cömertliğiyle meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve eski köleyi över. "Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin" dediklerinde, şu karşılığı verdi:
- "O elindeki herşeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını..."
Bir annenin fedakârlığını anlatan ibretli bir olay da şöyle cereyan etmiştir:
Annemin yalnızca bir gözü vardı onu hiç sevmiyordum. Babam ben çok küçükken ölmüş, annem evi geçindirmek için benim okuduğum okulda temizlikçi olarak çalışıyordu. Bir gün okul da bana merhaba demeye gelmişti o an yerin dibine girdim ve hemen oradan uzaklaştım, arkadaşlarım bana aaa annenin yalnız bir gözü var dediler, çok utandım.
Eve gidince anneme defol git yanımdan senin gibi bir annem olacağına ölsen daha iyi dedim. Annem boynunu büktü: kusura bakma oğlum dedi sessizce ve odasına gitti. Çok alındığı belliydi ama hiç üzülmedim. Çünkü ondan nefret ediyordum. Çok çalıştım ve Singapur'a okumaya gittim. Okulum bitti Singapur'da kendime bir yuva kurdum.
Bir gün kapımız çaldı kapıyı çocuklarım açtı annemi görünce dalga geçip güldüler. Ben hemen yerimden kalktım ve anneme defol evimden çocuklarımı korkutuyorsun dedim. Annem sessizce: Özür dilerim yanlış gelmişim dedi.
Bir gün eski okulumdan mezuniyet gecesi için davet geldi. Eşime iş seyahatine gidiyorum dedim. Çünkü bi annem olduğunu bilmiyordu. Mezuniyet gecesinden sonra sırf meraktan eski evime gittim. Annem ölmüştü hiç üzülmedim. Komşularına bana vermeleri için bir mektup bırakmıştı.
Mektupta "Oğlum hayatın boyunca senin utanç kaynağın olduğum için özür dilerim. Singapur'a gelip çocuklarını korkuttuğum için çok üzgünüm. Biliyor musun. Oğlum sen küçükken bir kaza geçirmiştin ve bir gözün kör olmuştu. Ben bir anne olarak senin tek gözle büyümene razı olamazdım ve bu yüzden tek gözümü sana verdim. O gözle benim yerime gördüğünü düşünüyor ve çok mutlu oluyordum. Elveda seni çok seven annen..
Ayakları öpülesi bu saygıdeğer annenin sergilediği fedakârlığın karşılığı nankörlük değil, vefakârlık olmalıydı. Anneler başta olmak üzere herkese karşı vefakâr yaklaşımda bulunmanın, müslümana yakışan asil bir davranış olduğu unutulmamalıydı.
Allah Teâlâ’nın insanlara mesajlarını iletmekle görevlendirilen peygamberler ve hak dostu velilerle, bizleri besleyip büyüten büyüklerimize ve üzerimizde hukuku olan herkese karşı vefakâr tavırlar takınıp, duyarlı davranışlarda bulunmanın idraki içinde olmayı bizlere ihsan etmesini yüce Rabbimizden niyaz ederek sözlerimi noktalarken, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, sağlık ve saadette daim olmanızı diliyorum.