HÜSN-Ü HÂTİME
Her işin iyisi, besmeleyle başlayıp başarı ile devam eden ve hayırlısıyla bitenidir. Başında başarı, ortasında bocalama ve sonunda batak olan bir iş ve uğraşta hayır yoktur. Dolayısıyla dünyanın debdebe ve tantanasıyla varlık ve bolluğuna kanmamalı, her zaman her şeyin hayırlısını, helalini ve Hakk’ın rızasına uygun olanını dileyip, güzel sonuca vesîle olacak iş ve uğraşlarda bulunmanın gayreti içinde olunmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, başlangıcında başarılı, güzel, görkemli ve imrenilir görünümler arzeden çoğu girişimlerin âkıbeti akîm ve sonucu vahîm olur. Nice işler var ki hevesle başlar, pişmanlıkla biter. Nice birliktelikler var ki dostlukla başlar, düşmanlıkla biter. Hayatı hatâdan hâlî ve kötülüklerden ârî olan düşünce, duygu ve davranışlarla devam ettirip, hüsn-ü hâtime ile noktalamaya vesîle olacak doğru, düzgün, duyarlı ve dirayetli davranışlarda bulunmak, herkes için büyük önem arz eder. Bu gerçeği gören bilinçli ve basîretli insanlar da başladıkları her şeyin başından çok sonunun güzel olmasını sağlayacak inanç, bilinç ve anlayışı hayatlarına hâkim kılmanın gayreti içinde olurlar. Zira onlar çok iyi bilirler ki nice işler vardır ki sevinçle başlar, üzüntüyle biter. Nice evlilikler var ki saadetle başlar, felaketle biter. Nice girişimler var ki beğeniyle başlar, bıkkınlıkla biter. Nice yolculuklar var ki şen şakrak başlar, ah-u figanla biter. Buna karşılık sıkıntılar, üzüntüler ve problemlerle başlayıp, iyilikler, güzellikler ve mutluluklarla sona eren hallerin yaşandığı durumlarda vardır. Örneğin Davut Aleyhisselam zamanında yaşanan bir olay alınacak bir ibret tablosudur.
Yetimlerin annesi değirmende öğüttüğü buğdayını çuvala doldurup sırtına alarak evinin yolunu tutar. Bir an evvel çocuklara ulaşıp yetimleri ekmeğe kavuşturmayı düşünmektedir. Ne var ki yolun ortasında ansızın çıkan müthiş bir rüzgâr, kadıncağızın sırtındaki un çuvalını alıp denize doğru uçurur, çuval gözlerden bir anda kaybolur.
Yol ortasında şaşırıp kalan çaresiz anne, yoksulların derdine derman oluşuyla bilinen zamanın yüce Peygamberi Davud Aleyhisselam’ın huzuruna çıkar:
- Bir fırtına çıktı, değirmenden getirmekte olduğum un çuvalını sırtımdan uçurup denize doğru götürdü, yetimlerim aç kaldılar, şimdi ben ne yapacağım aç susuz yetimlerimle? diye sızlanmaya başlar. Davud Aleyhisselam:
- Bu kadıncağıza bir çuval un verin! diye emreder. Ancak kadın dışarı çıkınca ikaz ederler:
- Bir çuval una razı olma. Rüzgârdan davacı ol, senin
çuvalını alıp götüren rüzgârdır, derler.
Kadın geri döner:
- Ben rüzgârdan davacıyım, hakkımı rüzgârdan istiyorum. Çünkü çuvalımı uçurup götüren rüzgârdır, der.
Bu defa Davud Aleyhisselam dua ve niyaza başlar.
- Rabb’im der, rüzgârı yönetmekle görevlendirdiğin meleğini gönder de bu kadıncağızın un çuvalının hesabını sorayım ona. Hemen anında karşısında rüzgâra hükmeden melek belirir:
- Ben rüzgârı yöneten meleğim, çuvalı uçurma emrini ben verdim rüzgara, der ve gerekçesini de şöyle açıklar:
- Denizde bir gemi kayaya çarptı, delindi, su alıyordu. İçindekiler feryad edip ağlaşmaya başladılar. Rabb’im emretti, ben de kadının sırtındaki çuvalı rüzgâra aldırdım geminin su alan yerine kapattım, böylece gemideki çoluk çocuk ölümden dönüp kurtuldular.
- Davud aleyhisselam gemidekiler kurtuldular ama dul kadının yetimleri perişan oldular, açlığa mahkum hale geldiler. Bu yetimlerin durumu ne olacak şimdi? der.
Melek şöyle açıklar yoksul kadının un çuvalını uçurmanın hikmetini.
- Artık bu kadıncağız fakirliğe veda edecek, yetimler de bundan sonra zenginlik içinde büyüyüp mutlu bir hayat yaşayacaklar. Rabb’imiz böyle istediği için bu çuvalı kadının sırtından aldırıp gemiye tıkaç yaptırdı bana, diyerek şöyle devam eder:
- Kadının sırtındaki un çuvalını geminin su alan kısmına tıkayıp da gemiyi batmaktan kurtarınca gemidekiler hep birlikte:
- Şayet sağ salim karaya çıkar da kurtulursak malımızın yarısını kurtulmamıza sebep olan bu çuvalın sahibine verelim, diye adakta bulundular. Şu sıralarda da karaya çıktılar, belki de buraya geliyorlar adaklarını verecekleri çuval sahibini bulmak için.. derken kapıyı açıp içeriye giren gemi sakinleri dileklerini anlatırlar.
- Biz sağ salim karaya çıkarsak servetimizin yarısını kurtulmamıza sebep olan çuval sahibine verme adağında bulunduk, işte kurtuluş için adadığımız servetimiz, diyerek her biri servetinin yarısını çıkarıp teslim ederler.
Davud Aleyhisselam bunların kurtulmalarına sebep olan un çuvalının sahibi yoksul kadıncağızı gösterip, hak sahibi yetimlerin anası olan işte bu kadındır, der. Kurtulanların verdiği serveti teslim eder yoksul kadına.
Olayın böyle sonuçlanacağını başından bilseydim un çuvalımın uçup gitmesine asla üzülmezdim, başı kötü ama sonu iyi bir hadise yaşadık, diyen yoksul kadın Allah’a şükreder.
Bu hususları göz önünde bulundurup “başa bakma, sona bak” diyen ve herkese hayatın her yönüyle ilgili olarak hüsn-ü hâtime (güzel sonuç) dileyen YOYAV, besmeleyle başlayıp hamdeleyle bitirmeyi, her şeyi güzel yapıp güzel sona ermeyi tavsiye ve telkin etmek için düzenlediği “Hüsn-ü Hâtime” konulu sohbet toplantısında davetlilerine duygulu dakikalar yaşattı.
Vakfın düzenlediği kurslardan Arapça, Tecvid ve El Sanatları kurslarına katılan bazı kursiyerlerin kurs öğretmenleri ile birlikte 1 Haziran 2013 Cumartesi günü ikram ettikleri öğle yemeğinden sonra konferans salonunda yerlerini alan konuklara konuyla ilgili önemli açıklamalarda bulunan Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Hayatı hüsn-ü hâtime (güzel sonuç) ile noktalamanın önemini arz ve ifade etmek amacıyla düzenlediğimiz toplantımıza teşrif ederek herkesi yakından ilgilendiren bu önemli konuyla ilgili bilgileri sizlerle paylaşmamıza vesîle olan seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, hayat boyu Hakk’ın hidayet ve himayesinde olup dünya ve ahiret saadetine eren, cennet-i alaya giren ve Cemalullah’ı gören mutlu ve bahtiyar insanlardan olmanızı diliyorum.
Sergilediğimiz davranışlarla yaptığımız iş ve ibadetlerde rıza-i Rahman’ı gözetip güzel sonuçlar temin etmemiz temennisiyle sözlerime başlarken, hayatımızı bidâyetinden nihâyetine kadar Hakk’ın iradesine uygun, duyarlı ve dirayetli davranışlarla değerlendirip âhir ve âkıbetimizi hayırlar ve güzelliklerle noktalamamızı niyaz ediyorum.
Büyüklerimizden öğrendiğimiz ve devamlı dilimizde döndürerek Yaradan’a yalvarıp yakardığımız dualardan biri: “Allâhümme innâ nes’elüke temame-n ni’meti ve devame-l âfiyeti ve hüsne-l hâtimeti.” Yani: “Allah’ım! Biz senden nimetin tamamını, afiyetin devamını ve güzel sonucu dileriz.” anlamındaki duadır.
Bir diğeri de: “Allahümme ahsin âkıbetenâ fi-l umûri kullihâ ve ecirnâ min hizyi-d dünyâ ve azabi-l ahireti.” Yani: “Allah’ım! Bütün işlerde âkıbetimizi (sonucumuzu) güzel eyle. Bizi dünyada rezil (rüsvay) olmaktan ve ahirette azaba uğramaktan koru.” anlamındaki duadır.
Müslüman her şeyden önce bu duaları bilerek, inanarak, anlayarak ve kabul edileceğini umarak sabah-akşam, gece-gündüz, her zaman ve her münasebette sık sık yapmalıdır.
Bu arada sonunun güzel olmasına vesîle olacak ibadet ve taatlarla iyilik ve güzelliklere devam etmeli, kötü olmasında etken olacak kötülüklerle günahlardan da uzak durmalıdır.
Malum olduğu üzere insanın dünyadan nasibi ömrüdür. Eğer onu iyi değerlendirir, ibadet ve taatla geçirirse, inşallah sonu güzel olur ve cennet-i alaya girmeyi hak eder. Tersine ömrünü masiyet ve kötülüklerle geçirip o halde hayatı noktalarsa, sonu hüsrân olur.
Büyük günahlarla küçük günahların ortak yönü, Yaradan’a saygısızlıktır. Evet, küçük günahların cezası, büyük günahların cezası kadar değildir. Ama ikisinin de temelinde Allah’a karşı saygısızlık vardır. Mümin, Allah’a saygısızlığın büyüğüne de küçüğüne de tevessül etmemelidir. Kötülükleri küçümsemek kadar kötülük yoktur. Kale alınmayan ufak tefek kötülükler, kişinin kalbinin üzerinde küçük noktalar hâlinde siyahlıklar meydana getirirler. Bu noktaların çoğalmasıyla kalbi kapsayan ve karartan kötü bir pas oluşur. Öyle ki, kalbin aynasında hiçbir güzellik görünmez ve iyilik tecellî etmez olur. Kur’ân-ı Kerîm’in deyimiyle bu kalpler üzerinde siyah bir “rân” tabakası oluşur.
Bu hâl, kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Mutaffifîn Suresi’nin 14. ayetinde şöyle beyan buyurulmaktadır: “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.”
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) de: “Allah hırsıza la’net etsin. Yumurtayı çalar eli kesilir, ipi çalar eli kesilir.” mealindeki hadîs-i şerîfinde bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani hırsız bir gün yumurtayı çalar, ertesi gün ipi çalar. Öbür gün başka bir şey çalar. Böylece çalmayı alışkanlık hâline getirir. Derken daha sonra daha büyük bir malı çalar ve elinin kesilmesine yol açar.
Bu önemli örnekten de anlaşılacağı üzere küçük günahlar büyüklerine götürür, onlar da hayatın sonunu kötü bitirmeye sebep olur.
Enes bin Malik (R.A.) demiştir ki: “Siz öyle işler yapıyorsunuz ki, onlar sizin gözünüzde kıldan daha incedir. Oysa biz onları Allah Resûlünün zamanında büyük günahlardan sayıyorduk.”
Ashab-ı Kiram (R.A.) küçük günahlara böyle bakarak günahın büyüklerinden sakındıkları gibi küçüklerinden de sakınırlardı. Bu bakımdan Abdullah bin Mes’ud’un şu sözü çok câlib-i dikkat ve düşündürücüdür: “Mümin, günahlarını sanki başına düşmek üzere olan dağın eteğinde oturuyormuş gibi görür.”
İmam Ahmed, Hz. Ebubekir (R.A.)’dan şöyle söylediğini rivayet etmiştir: “Mümin bir kulun böğründe bir kıl olmak isterdim.”
Öte yandan diliyle suç işlemekten endişe edip onu korumanın gayreti içinde olan Hz. Ebubekir (R.A.) dilinden tutup: “Beni sıkıntılara sokan budur.” dediği de rivayet edilir. O Ebubekir ki Hz. Peygamber (S.A.V.) O’nun hakkında: “Eğer Allah’tan başka birini dost edinseydim, Ebubekir’i dost edinirdim.” buyurmuştur. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in böyle taltif ve sevgisine mazhar olan Sıddîk-i Ekber olan Hz. Ebubekir (R.A.) günah işlemekten korkarak böyle derse, bizim gibi günahlarla iç içe olan günahkârlar ne demeli ve ne yapmalıdır? Daha fazla vakit geçirmeden ve bu gün yarın demeden derhal bir “arınma ve korunma harekâtı” başlatmalıdır. Yani geçmişin günahlarından arınmaya, geleceğinkinden de korunmaya çalışmalıdır. Şu andan itibaren hepimizin yapacağı iş bu olmalıdır.
Çoğumuz hayatımızın son teşehhüdündeyiz. Ömrümüzün çoğu geçti, fazla bir şey kalmadı. Hayatımızın geride kalan kısmını dikkatle değerlendirmeliyiz. Geçen geçti. Geçmişin günah kirlerinden arınmaya çalışmalı, kalanı kurtarmanın gayreti içinde olmalıyız.
Yaptığımız kötülüklerle işlediğimiz günahlardan temizlenip arınmamız için sürekli tevbe ve istiğfar etmeli, gelecekte benzeri yanlışları yapmamaya dikkat ve itina göstermeliyiz. Üzerimize düşeni yapmalı, gerisini Allah’a bırakmalı ve daima O’nun himayesinde olmayı dilemeliyiz. İbadeti ihmal etmemeli, son nefeste iman, ihlas ve Kur’ân ile çene kapayıp, huzûr-u Hakk’a mümin ve Müslüman olarak varmayı niyaz etmeliyiz. Allah korusun, bir insan, imanlı, ibadetli dahi olsa, son nefesini imanla veremediyse, hiçbir kıymeti olmaz... Önemli olan son nefestir. Yüce Rabbimizin, üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Bizi O yarattı ve yaşatıyor. İmanla şereflendirdi. En büyük nimet, bir insanın son nefesini imanla verebilmesidir. Bundan daha büyük lütuf, bundan daha büyük nimet olmaz. Çünkü insan, nasıl öldüyse öyle haşr olunur. Ne yersek yiyelim, son lokmanın tadı kalır ağzımızda. Tatlı ise tatlı, acı ise acıdır. Bunun önemini bildikleri için, büyüklerimiz hep Hüsn-ü Hatime'ye (son nefesin imanla verilmesine) çok dua etmişlerdir. Rabbimiz cümlemize böylesi hüsn-ü hâtimeyi nasip eylesin.
Allah Teâlâ kitâb-ı kerîminde böylesi hüsn-ü hâtimenin önemine müminlerin dikkatini çekerek şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmran, 102)
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 99)
Bu ayet-i kerimenin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere kul, ömür boyu Allah’a ibadet etmekle yükümlüdür. Başka bir ifadeyle ibadette emeklilik yoktur. Kişi, hüsn-ü hâtimeye nâil olması niyazıyla ölümüne kadar takvâ, tâat ve ibadetten geri durmamalıdır. Rabbi’nin rızasına uymayan davranışlardan kaçınmalı ve rahmetinden ümitvar olmalıdır.
Bu meziyetlerle muttasıf olan müminler hakkında Mevlâ-yı Müte’âl, Müminun Suresi’nin 57-61. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine ortak tanımayanlar ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar, işte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.”
Hepimiz her an ömür servetimizin bir bölümünü harcamakta ve dünyadan uzaklaşıp ahirete yaklaşmaktayız. Dünü döndürme, günü durdurma ve yarını bugüne getirme imkânına sahip değiliz. Yaşadığımız her anı dikkatle ve dirayetle değerlendirip hayatımızı Hakkın rızasına uygun iş ve uğraşlarla dolu dolu geçirmenin gayreti içinde olmamız gerekir.
Su-i hâtimeden (kötü sonuçtan) korkup ona sebep olacak hâl ve hareketlerden sakınmalı ve hüsn-ü hâtimeyi (güzel sonucu) ümit edip onu sağlayacak sebeplere sarılmalıyız.
Kötü sonuca sebep olacak şeyler şunlardır:
1- Tevbeyi tehir etmek: Her müslümanın yaptığı kötülüklerle işlediği günahlardan tevbe etmesi vaciptir. Nur Suresi’nin 30. ayetinin: “… Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” mealindeki son cümlesi, bu hususu dikkatimize getirmektedir.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olmasına rağmen günde yüz defa tevbe ederdi. Efendimiz (S.A.V.) bu hususla ilgili bir hadîs-i şerîfinde: “Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz. Ben günde yüz defa tevbe ediyorum.” buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfinde de tevbenin günahkârları arındıracağını belirterek: “Günahtan tevbe eden, günahı olmayan gibidir.” buyurmuştur.
Şeytanın insanlara yaptığı en etkili hilelerinden biri, tevbeyi ertelemelerine yol açan hilesidir. İblis, günahkâr kimseye vesvese vererek tevbede acele etmemesini telkin eder. Bunun için önünde uzun zaman olduğunu söyler. Şimdi tevbe edip sonra tevbesinden dönerse, ondan sonra tevbesinin kabul olmayacağını, dolayısıyla cehennemlik olacağını ihsas eder. Ya da ona vesvese vererek 50-60 yaşına gelince sağlam bir tevbe edeceğini ve o zaman kendini Yaradan’a yaklaştıracak ibadetlerle iyiliklerde bulunacağını, şimdi ise henüz genç ve ömrünün baharında olup hayatın tadını çıkarmasını, dolayısıyla nefsinin arzularına engel olmamasını söyler.
Bunlar ve benzeri vesveseler, kişinin tevbeyi tehir etmesi için şeytanın kurduğu tuzakların birkaçıdır. Bunun içindir ki, selef-i sâlihlerden bazıları: “Sizi ‘ileride ya da gelecekte yaparım sözünden’ sakındırırım. Çünkü o, iblisin askerlerinin en büyüğüdür.” demişlerdir.
2- Tûl-i emel (Ölümü akla getirmeyip uzun yaşama isteği): Kişinin dünyaya dalıp, yaşama süresine sığmayacak kadar çok ve çeşitli şeyleri yapmayı kafasına koyup, bitmez tükenmez arzularla onların peşinde koşması, dolayısıyla dünyaya dalıp ölümü unutması demek olan bu hâl, insanları ahiret hazırlığını yapmaktan alıkoyan şakâvet (mutsuzluk) sebebidir ki, bu da sahibi için kötü sonuç vesîlelerinden biridir.
Bunun içindir ki, sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) ümmetini böyle kötü bir sonuca sebep olan tûl-i emelden sakındırarak: “Sizin için en çok korktuğum iki haslet vardır ki, (onlar) nefsin kötü arzularına uymak ve tûl-i emeldir. Nefsanî arzulara uymak Hak’tan alıkoyar, tûl-i emel de dünya sevgisidir.” buyurmuştur.
İnsan dünyayı ahiretten çok severse, onu ahirete tercih eder. Dünyanın zineti, süsü ve lezzetleri ile meşgul olup, ahireti ihmal eder, cennetteki yerini inşa ve imar etmekten geri kalır. Bu olumsuzluğu önlemek için ümmetini uyarıp dünyaya dalmamalarını dileyen Hz. Peygamber (S.A.V.) Abdullah bin Abbas’dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfinde: “Dünyada garip veya yolcu gibi ol. Akşama erince sabahı bekleme, sabaha erince de akşamı bekleme.” buyurarak dünyaya bağlanmanın doğru olmadığına işaret etmiştir.
Öte yandan müminleri tûl-i emelden uzaklaştıracak ve dünyanın hakiki hâlini gösterecek hususlara da dikkatlerini çekerek ölümü anmalarını, mezarları ziyaret etmelerini, ölüleri yıkamalarını, cenazeleri teşyî’ etmelerini emretmiştir. Çünkü bu işler insanları gafletten uyarıp ahiret hayatı için gerekli hazırlığı yapmalarını hatırlatır.
Efendimiz (S.A.V.)’in ölümü anmayı emreden hadîs-i şerîflerinden biri, Ebu Hureyre (R.A.)’nin rivayet ettiği: “Lezzetleri yıkanı (ölümü) çok anın.” mealindeki hadîs-i şerîfidir. Bir diğeri de İbni Ömer (R.A)’nın rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfidir: “Ensardan bir adam, Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en akıllısı ve en değerlisi kimdir? dedi. Resûlullah (S.A.V.): Ölümü en çok ananları ve onun için hazırlananlarıdır. Onlar akıllılardır…” buyurdu.
3- Günah işlemekten hoşlanıp onu alışkanlık haline getirmek: İnsan, günahlardan herhangi birini alışkanlık hâline getirip onu işlemeye devam eder ve tövbe etme cihetine gitmezse, şeytan onun bu davranışından dolayı kalbini ele geçirir ve hayatının son anlarına kadar düşüncesi üzerindeki tahakkümünü sürdürür. Öyle ki, ölüm anındaki bu kişinin son sözünün ‘lâ ilâhe illallah’ olması için yakınları kendisine kelime-i tevhit getirmesini telkin etmek istediklerinde, alışkanlık hâline getirdiği bu günah düşüncesine hâkim olup kelime-i tevhidi söylemesine engel olur.
4- İntihar (Kendi canına kıyma): Müslüman müptelâ olduğu bir musibete sabredip kar-şılığını Allah Teâlâ’dan beklerse bu davranışının ecrini alır. Ama bu musibetten bunalıp sabretmez kendi elleriyle hayatına son verme düşüncesine kapılarak dûçâr olduğu hastalıklar veya sıkıntılardan kurtulmanın yegâne yolunun intihar etmek olduğu kanaatiyle canına kıyarsa, masiyet yolunu seçmiş ve Allah’ın gazabına uğramış olur.
Kişinin sonucunun güzel olup, hayatını hüsn-ü hâtime ile noktalamış olacağına delalet eden davranışlardan bazıları da şunlardır:
1- Ölüm anında kelime-i tevhit getirmek: Muaz bin Cebel (R.A.)’den rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte sevgili Peygamberimiz (S.A.V.): “Kimin son sözü lâ ilâhe illallah olursa cennete girer.” buyurmuştur.
2- İ’lâ-i kelimetullah (Allah’ın sözünü yüceltmek) için şehit olarak ölmek: Şehitlere sağlanacak saadeti vurgulayan Âl-i İmrân Suresi’nin 169-171. ayetlerinin meallerini dilerseniz birlikte okuyalım:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin, Allah’ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.”
3- Allah yolunda gazi olarak veya hac için ihramlı iken ölmek: Sevgili Peygamberimiz bu hususla ilgili bir hadîs-i şerîfinde: “Kim Allah yolunda öldürülürse o şehittir ve kim Allah yolunda ölürse o da şehittir.” buyurmuştur. Arafatta ihramlı iken devesinden düşüp ölen bir kişi için de: “Onu su ve sidirle yıkayın, iki giysisi ile (ihramları ile) kefenleyin ve başını örtmeyin. Çünkü o kıyamet günü telbiye getirerek diriltilir.” buyurmuştur.
4- Yapılan son işin Allah Teâlâ’ya taat ve ibadet olması: Hz. Huzeyfe (R.A.)’den rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah rızası için lâ ilâhe illallah der ve son sözü o olursa cennete girer ve kim Allah rızası için bir gün oruç tutar ve onunla hitam bulursa cennete girer ve kim Allah rızası için bir sadaka verir ve onunla hitam bulursa cennete girer.”
5-İslamın korunmasını emrettiği dini, canı, malı, namusu ve aklı savunma yolunda ölmek: Sa’id bin Zeyd (R.A.)’den rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim malı uğrunda öldürülürse o şehittir. Ve o kim ailesi uğrunda öldürülürse o şehittir. Ve kim dini uğrunda öldürülürse o şehittir. Ve kim canı uğrunda öldürülürse o şehittir.”
6- Taun, verem gibi hastalıklardan ölmek.
7- Logusa halinde ölmek.
8- Boğularak, yanarak ve yıkım altında kalarak ölmek.
9- Cuma gecesi ve günü ölmek.
10- Ölüm anında alnın terlemesi.
Hüsn-ü hâtimeyi (güzel sonucu) sağlayacak saadet vesilelerinden bazıları da şunlardır:
1- Takvâ (Açık-gizli her zaman ve her yerde Allah’tan korkmak ve O’na saygılı olmak): Allah Teâlâ Âl-i İmrân Suresi’nin 102. ayetinde: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” buyurmuştur. Müfessirlere göre “Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkma”nın anlamı, müslümanın, bütün varlığı ile Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından kaçınmaya çalışmasıdır. Nitekim Abdullah bin Mes’ud (R.A.), ayetin bu kısmını şöyle açıklamıştır: “O’na asi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmak.”
2- Allah’ı zikretmeye devam etmek: Kim Allah Teâlâ’yı zikreder, bütün işlerini zikirle noktalar ve dünyadan ayrılırken söylediği son sözü ‘lâ ilâhe illallah’ olursa, Resûlullah (S.A.V.)’ın: “Kimin son sözü lâ ilâhe illallah olursa cennete girer.” mealindeki müjdesine mazhar olur. Sevgili Peygamberimize amellerin hangisi daha faziletlidir diye sorulduğunda: “Öldüğün gün dilinin Allah’ı anmanın tazeliği ile ölmendir.” buyurmuştur.
Allah amellerimizin en hayırlısını son amellerimiz ve günlerimizin en hayırlısını Kendisine kavuştuğumuz gün eylesin. Cümlemizi cenneti, cemali ve Resûlünün civarıyla ödüllendirsin.