Hayırseverlik Nedir, Ne Değildir?
İnsanların iyiliğine yönelik faydalı faaliyetlerle duyarlı davranışlarda bulunarak ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunmak ve gelişip güçlenmelerine imkân sağlamak hayırseverliktir. Açların doyurulmasına, zayıfların kayırılmasına, güçsüzlerin gözetilmesine ve düşkünlerin düşünülmesine vesîle olan bu davranışlarda samîmiyet ve hüsn-ü niyet esastır. Yaradan’ın rızası için yaratıkların yararı gözetilmelidir. Maddî menfaat, şahsî çıkar, dünyevî düşünce ve gösterişten şiddetle kaçınılmalıdır. Yapılanı başa kakma, fakiri hakir görme ve biri bin gösterme gibi incitici, onur kırıcı, yanlış yaklaşımlarla riyâkâr davranışlara aslâ tevessül edilmemelidir. Yapılan yardımlar abartılarak anlatılmamalı, unutulmalıdır. Kişi, yaptığı hayrı bir lütuf değil, yerine getirmekle yükümlü olduğu islamî bir vecîbe ve insanî bir vazîfe kabul etmelidir. Allah’ın kendisine ihsân ettiği imkânların bir kısmını, onlardan yoksun ve ilgiye muhtaç olan insanlara iletmekten ibaret olduğunu düşünmelidir. Hayır ve hasenâtta bulunulan kimseleri küçümseyip, kendini onlardan üstün görme gafletine düşmemelidir. Onları aşağılamak şöyle dursun zekât, sadaka, hayır, hasenât gibi yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerini îfâ etmesine yardımcı oldukları için onlara teşekkür etmeli ve “Allah sizden razı olsun, siz olmasaydınız ben bu hayrı nasıl gerçekleştirecektim? Onları ulaştıracağım ehil insanları bulmak için araştırma yapma zorunda kalacak ve yorulacaktım. Sağ olun siz benim işimi kolaylaştırdınız. Birbirimize dua edelim.” demelidir.
Kurulduğu günden bu yana “Hayır işimiz, hizmet düşümüz” diyerek hedeflediği hayrî, sosyal ve kültürel hizmetleri geliştirerek gerçekleştirmenin gayreti içinde olan YOYAV, yıllardır yürüte geldiği kültürel hizmetlerden biri olan “Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantıları”nın Aralık 2015 serisinde “Hayırseverlik Nedir, Ne Değildir?” sorusuna cevap araştırmaya çalıştı. Sorduğu bu soruya kendisi cevap veren Dr. İbrahim Ateş, sadra şifa olacak nitelikteki açıklamasında şu cümlelere yer verdi:
“Değerli dostlar, kıymetli konuklar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Hepimiz için hayatî ehemmiyet arz eden hayırseverlikle ilgili bilgi birikimimizle düşüncelerimizi dile getirip siz muhterem misafirlerimizle paylaşmak amacıyla tertiplediğimiz bu sohbet toplantısına teşrif ederek, bilgi bahçemizi onurlandıran güzîde heyetinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, konuya gösterdiğiniz ilgi ve ihtimamdan dolayı, hepinize hürmet ve muhabbetlerimizi arz ederek hoş geldiniz diyorum.
Hepinizin hayırsever ve hamiyetperver insanlardan olup, hayatınızın hayırlarla dolması dileğiyle sözlerime başlarken, hayırlı selefin hayırlı halefi olup, her zaman ve her yerde hayır işleyen, hayrı düşleyen ve hayrı hedefleyen hayırseverlerden olmanızı temennî ediyor, hayrınızın makbul, ecrinizin bol ve hayatınızın Hakk’a götüren yol olmasını diliyorum.
Bugünkü sohbetimizde, sizlerle birlikte olduğumuz süre içinde hayır ve hayırseverlikle ilgili açıklamalarda bulunarak dilimin döndüğü, aklımın erdiği ve vaktimizin elverdiği nisbette bugüne kadar edindiğim bilgi birikimi ile bizden önce yazıp çizen büyüklerimizin kaleme aldıkları eserlerden derlediğim bazı bilgileri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Mevlâ-i Müte’âl Hazretlerinden bana anlatıp aktarmada, sizlere de dinleyip değerlendirmede tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Her şeyden önce şunu arz etmek isterim ki, hayırseverlik ve hamiyetperverlik herkese nasip olmayan, ancak Allah’ın hayrını dilediği insanlara ihsân edilen güzel bir özelliktir. Her müslümanın muttasıf olması gereken bu özellik, kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok ayet-i kerîmesi ile sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in müteaddid hadîs-i şerîflerinde tavzîh ve teşvik edilmiştir. 163 ayette “hayr” şeklinde tekil, 9 ayette de “hayrât” şeklinde çoğul olmak üzere toplam olarak 172 ayette hayır işi dikkatimize getirilmiştir. Hayır işi ile hayırseverliği çok iyi anlayabilmek için bu ayetlerin tamamını okuyup incelemek gerekir. Ancak, böyle bir saatlik bir sohbette bu ayetlerin tamamının içeriğini arz etme imkânına sahip olmadığımız gibi, bir kısmını dahi detaylı bir şekilde açıklamamıza vaktimiz yeterli değildir. Dolayısıyla biz, konuyla ilgili birkaç ayet-i kerîme ile bazı hadîs-i şerîflerin içeriğini bilginize takdim etmekle yetinerek, geri kalanının okunup incelenmesini sizlere bırakacağız.
Hayır deyince her türlü iyi, güzel, faydalı, erdemli tutum ve davranışı anlarız. “Hayır işlemek”, iyilik yapmak anlamına gelir. Amacı insanlara iyilik ve yardım etmek olan gönüllü kuruluşlara “hayır kurumu” deriz. İnsanlara iyi dileklerimizi aktarırken “hayırlı olsun” temennîsinde bulunuruz. Yola çıkan kimseyi “hayra karşı” sözüyle uğurlarız. Rüyaları “hayra yormak” isteriz. İyiliğini gördüğümüz insanlara hayatlarında “hayır dua” eder, vefatlarından sonra onları “hayırla yâd” ederiz. Her türlü iyiliğin O’nun elinde olduğunu bildiğimizden, “hayırlısı Allah’tan” deriz. “Hayırlı evlat”, ailevî ve manevî değerlerine sahip çıkan iyi çocuklar için kullandığımız bir tabirdir. “Hayırhâh” insan, herkesin iyiliğini isteyen, iyiliksever kişidir. Muhammed Mustafa (S.A.V.) “hayru’l-beşer”dir; O, insanların en iyisidir.
Hayırsever insan; Allah ve Resûlü’nün hayır dediği şeyleri işleyen ve o yönde dâim olmayı düşleyen insandır. Başka bir ifadeyle hayırsever insan; hayırlı iş ve uğraşta bulunan ve şerre karşı savaşan insandır. Diğer bir ifadeyle hayırsever insan; hayrı yapan, yayan ve yoluna baş koyan insandır. Başa kakmayı, gösteriş yapmayı benimseyen, hayırsever sıfatını isminin başına koymak isteyen insan değil, hayrının duyurulmasından ve hatırlatılmasından hoşlanmayan insandır.
Bakınız ne diyor Kur’ân-ı Kerîm hem de peşi peşine üç ayet içinde: “Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenler, rahatsızlık vermeyenler yok mu, işte onların Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 262) Burada olandan hareketle olması gerekeni söylüyor. Bunu hayata geçirenleri tebrik etmeyi, tebcil etmeyi ihmal etmeden. Ardından diyor ki: “Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir. Zira Allah, Ganî ve Halîm’dir (sizin sadakalarınıza muhtaç değildir, çok müsamahalı olup cezayı çabuk vermez).” (Bakara, 263)
“İncitme” diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı Kur’ân-ı Kerîm’de “ezâ” olarak geçmektedir. “Ezâ” Türkçemizde de kullandığımız “eziyet” kelimesinin fiilidir. Eziyet, bu fiilin mastarıdır. Sözlükte “ezâ”, incitme, sıkıntı verme, rencide etme, zulüm, cefâ, can yakma gibi manalara geliyor. Sözlük manaları ezâ’nın hem maddî hem de manevî olabileceğini söylüyor gördüğünüz gibi. Nitekim Râğıb el-İsfahânî, “Canlının ruhî veya bedenî varlığına yahut çevresine dokunan zarar” diye anlatıyor ezâ’yı. Ayet-i kerîmenin manası açık; verdikten sonra başa kakacaksan, minnettarlık bekleyeceksen verme, bunun yerine güzel söz söyleyerek başından sav. Neden, çünkü başa kakman muhtaç olan muhatabının ruhunda yaralar açar ve sana karşı ezik bir şahsiyet olur.
Bitmiyor İlahî beyan burada. Bir adım daha atıyor Kur’ân-ı Kerîm ve bu niyet ve düşüncelerle yapacağınız yardımın bâtıldır, sevabı yoktur diye ayrı bir tembihâta kapı açıyor: “Ey iman edenler! Yardım ettiğiniz kimselere minnet etmek ve incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın!” Şimdi işin can alıcı noktası. Çünkü bu şekilde infakta bulunan insanlar hakîkî Müslüman değil, münâfıklardır diyor. İşte beyanı Allah Teâlâ’nın: “Allah’a da, ahirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin!” Nitekim üzerinde durduğumuz üç ayet-i kerîmenin nüzul sebebinde açıkça anlatılıyor bu durum.
Bir misalle de meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor Allah Teâlâ: “Onun durumu, üzerinde azıcık toprak bulunan kaygan bir kayanın durumuna benzer ki, şiddetli bir yağmur iner inmez toprağı kayıverir, cascavlak kalır. Öyleleri, işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler. Zira Allah, inkârcıları emellerine kavuşturmaz.” (Bakara, 264)
Bu üç ayetten anlaşılan şu; bir, zekât, sadaka ve başka çeşitleri ile yaptığımız infaklarda Allah rızası hâricinde hiçbir düşünce gözetilmeyecek. Kalbimizin, aklımızın kenarından bile geçmeyecek.
İki; yardım yapılan muhataba sanki hiç yardım yapılmamış gibi davranılacak. Onu maddî ve manevî rencide edecek, eziyet verecek hiçbir davranışta bulunulmayacak.
Üç; elimizin artığı, kıyıda köşede kullanmadığımız mallar değil, sahip olduklarımızın en iyisi infak edilecek.
Bakara Suresi’nin 261-264. ayetlerinde hayır yapmak teşvik edilmiş, ancak hayır yaparken kalp kırılmaması, fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi, yapılan iyiliğin başa kakılmaması ve gösterişten kaçınılması emredilmiştir. Aksi halde yapılan hayırdan fayda ve sevap yerine karşılık olarak günah ve azap geleceğine işaret edilmiştir.
Öte yandan fakire verilecek şeylerin, yardımı yapan kişilerin sevip ve hoşlandıkları şeyler olması gerekir. Bu hususu âmir olan ayetlerin birinin meali şöyledir:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe aslâ erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)
Konuya açıklık getiren bir başka ayet: “Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyi olanlarından Allah yolunda harcayın! Siz göz yummadan, gönlünüze yatmaksızın almayacağınız bayağı, adi, düşük şeyleri vermeye kalkmayın! İyi bilin ki: Allah Ganî’dir, Hamîd’dir (kimseye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere layıktır).” (Bakara, 267)
Öte yandan bir kimsenin kendi kendine “hayırsever” ünvanı vermesi veya çevresindekilerin kendisine “hayırsever” demelerini istemesi,ya da böyle bir söylemin kendine izâfe ve isnâd edilmesinden hoşlanması, iyiliklerini kendi eliyle yok etmesi demektir.
İbn-i Mukaffa’nın anlattığına göre bazı kimselerin Hz. Ebubekir (R.A.)’i övdüklerinde bu halden hoşlanmamış ve onların bu sözlerinden dolayı Allah Teâlâ’dan af dileyerek: “Allah’ım! Ben kendimi onlardan daha iyi bilirim, Sen de beni benden daha iyi bilirsin. Onların söylediklerinden dolayı beni muâheze etme, beni onların dediklerinden daha iyi eyle.” diye niyaz etmiştir.
Kimse kimseyi ona yaranmak için yüzüne karşı medh etmemelidir. Hele onda olmayan özellikleri onda varmış gibi göstererek yağcılık, yaltakçılık yaparak nefsini okşama ve “ben neymişim” dedirtecek duruma düşürmemelidir. Zerre kadar iyiliğini kürre gibi göstererek abartıp kişiyi ne oldum delisi olacak duruma düşürmek, ona en büyük kötülüğü yapmak ve hakaret etmektir.
Böylesi meddâhların sözlerini kale almak şöyle dursun, bir hadîs-i şerîfte emredildiği üzere yüzlerine toprak serperek gereken dersi vermek lâzım.
Hayrını Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin bilmemesine özen gösteren bir kişi ile Allah’ın kendisine ihsân ettiği imkânı ondan yoksun olanlara ikram eden ve kendisinin veren değil, bir kepçe niteliğinde vesîle olduğunu ifade eden duyarlı ve dirayetli bir hayırseverin, ders alınması gereken davranışlarını burada sizlerle paylaşmak isterim.
Yıllar önce yaşayan Nuri Efendi isminde bir kişi her sabah besmele çeker, sağ ayağıyla ilk adımını atar, yola koyulurmuş. Hanımının öğle vakti yemesi için hazırladığı yiyecek paketini bir yoksulun evine bırakırmış. Ardından camiye girer öğlene kadar vaktini ibadetle geçirirmiş.
Öğle namazını kıldıktan sonra da çarşıdaki işyerine gidermiş. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları takip etmiş. Tam kırk yıl bu ahenk bozulmamış. Evdekiler, Nuri Efendi’nin öğle yemeğini sabah yanına aldığı azıkla dükkanda yediğini; dükkandaki yardımcıları da “Nasıl olsa öğlende geliyor” diye evde yiyip de çıktığını zannedermiş. Oysa Nuri Efendi, kırk yılını oruçlu geçirmiş. Kırk yıl bir yoksul onun getirdikleriyle karnını doyurmuş.
Cömertliğiyle yardıma koşan, düşmüşü kaldıran, çıplağı giydiren, açı doyuran, manevî kemâliyle kendi de doymuş birine de sormuşlar:
“Efendi, bu kadar hayr ve hasenâtı yaparken hiç gurura kapılmaz, kendinizi yardımda bulunduğunuz kimselerden üstün görmez misiniz?” demişler. “O nasıl söz?” demiş, “Hiç aşçının elindeki kepçe ben insanları doyuruyorum diye gurura kapılır mı? Ben bir kepçeyim. Allah, ihsanını kullarına benimle dağıtıyor.”
Malla, bilgiyle, bedenî olarak bir kimseye yardım ettiniz, en azından tebessümünüzle gönül aldınız; geçin gidin. Orada takılmayın, yeni hayırlara koşun. Yaptıklarınızı başkasına söylemek bir yana kendiniz dahi kaydını tutmayın. Ne mal sizin, ne ilim sizin, ne de bedeniniz gerçekte size ait. İkram sahibi cömertliğine sizi vesîle kılmışsa en büyük şerefe ulaştınız demektir. Sakın kendinizi onun yerine koyup da “Bu iyilik benden” demeyin.
Kıymetli konuklar!
Allah Teâlâ Cevâd’dır, Vehhâb’tır, Kerîm’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever.
Veren kimse Allah’ın keremine, vehhâbiyetine ve cömertliğine mazhar olur.
Vermeyen ve alan kimsenin ise bu konuda mazhar olduğu herhangi bir esma yoktur.
Netice itibariyle vermemekte ve tutmakta hayır da yoktur, iyilik de yoktur, Allah katında makbuliyet de yoktur, derece de yoktur.
Kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm birçok âyetiyle vermeyi ve üstelik en iyisinden vermeyi teşvik ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) âdetâ bir cömertlik ve kerem abidesiydi. Ashâb-ı Kirâm da vermek konusunda birbirleriyle yarışırlardı. Vermemek ve tutmak ashâbın çarşısında hiçbir şekilde rağbet görmezdi.
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe aslâ erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” “O takvâ sahipleri bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah, iyilik edenleri sever.” Âyetleriyle vermeyi emreden bir Kur’ân-ı Kerîm, kendisine nâzil olduğu Peygamberimiz (S.A.V.) verme konusunda insanların en üstünüydü.
Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e gelip O’ndan yardım istedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) o an mübarek elinde ne varsa verdikten sonra: “Şu an bu kadar verebiliyorum! Fakat sen git, benim adıma ihtiyacın olan şeyleri satın al, Allah bana verdiği zaman ben senin oralara yaptığın borcu öderim!” buyurdu.
Hazret-i Ömer (R.A.):“Yâ Resûlallah! Ona verebildiğini verdin! Allah sana gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmemiştir. Kendini neden borca sokuyorsun?” dedi.
Hazret-i Ömer (R.A.)’in bu sözünden Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in hoşlanmadığını gören Ensârdan bir zat:“Ver Yâ Resûlallah! Allah seni darda bırakmayacaktır!” dedi.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bu sözden hoşlandı ve: “İşte ben bununla emrolundum!” buyurdu.
Hazret-i Ömer (R.A.) anlatıyor: “Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden: “Eğer Ebubekir’i geçeceğim gün varsa o gün bu gündür!” dedim ve malımın hepsini hesaplayarak yarısını getirdim.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bana:“Çocuklarına ne bıraktın?” buyurdu. Ben:“Getirdiğim kadar da onlara bıraktım!” dedim.
Az sonra Ebubekir (R.A.) geldi. Meğer o nesi varsa hepsini yüklenip getirmiş. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) O’na da:“Çocuklarına ne bıraktın?” buyurdu.Ebubekir (R.A.):“Onlara Allah ile Peygamberini bıraktım!” dedi. O zaman kalbimden:“İmkânı yok, Ebubekir geçilmez!” dedim.
Bir gün adamın biri Hazret-i Osman (R.A.)’a:“Bütün hayır ve sevapları siz zenginler kaptınız! Sadaka veriyorsunuz! Köle azat ediyorsunuz! Hacca gidiyorsunuz! Zekât veriyorsunuz! Allah yolunda nice maddî yardımda bulunuyorsunuz!” dedi.
Hazret-i Osman (R.A.):“Siz buna mı imreniyorsunuz?” dedi.
Adam: “Evet, vallahi, sizin kendi paranızla bunca hayır hasenât yapmanıza imreniyorum!” dedi.
Hazret-i Osman (R.A.):“Fakat şunu unutmayın ki, vallahi bir fakirin kendi boğazından kesip Allah yolunda verdiği tek kör kuruş, malı çok bir zenginin verdiği on binlerden Allah katında daha makbuldür! Az demeyin, siz de vermeye bakın!” dedi.
Veren el ile ilgili olarak çok büyük müjdeler vardır. Müjdecilerin başını ise Kur’ân-ı Kerîm çekiyor.
“Kim bir iyilik yaparsa, ona iyiliğinin on katı karşılık vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.”
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”
“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”
“İnsanların malları içinde artsın diye faizle her ne verirseniz, Allah katında artmaz. Ama Allah’ın rızasını arayarak her ne zekât verirseniz; işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat arttıranlardır.”
Dünyanın üç beş günlük yitik cam parçalarına değil, bu yüksek değerli elmas müjdelere tâlip bahtiyarların yaşadıkları örneklemeler anlatmaya kalkılsa ciltlerle kitaba sığmaz.
Bir gün bir adam ihtiyacı için Hazret-i Ali (R.A.)’nin kapısını çaldı.
“Annene git, kendisine verdiğim altı dirhemden birini versin. Getir, şu adama ver.” dedi.
Çocuk gider gitmez geri döndü ve dedi ki: “Annem, ‘o altı dirhemi un almak için sakladım’ diyor.”
Hazret-i Ali (R.A.): “Tahkîki iman sahibi kişi elindeki paraya değil, Allah’a güvenir oğlum. Git annene söyle, altı dirhemin tamamını versin.” dedi.
Hazret-i Fâtıma (R.Anha) altı dirhemi gönderince de hepsini fakir adama verdi.
Hazret-i Ali (R.A.) henüz içeri girmemişti ki, devesinin yularından tutup yanından geçen bir adamın, “Satıyorum, var mı isteyen!” diye seslendiğini duydu.
Hazret-i Ali (R.A.): “Kaça satıyorsun?” dedi.
Adam: “Yüz kırk dirheme” dedi.
Hazret-i Ali (R.A.): “Parasını sonra almak üzere kapıya bağla!” dedi.
Adam devesini kapıya bağlayıp gitti. Az sonra bir adam yoldan geçerken deveye tâlip oldu. “Bu deve kimindir?” diye sordu.
Hazret-i Ali (R.A.): “Benimdir.” dedi.
Adam: “Satmıyor musun?” dedi.
Hazret-i Ali (R.A.): “Satıyorum.” dedi.
Adam: “Kaça satıyorsun?” dedi.
Hazret-i Ali (R.A.): “İki yüz dirheme.” dedi.
Adam “Kabul!” diyerek, iki yüz dirhemi çıkarıp Hazret-i Ali (R.A.)’nin eline saydı ve deveyi alıp götürdü.
Hazret-i Ali (R.A.) bu paradan alacaklısının yüz kırk dirhemini ödedikten sonra, elinde altmış dirhem kaldı. Altmış dirhemi muhtereme eşi Hazret-i Fâtıma (R.Anha)’ya götürüp takdim etti. Hazret-i Fâtıma (R.Anha): “Bu nedir?” diye sorunca Hazret-i Ali (R.A.): “Bu, Cenâb-ı Allah’ın, “Kim bir iyilik yaparsa, ona iyiliğinin on katı karşılık vardır.” (En’am, 160) müjdesinin gerçek olmuş hâlidir.” dedi.
Peygamber şehri Medine’de sıcaklar şiddetini iyice artırmıştı. Hazret-i Ömer (R.A.)’in oğlu Abdullah bahçesinde çalışıyordu. Öğle vakti geldiğinde yemek molası verdi. Bu sırada gözleri bahçe duvarının ötesinden geçen koyunlara takıldı. Sürünün başındaki çobanın perişan hâli Abdullah’ın dikkatini çekti. Çobana şöyle seslendi:
- Ey Allah’ın kulu, dedi, gel bir lokma yemek ye, bir yudum su iç de öyle devam et koyunların arkasından!
Çoban, elini ağzına götürüp dudaklarını kapatarak birtakım işaretler yaptı ise de Abdullah bir şey anlamayınca, uzaktan cevap vermek zorunda kaldı:
- Efendi dedi, kusuruma bakma, ben yemek de yiyemem su da içemem. Çünkü oruçluyum. Abdullah şaşırmıştı. Çölde bu sıcakta, bu uzun günde sürü arkasında oruçlu çoban!
- Oruçlu isen seninle daha iyi anlaşırız, dedi, hemen bir koyun ver bana, burada güzel bir hazırlık yapayım. Akşama birlikte bir et ziyafeti çekeriz kendimize.
Çoban gülümsedi.
- Koyunlar benim değil ki, dedi. Ben emanetçi bir çobanım!
Bu defa Abdullah daha da üsteledi:
- Daha iyi ya, dedi. Koyun sahibine birini kurt kaptı dersin olur biter. Nereden bilecek birini benim aldığımı? Çoban bu defa hayretle çıkıştı:
- O nasıl söz öyle efendi, dedi. Mal sahibi bilmezse Allah da mı bilmez? Hem bunlar bana emanet. Emanete ihanet etmektense açlıktan, susuzluktan ölmeyi tercih ederim!.
Abdullah’ın dikkati büsbütün çobana kilitlendi. Yemeğini bırakıp çobanın yanına gelip arkadaş oldu. Birlikte koyunların arkasında güneş batıncaya kadar dolaştılar.
Akşam koyunlar bir çadırın önünde durdu. İçeriden çıkan bir yaşlı adam koyunları şöyle bir gözden geçirdikten sonra çobanın yanına gelip, “Hayvanları iyi otlatmışsın, karınları davul gibi şişmiş” diyerek iltifat etti. Belli ki bu adam sürünün sahibiydi. Oruçlu adam da bunun yoksul çobanıydı. Aslında sürü sahibi olmaya layık bir çobandı. Abdullah yaklaşıp sürü sahibine hemen teklifini yaptı:
- Koyunları bana satar mısın? Adam şaşırmıştı. Biraz düşündü. Sonra toparlanarak cevap verdi:
- Değerini verirsen satarım. Neden satmayayım?
Pazarlık uzun sürmedi. Abdullah koyunları tümüyle sürü sahibinden satın aldı. Artık malın sahibi Abdullah olmuştu.
Olanlardan bir şey anlamayan çoban, sürü sahibinin değişmesiyle işinden olacağını da düşünüyordu. Belki de yeni sahibi kendisini çoban olarak kabul etmez, işinden de olabilirdi. En kötüsü de buydu zaten. İşsiz kalmak. Az ötedeki çadırda yaşayan aile ve çocuklarına ekmek götürememek... Ama iş hiç de öyle gelişmedi. Artık koyunların yeni sahibi olarak çobana dönen Abdullah’ın sürpriz teklifi aynen şöyle oldu:
- Senin gibi samîmî bir insanın layığı, başkasının koyunlarının arkasında çobanlık etmek değildir. Belki kendi koyunlarının peşinde mal sahibi olarak dolaşmaktır. Sözlerini şöyle tamamladı:
- Şu andan itibaren sen bu koyunların çobanı değil sahibisin. Haydi, kendi malınla kendi çadırının önüne yürü. Aile ve çocuklarınla mal sahibi olarak birlikte iftarını yap!..
Sevinçten şaşıran çoban kendi koyunlarıyla kendi çadırına, Abdullah da kendi mutluluğuyla kendi bahçesine döndü. Bundan sonra dillerden düşmeyen söz hep aynı oldu:
- Altının kıymetini sarraf, gerçek yoksulun kıymetini Abdullah bilir!
Günümüzde de böylesi zenginler elbette yok değil. Rabbimiz, içinde pek çok hikmet barındıran bu hadiseden bize dersler çıkarmayı nasip eylesin ve fakirleri gözetip, onların ihtiyaçlarını gideren zenginlerden ebediyyen razı olsun.
Her nimetin bir külfeti vardır. Varlık nimetinin külfeti muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeye katkıda bulunmak, sağlık nimetinin külfeti hasta ve yaşlılara kol-kanat germek, ilim nimetinin külfeti onu insanlara öğretmek, makam-mevki nimetinin külfeti de halka hizmet etmektir. Hâsılı nâil olduğumuz her nimetin bir külfeti ve îfâ edilmesi gereken bir şükrü vardır. Nimete nâil olan külfete katlanmayı ve o nimeti kendine ihsân eden yüce Allah’a şükretmeyi bilmelidir. Kişinin nâil olduğu nimetler arttıkça insanlara karşı yükümlülüğü de artmaktadır. Dolayısıyla Müslüman, nimete tâlip (istekli), külfetten hârip (kaçan) kimselerden olmamalıdır. Yarım hurma ve yarım elma ile de olsa onu başkaları ile paylaşarak kendini cehennem ateşinden koruma cihetine gitmelidir. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in: “Yarım hurma ile de olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyun.” meâlindeki uyarısına uymalıdır. Paylaşmayı prensip etmeli ve muhtaç olduğu bir imkânı ihtiyaç sahibi başka birine vermekten kaçınmamalıdır.
Bu hususta birer ibret levhası niteliğinde olup geçmiş zaman içinde yaşanan ve bazı mev’ize kitaplarında yer alan birkaç örneği de burada sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ediyorum. Bunlardan biri şöyledir:
Fakir bir işçi, bir gün işten çıkarılır. Bunun üzerine başka da hiçbir gelir kaynağı olmadığı için, çoluk çocuğu arka arkaya üç gün aç ve susuz kalır. Adam iş bulmak üzere nereye başvurduysa, “ İşimiz yok” cevabı ile kapılar yüzüne kapanmaktadır. Üst üste midelerine hiçbir gıda girmeyen yavruların dinmeyen ağlayışları annenin yüreğini parçalayacak raddeye gelir. Çaresizlik içinde durumu kocasına açar. “ Bey görmüyor musun? Açlıktan yavrularımızın yüzleri sarardı ve bağırsakları eridi. Haydi biz dayanırız amma onlar bu kadarına tahammül edemezler, bu sefâletimizin sonu ne olacak? Bir şey düşünmüyor musun?” der.
Adam düşünceden öne eğilmiş başını eşinin yüzüne doğru kaldırarak ona der ki; “ Karıcığım, günlerdir başvurmadığım kapı kalmadı. Piyasaya göre en düşük ücretle iş aradım, tek bir kerecik karnımızı doyuralım diye olmadı. Kimse bana iş vermiyor. Yavrularımın açlıktan erimeye yüz tutan ciğerleri benim de yüreğimi parçalıyor. Amma anlıyor ve görüyorsun ki, elimden bir şey gelmiyor.” Bu sözler üzerine kadın kocasına der ki: “ Öyle ise şu benim gelinlik günlerimden kalma başörtümü götür sat. Ne kadar tutuyorsa bir şeyler al getir de hele bir kereliğine şu yavrucağızların karnını doyuralım. Sonrasına kullarının rızkını veren Allah kerimdir. Elbet bize hayırlı bir kapı açar.”
Adam utançtan yüzü kızararak ve düştüğü acıklı çaresizliğin ıstırabını ruhunun derinliklerinde duyarak karısının gelinlik çeyiz sandığından çıkarıp getirdiği hiç kullanılmamış başörtüsünü alır ve satmaya yollanır. Başörtüsünü o zamanın parası ile ancak iki dirheme satabilir. Aldığı para ile yiyecek bir şey satın almaya giderken yolun üstünde bir dilenciye rastlar. Adam gelip geçenlere şu sözlerle yalvarır: “Allah rızası ve Peygamber aşkı için boş geçmeyiniz. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak karşılığında bana yardım etmek isteyen yok mu? Dünyada hiçbir şeyi olmayan kelimenin tam anlamıyla muhtaç bir kimseyim.”
Adam dilenciye sokulur; karısının gelinlik başörtüsünü satarak aldığı ve günlerdir açlıkla boğuşan yavrularının bir günlük yiyeceğine ödeyeceği iki dirhemi olduğu gibi cebinden çıkarır zavallıya verir. Şimdi eli boş eve dönmekten gerçekten utanmaktadır. Çemberin parası ne oldu diye sorduğu zaman karısına ne cevap verecek? Kadıncağıza nasıl, “Çemberine iki dirhem verdiler. Onu da ilk rastladığım dilenciye verdim. Adamın yalvarmalarına dayanamadım” diyebilecekti. Bu düşünceler içerisinde camiye varıp akşam namazını kıldıktan sonra çöken akşam karanlığı ile birlikte ve bomboş ellerle yine evine döndü. Karısı ve çocukları sabırsız bakışlarla bir şeyler getirecek diye yolunu gözlüyorlardı.
Geç de kalınca her halde iyi bir şeyler getirecek diye sevinmişlerdi. Adam ümitsiz bir çehre ile ve hep önüne bakarak kapıdan içeri girince kadın şaşa kalır ve o akşamda aç kaldıklarını anlayan yavrular da boşa ümitlerinin arkasından kim bilir kaçıncı kere hep bir ağızdan kısılmaya yüz tutmuş zayıf bir sesle ağlamaya başlarlar. Kadın hem kızgın hem de şaşkın bir ifade ile kocasına başörtüsünü ne yaptığını sorar.
Adam her şeyi olduğu gibi anlatarak başörtüsünü sattıktan sonra yiyecek bir şeyler almaya giderken yolda rastladığı dilenciye elindeki iki dirhemi verdiğini karısına söyleyiverir. Kadın işin iç yüzünü öğrenince, üstün bir sabır ifadesi takınarak kocasına şöyle der: “ Başörtüsünün parasını madem ki Allah yolunda verdin; O ulu ve zengindir, gösterdiğin cömertliğin karşılığında bize dilediği anda karşılığını vermek gücüne fazlasıyla sahiptir. Sen en iyisini yaptın, bakalım önümüze hangi kapı açılacaktır.”
Sabahleyin kadın kocasına bu defa yine baba evinden getirdiği bir duvar saatı verir. “ Şimdi de bunu satmaya götür ve karşılığında eline geçen para ile eve yiyecek bir şeyler getir” der. Ertesi gün adam çarşının her tarafını gezerek saatı satmaya çalışır. Fakat hiç bir müşteri bulamaz. Yorgun argın yine eli boş evine dönerken bir balık satıcısına rastlar. Adam avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle, “Balık balık var balık” diye bağırıyor. Fakat elinde son kalan iki balığa müşteri bulamıyordu.
Adam balıkçıya sokulur ve ona der ki; “ Şu saat benim işime yaramaz, o balıklar da senin işine yaramaz. Öyleyse sen bana elinde kalan iki balığı ver, ben de sana karşılık olarak şu saati vereyim.” Müşteri aramak için sabahtan bu yana bağıra bağıra sesi kısılan balıkçı, adamın teklifini kabul eder, balıkları verir, karşılığında saatı alarak oradan uzaklaşır.
Günlerden beri eve yiyecek bir şey götürebileceği için ölçüsüz derecede sevinen adam, balıkları kapar kapmaz hızla evin yolunu tutar. Babalarının yiyecek bir şey getirdiğini gören çocuklar neşe ile birbirlerine sarılırlar. Kadın balıkların içini temizlemek üzere mutfağa girer. Az sonra gördüklerinin karşısında şaşkına dönerek kocasını çağırır. Balıklardan birinin karnında bağırsak yerine parlak ve iri bir inci çıkmıştır.
Adam inciyi alır; bir kuyumcuya koşar. Kuyumcu incinin benzersiz değerde bir mücevher olduğunu, kendisine satıldığı takdirde karşılığında on dört bin dirhem ödemeye hazır olduğunu söyler. Adam artık anlar ki, kötü talihi değişmiştir. Çektiği ağır sıkıntılar artık son bulmuş, Allah ona nimet kapılarını açmıştır. İnciyi satarak kuyumcudan on dört bin dirhem parayı alır ve sevincinden uça uça evine yönelir. Olup bitenleri karısına anlatınca bütün ev neşeye gömülür ve hepsi bir ağızdan kederlerini gideren Allah’a ölçüsüz şükürler ederler.
Tam bu sırada kapıya gelen bir dilencinin sesi duyulur. Adam dua ve yalvarmalar içinde içeriye şöyle seslenir. “Ey hane halkı, esirgeyici Allah’ın size bağışladığından bana da verin.” Adam hemen kapıya çıkar ve dilenciye der ki: “ Tam şu anda ulu Allah hiç beklemediğimiz bir şekilde ve içinde günlerce kıvrandığımız bir açlığın sonunda on dört bin dirhem bağışlamıştır. Mademki sen Allah rızası için Allah’ın bağış ettiğinden pay istiyorsun dur bekle, paranın yarısını sana getireyim. Kalan yarısı da bizim olsun.
Kendisine ilk ağızda yedi bin dirhem kazandıran bu taksime fazlasıyla memnun görünerek razı olan dilenciye paranın yarısını getirmeye giden ev sahibi, kapıya dönünce dilencinin orada olmadığını görür. Sağı solu iyice araştırdıktan sonra, her nedense adamın çekip gittiğini anlar.
Ev sahibi bütün keder ve sıkıntılardan ayrılmış bir rahatlık içinde yatağına uzanınca, rüyasında akşamki kapıdan kaybolan dilenciyi görür, ona neden parayı beklemeyerek kaybolduğunu sorunca şu cevabı alır. “Ben herhangi bir dilenci değildim. Allah’ın meleklerinden biriydim. Hayırseverliğini ve Allah rızasına bağlılık dereceni ölçmek üzere insan kıyafetine girerek, o anda kapına geldim. Beni bizzat ulu Allah seni son bir defa daha deneyerek dereceni yükseltmek için evine gönderdi. Geçen akşam karının başörtüsüne karşılık eline geçen iki dirhemciği çocuklarına yiyecek almak için giderken verdiğin dilenci de yine bendim. Gönül rahatlığı ile o iki dirhemi, Allah rızasını kazanayım diye bana verince, ulu Allah sana o inciyi bağışladı. Bu akşamki ölçüsüz cömertliğinin karşılığına da öbür dünyanın eşsiz zenginlikteki cennet nimetlerine kavuşacaksın.”
Bir diğeri de şöyledir:
İlk müslümanlardan Hüzeyfetül Adevî anlatıyor.
Yermûk harbinin oldukça kızıştığı günlerden birindeydi. Sayıca kendilerinin kat kat üstünde bulunan düşmanlar karşısında müslüman askerleri kahramanca çarpışıyor, müşriklerin başlarına yağmur gibi ok ve kargı boşaltıyorlardı. Bunaltıcı bir çöl sıcağı vardı. Güneş, alnından vurulup kumlara serilen taze şehit ölülerini kavuruyor; ortalığı pişmiş et kokusu sarıyordu. Kızgın ve durgun hava kan kokuyordu.
Bir an bile durup dinlenmeye imkân bulamadan o günün akşamını bulmuştuk. Hava kararıp göz gözü görmez olunca savaş durdu. Canlı kalabilenlerimiz olduğumuz yere yığılıp düşmüştük. Sabahleyin bizimle birlikte meydana atılanlardan kaç kişisi ölmüş, ne kadarı kalabilmiş ve kaçı ağır yaralar içinde kıvranıyorlardı, bilmiyorduk. Birazcık dinlenip kendime geldikten sonra savaş meydanını gezmeye çıkmıştım. Susuzluk içinde kıvranan yaralıların bağırlarını serinletir ve çatlayan dudaklarını ıslatırım düşüncesi ile yanıma biraz su almıştım.
Allah yolunda din düşmanları ile çarpışırken can veren aziz şehitlerin ölüleri arasında ilerlerken kendime zorlukla yol bulabiliyordum. Tam bu sırada kulaklarıma derinden gelen ve kısılmaya yüz tutmuş bir inilti geldi. Hemen sese doğru koştum. Son dakikalarını yaşayan bir müslüman askeri idi, yakından bakınca onu tanımakta güçlük çekmedim. Amcamın oğluydu. Sağa sola yatırarak üzerini yokladım: Vücudu düşman okları ile delik deşik olmuştu ve kurtulmasına imkân yoktu.
“Amcam oğlu sana biraz su getirdim; içmek istemez misin?” dedim. Minnet dolu bakışlarını bana çevirdi ve “evet” demek isteyen kupkuru dudaklarını zorla kıpırdatabildi. Hemen yanımdaki suyu kuruyan dudaklarına götürdüm.
İştahla içmek üzereyken uzaktan bir başka yaralının “su su” diye inleyen sesi duyuldu. Amcamın oğlu çatlamış dudaklarını hızla su kabından kaldırdı ve var gücünü kullanarak bana parmağı ile sesin geldiği tarafı gösterdi.
Gerçi dili dönmüyordu, ama ne söylemek istediğini anlamıştım. Suyu kendisi gibi ciğeri kavrulmuş olan yaralı arkadaşına götürmemi istiyordu. Fazla ısrar etmedim; belki de son arzusunu yerine getirmek üzere suyu alarak inlemenin geldiği tarafa koştum. Yaklaştığımı duyunca inlemesi kesilir gibi oldu. Yanına varınca yakından yüzüne baktım.
Hişamdı. Onun da vücudu delik deşik olmuştu. Bekletmeden suyu dudaklarına götürerek ciğerlerini serinletmek istedim. İlk yudumu boğazından geçireceği sırada başka bir bağıranın ahları kulağımıza geldi.
Anlaşılan Hişam da kulağıma gelen sesi duymuştu. Sesin sahibi de kim bilir hangi yiğit askerimizdi. Aldığı ağır yaraların sancısı içinde kıvranırken kesik kesik kelimelerle su istediğini bildiriyordu. Hişam dudaklarını su kabından kaldırdıktan sonra gülümseyen bakışlarını yüzüme çevirdi. İki kelimeyi yan yana getirmesine imkân vermeyen bitkinliğine rağmen yüz ifadesinden ne demek istediğini anladım. 0 da biraz önceki amcamın oğlu gibi suyu yakınımızda inleyen yaralı arkadaşına götürmemi istiyordu. Israr etsem onu üzeceğimi zaten çekilmez bir raddeye varan sancılarına sancı katacağımı biliyordum.
O yüzden suyu alarak sesin geldiği yana koştum. Ama yaralı askerin yanına varınca sesinin kesildiğini duydum; soluk da almıyordu. Eğilip kalbini dinledim; çarpmıyordu. Demek ki şehid olmuştu. Hızla Hişam’a koştum. Bari yanımdaki suyu ona vereyim dedim. Gayretlerim nafileydi. Hişam da son nefesini vermişti.
Bari suyu amcamın oğluna ulaştırayım diye koştum. Yanına varınca gördüm ki o da şehitler kervanına katılmıştı; demin çırpınan vücudu bir et yığını hâlinde upuzun kızgın çölün yakıcı kumlarına serilmişti.
Allah’ın bu inanmış kulları son nefeslerini verirken bile dinlerinin merhamet ve yardımlaşmayı emreden hükümlerini ihmal etmemişler. Sarsılmaz bir islam birliğinin öz kardeşleri gibi birbirlerini düşünmüşlerdi, o kadar ki kızgın güneş altında çatlayan dudaklarına ve kuruyan ciğerlerine rağmen hiç biri yanımdaki suyu içmeye yanaşmamış ve sonunda su yine mataramda kalmıştı.
Gördüklerim karşısında derinden kopup gelen gözyaşlarımı tutamamıştım. Zaten göğsünde yürek taşıyan hangi insan böylesine bir manzara karşısında gözyaşlarını tutabilirdi. Kesintisiz gözyaşı dökerken uğrunda kan döktüğümüz ulu islam davası için bir kuru can vermenin fazla bir fedakârlık sayılamayacağını düşündüm.
Öyle ya bizim arkamızdan Hişam gibi, amcamın oğlu gibi ve yüzünü bile seçemediğim o saygı değer üçüncü şehit gibi tutkun, yekdiğerini öz kardeş bilip birbirlerinin yardımına koşan müminler gelecekti. Bizler, şu bize karşı kargı ve ok yağdıran canavarlar gibi katı yürekli ve merhametsiz insanlar yeryüzünden temizlensin de onların yerine deminki şehitler gibi kimseler gelsin, diye kan döküyor, can veriyorduk. Böyle bir gaye uğruna, bir değil, bin can kurban olsun.
İşte amcamın oğlunun şehit düşmüş nurlu ölüsünü gözlerimle görüp elimdeki su matarası ile yere çöktüğüm sırada hızla bu fikirler kafamdan geçmişti, yorgun ve kanlı bir savaş gününün arkasında içime doğan bu düşünceler gücümü ve çarpışma azmimi daha da arttırmış, irademi daha da bilemişti. Karanlık yüzlü dünyamızı kaplamakta olduğunu gördüğüm güneşlerin en batmazı uğruna kanımın son damlasına kadar, var gücümle çarpışacaktım.
Başkalarını kendilerinden çok düşünüp, onların ihtiyaçlarını gidermeyi kendi ihtiyaçlarını gidermeye tercih eden yüce ruhlu insanların sergiledikleri bu örnek ibret tablolarını birlikte okuduktan sonra, bir de bunların tersine kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, bencil ve basîretsiz insanların yaşantılarından iki örneği de sizlerle paylaşmak isterim. Dikkatle okuyup ders almamız gereken bu örneklerin birincisi, servetine güvenen bir zenginin acı akıbetini gösteren ikincisi de, şımarık bir zenginin ölüm meleği ile yaşadığını yansıtan ibret tablosudur.
Zenginin biri, bir akşam, içinde her türlü yemeğin bulunduğu mükemmel bir sofra kurarak yanı başına oturur. Ve başı dönmüş bir servet mağrurluğu içinde lezzetli yemekleri atıştırmaya başlar. Sıra kızartılmış tavuğa gelince dışarıdan bir dilencinin sesi gelir. Zengin, hiç rahatını bozmadan karısını kapıya gönderir. Kadın içeriye dönünce perişan kıyafetli ve günlerdir aç kaldığı hâlinden anlaşılan bir dilencinin kapıda beklediğini kocasına söyler. Kocası önündeki kızarmış tavuktan ayırdığı lokmaları peşi peşine midesine tıkıştırmakla meşguldür. Yarım ağızla karısına kapıdaki dilenciye yüz vermeyerek kovmasını emreder.
Aradan epey zaman geçince servetinin bolluğuna fazlasıyla güvenerek herkese karşı çalım satan zenginin karısı ile arasında geçimsizlik çıkar. Ve bu uyuşmazlık sonunda, karı koca bir birinden ayrılırlar. Kadın bir müddet sonra eskiden pek yoksul günler yaşadığı halde, sonradan durumunu düzeltmiş orta halli bir erkekle tekrar evlenir. Kadının ikinci kocası hesabını bilir, çalışkan bir kimse olduğu gibi; günden güne artan servetine güvenerek gurura kapılmayan alçak gönüllü, cana yakın ve iyiliksever bir kimsedir. Karı koca aralarında gayet iyi anlaşarak zaten iyi olan servetlerini daha da arttırarak çevrenin tanınmış zengin ailelerinden biri hâline gelirler.
Bir gün evde akşam yemeğine oturmuşlardı. Sofrada kızarmış tavuk etine kadar her çeşit yemek vardı. Tam bu sırada bir dilencinin sesi duyulur. Adam, sofradaki tavuktan büyükçe bir parça ayırarak kadına verir ve kapıdaki dilenciye vermesini söyler. Kadın elindeki tavuk eti ile kapıya varınca şaşkına döner. Çünkü karşısındaki aç ve perişan dilencinin eski zengin mağrur kocası olduğunu görür.
Koşa koşa içeri girerek gördüğünü sofra başındaki kocasına anlatınca, bu defa da yeni kocasının cevabı karşısında daha da şaşkına döner. Adam gülerek karısına der ki: “Allah’ın işi böyledir işte. Ben de bir zamanlar sofranıza kurulmuş, kızartılmış tavuk eti yerken kapıdan eli boş çevirdiğiniz dilenciyim. Zenginliğine fazlası ile güvenen eski kocanızın ölçüsüz gururu demek ki esirgeyici Allah’ın gücüne gitti. Kapınızdan terslenerek geri döndüğüm günlerden sonra işlerim umduğumdan da iyi gitti. Günden güne artan bir servet biriktirdim; fakat hiç bir zaman Allah’ı, insanlığımı ve bilhassa kapı kapı dolaşarak dilendiğim o yoksulluk günlerimi unutamadım. Elimden geldiği kadar fakirlere yardım ettim. Kısa zamanda sayılı zenginlerden olduğum için sana yaptığım evlenme teklifini sevinerek kabul ettin.
Eski kocan anlaşılan senden ayrıldıktan sonra düştükçe düşmüş ve şimdi bir zamanlar kapıdan kovduğu dilencinin, ev sahipliğini boşadığı eski karısının yaptığı zengin evine dilenci sıfatıyla dikilmiştir. Bu, ona ulu Allah’ın verdiği ağır bir derstir. Kendini beğenmiş mal ve servet delilerinin akıbeti ancak böyle olabilir. Bu günleri bana gösteren Allah’a yüz binlerce kere şükürler ederim.”
Ulu Allah cümlemizi mal ve servetine güvenerek Allah’ı ve insanlığı unutan şaşkın kimselerden eylemesin.
Adamın biri, çevrenin büyük zenginlerinden biriymiş. Biriken servetinin hesabını kendi bile bilmezmiş. Fakat ateş yakmaz servetinin bir tek kuruşunu bile hayır ve yardım yoluna harcadığını duyan olmamış. Bütün zevki, diğer zengin ve ileri gelen devlet adamları ile bir araya gelerek eğlenceli ziyafetler düzenleyerek, gülüp neşelenmek; zenginliğini teşhir edip nam kazanmakmış.
Bir gün yine böyle bir ziyafet vermiş; kendi adamları ile tanıdıklarını bir araya toplayarak gülüp eğleniyormuş. Toplantıya katılanların hepsi de kendilerinden geçmiş, ölçüsüz bir coşkunlukla yiyip içip gülüşürken, kapının çalındığı duyulmuş. Hizmetçilerden biri kapıya varınca dilenci kılık ve kıyafeti içinde bir adamın beklediğini görmüş. Adam kapıya gelen hizmetçiye kıyafet ve durumundan beklenmeyecek bir vakarla; “Zengin efendinizi çağırın da gelsin; onunla görüşmek istiyorum.” demiş. Hizmetçi, dilenci kıyafetli adamın üstün cüretine şaşmış, adama “Sen kimsin ki efendimiz senin için kapıya çıksın, haydi bas git işine” diye çıkışarak onu kovmaya kalkışmış. Dilenci kıyafetindeki adam, hizmetçiye demiş ki; “Sen böyle ulu orta hakaret etmekten vazgeçte bana efendini çağır; o öyle kapıya çıkmayacak kadar büyük adam olamaz.”
Hizmetçi, adama sert sert baktıktan sonra kapıyı yüzüne kapayarak içerdeki eğlenen kalabalığa katılmış. Efendisi çağırıp kimin kapı çaldığını sorunca, hizmetçi gördüklerini anlatmış, zevk içinde sarhoş bir kahkaha atan zengin; “kovduğuna iyi etmişsin; fakat bu kadar ileri gittiğine göre ona niye haddini bildirmedin; ona bir iki tokat atsaydın, kapımda böylesine saygısız davranmanın ne demek olduğunu daha iyi anlardı.”
Dilenci kılıklı adam, zengin ev sahibinin kapıya çıkmadığını görünce hızla kapıyı açarak içeri dalmış. Eğlence içinde kendini kaybeden sarhoş davetlilerin arasından yol bula bula zengin ev sahibinin karşısına dikilivermiş ve adama sert bir ifade ile sormuş; “kapını çalıp sana haber saldığım halde niye kapıya çıkmadın. Yoksa zengin ve sarhoş olunca misafirlerini böyle kapıda mı bekletirsin? Bu türlü bir saygısızlık ve insanları umursamamak hiç insanlığa yakışır mı ?”
Zengin adam, ziyaretçinin bu sözlerine şaşırmış, şimdiye kadar servet ve şöhreti karşısında herkesin iki büklüm eğilmesine alışmıştı. Servet ve şöhretini hiç de hesaba katmadığı anlaşılan bu dilenci kılıklı adamın korkusuz cüretini bir türlü aklı almıyordu. Ona karşı kim böyle bir küstahlık gösterebilir? Etrafındakiler de adamın pervasızlığına en az zengin efendileri kadar şaşırmışlar. Karşısında yüksek sesle bile konuşamadıkları varlıklı efendilerine şu eski püskü kılıklı adam neyine güvenerek bu kadar ağır ve dokunaklı sözler söyleyebiliyordu?
Zengin ev sahibi bir an şaşkınlıktan kurtularak adama; “Sen kimsin ki?” diye sormuş. Dilenci kılıklı adamın cevabı başta varlıklı ev sahibi olmak üzer,e eğlenceden başı dönen davetlilerin nerde ise damarlarında dolaşan kanlarını durdurmuş; adam; “Ben ölüm meleği Azrailim. İnsan kılığına girerek senin canını almaya geldim. Servet ve gösterişe karşı aşırı derecede düşkünlüğünü bildiğim için, ne yapacaksın diye merak ederek şu gördüğün kıyafetle karşına geldim?..”
Zengin adam öleceğini duyunca nerdeyse deliye dönecek olmuş. Azraile dönerek yalvarmaya başlamış; “biliyorum canımı almadan gitmene imkân yoktur. Fakat ne olur bana bir saat kadar müsaade ver. Şu hesabını kendim bile bilmediğim servetimin tümünü toparlayayım ve madem ki öbür dünya yolculuğuna çıkmak üzereyim, zenginliğimi bir daha dünya gözü ile doya doya seyrederek hasretliğimi gidereyim!...”
Ölüm meleğinin müsaadesi üzerine toparlanan tüm servetinin karşısına geçince adam şöyle demeye başlamış “hepinize lanet olsun!.. Sizin için bu kadar uğraştım; ömrümü yolunuza harcadım. Sizinle meşgul olurken, Allah’a karşı olan vazifelerimi unuttum bana ne hayrınız dokundu; şimdi hepinizi bırakıp boş ellerle Allah’ın huzuruna gidiyorum.”
Adamın bu kızgın sözleri karşısında her şeye gücü yeten Allah, servetine dil vermiş ve malı da bir ağızdan sahibine şu cevabı vermiş; “bize ne kusur yüklüyorsun? Bizi haksız ve haram yollardan biriktirip yığan sen değil misin? Servete tapmamanın gerektiğini sana öğütleyenlerin sözüne bakmadan, bizim uğrumuza ömrünü harcayan ve sırf bizim varlık ve bolluğumuzla iftihar edip çalım satan ve bu yüzden eski kılıklı, fakir kimselere insan gözü ile bakmayan yine sen değil misin?... Sanki bizi kullanmak istediğin kötü yerlere götürürken hangi birisine gelmemezlik yaptık, şayet düşünüp bizi iyi ve meşru işlerde kullanacak olsaydın müsaade etmeyecek miydik?
Eğer akıllıca hareket ederek bizi Allah ve insanlık yolunda kullansaydın, Allah’ın hoşnutluğunu da insanların temiz sevgisini de bir arada kazanır, şimdi olduğu gibi son anlarında Allah’ın huzuruna utanarak yönelmezdin. Ama sen varlık ve bolluğumuz içinde zevk ve sefa sürerek, eğlence ziyafetleri tertip etmeyi, diğer zengin arkadaşlarınla, sarhoş devlet büyüklerini bir araya toplayarak, coşup gülmeyi Allah’ın açık emirlerine üstün tuttun. Şimdi hiç bir çaren kalmadığını görünce, kendi kabahatlerini bize yükleyerek lanetler okuyorsun; halbuki esas lanetlik insan sensin. Çünkü ömrün boyunca hiç bir an bizden ayrılacağın şu günü hatırına getirmiş değilsin...”
Yüce Allah cümlemizi kıssadan hisse alan ve dünyalık servet ve zenginliğin aldatıcı büyüsüne kapılmadan, ölüm ve sonrasına hazırlık yapan bilinçli ve basiretli kullarından eylesin.
Kıymetli kardeşlerim!
Hayır yapan kimse hayırla yâd edilir, hürmet ve muhabbetle anılır, ruhuna rahmet dilenir.
Herkesin yapabileceği bir hayır türü vardır. Dolayısıyla dileyen herkes bir hayır yapabilir. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in: “Kim cehennemden korunabiliyorsa, yarım hurma da olsa sadaka versin. Eğer onu bulamazsa güzel bir sözle sadaka versin.” mealindeki hadîs-i şerîfi ile Hz. Osman (R.A.)’ın yukarıda arz edilen: “… Vallahi bir fakirin kendi boğazından kesip Allah yolunda verdiği tek kör kuruş, malı çok bir zenginin verdiği on binlerden Allah katında daha makbuldür! Az demeyin, siz de vermeye bakın!” cümlesi, en fakir insanın bile bir hayır işleyebileceğini ifade etmektedir.
Kimse kendinin hayır işlemekten yoksun olduğunu sanmamalıdır. Hayır işleyebileceği bir yönünün mutlaka var olduğuna inanmalıdır. Bu inanç ve bilinçle Allah’ın kendine ihsân ettiği maddî, manevî, fizikî, fiilî, ilmî, fikrî ve benzeri bir imkânı, ondan yoksun olan bir kimsenin istifadesine sunarak az da olsa bir hayır işini yapmanın gayreti içinde olmalıdır. İhlâs derecesine göre yapılan küçük bir hayrın, binlerce katı ile ödüllendirileceğini unutmamalıdır.
Hiçbir hayır yapma imkânına sahip olmasa bile, “şu hayır işini yapma imkânına sahip olsaydım da ben de bir hayır işleseydim” diye düşünüp, onu yapabilme arzusunu içinden geçirirse, yapmış gibi ecir alacağını bilmelidir.
Kaldı ki, hayır türleri sayılamayacak kadar çok ve çeşitlidir. Herkesin yapabileceği bir hayır türü mutlaka vardır. Herkes hâline uygun olan hayır türünü aramalı, bulmalı ve uygulamalıdır. Az da olsa bir hayrı yapmaktan geri durmamalı ve “ben ne yapabilirim ki?” dememelidir. Zerre kadar da olsa gücünün yettiği hayrı yapmalı ve “Ya Rabbî! Gücüm buna yetiyor, azımı çok say ve beni rızan ile ödüllendir.” niyazında bulunmalıdır.
Herkes hayır yapabilir ama herkesin ihlâs derecesi aynı olmaz. Samîmiyeti ön planda bulunduranlar olduğu gibi, gösterişi gözetenler de olabilir. Samîmiyet azın ecrini çoğaltır. Gösteriş de çoğu azaltır, hattâ yok eder. Bu hususta çok dikkatli olmak gerekir.
Allah cümlemizi her iyi ve hayırlı işi rızası için yapan duyarlı ve dirayetli kullarından eylesin.