HZ. MUHAMMED VE KADINA KIYMET
“YOYAV’ın değerli dostları, kıymetli konuklarımız, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Kâinatın Efendisi, gönüllerimizin güneşi, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dünyayı şereflendirmelerinin 1438. yıldönümü (Mevlid Kandili) münasebetiyle düzenlediğimiz kutlama programına katılarak sevinç ve saadetimizi paylaşıp selam, sevgi ve saygılarımızı birlikte arzetme ortamını oluşturan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, ömür boyu ervâh-ı âcizânelerimizin rûh-u Resûlullah ile iletişim içinde olmasını ve gönüllerimizin muhabbet-i Muhammedî ile dolmasını diliyorum. Yaşadığımız süre içinde Cenâb-ı Hakkın hidayet ve himayesinde, Habîbullah’ın da izinde ve yolunda olup davranışlarımızı direktif ve denetiminde dizayn etmemiz dileğiyle sözlerime başlarken, bizleri Kendisine kul ve Resulüne ümmet eden yüce Allah’a sonsuz hamd-ü senalar ediyor, doğumuyla dünyayı nurlandıran ve insanlığı onurlandıran sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e sayısız salât ve selamlarımızı arz ederek cümlemize cennet ve Cemâlullah ile şefâ’at-ı Resûlullah’ı niyaz ediyorum.
Bu yıl büyük bir tevafuk eseri olarak Mevlid Kandili ile Dünya Kadınlar Gününün aynı güne denk gelmesi nedeniyle bugünkü sohbetimizin konusunu “Hz. Muhammed ve Kadına Kıymet” olarak belirledik. Dolayısıyla bugünkü birlikteliğimizde sizlere sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in kadına verdiği değeri dilegetirmeye çalışacağım.
Ancak o hususa geçmeden önce Mevlid’i Nebevi gecesini idrak etmenin erdemini bir iki cümle ile arz ve ifade etmekte fayda mülahaza ediyorum. Eşiğinde olduğumuz Mevlid-i Nebevî gecesi, çok ama çok sevinmemiz gereken bir gecedir. Bunda büyük rahmat vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin amcası Ebu Leheb ki kafirdir, ebedî cehennemliktir. Tebbet Suresinde kötülenmiştir, beddua edilmiştir. O’nun bile bu gece hattâ her pazartesi gecesi azabı hafifletilir. Neden? Evet neden? Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz doğduğunda bir yeğeni olarak sevinmiş, doğum müjdesini getiren cariyesi Süveybe’yi azad etmiştir. Bir kafir bu hareketi ile buna nail olursa, ya Allah’a kul, Peygamberine ümmet olan, bu gece ile sevinen ve bu iman ile ölenin kazanacağı mükafat.. Elbette çok büyük olacaktır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) doğumuna sevinmek bir kafire yararlı olursa, bir muvahhide elbette çok daha fazla yararlı olur.
Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğum gecesini bir kere daha idrak etme imkânını bizlere ihsan eden yüce Rabbimizden, dünyada O’nu her yıl ziyaret etmeyi, ahirette de şefaatine nail ve cennette civarında olmayı nasip etmesini niyaz ediyoruum.
Kıymetli konuklar!
Öte yandan “Cennet annelerin ayağı altındadır.” diyen dinimiz, kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslamiyetin ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman bir kadındır. Peygamberimizin soyu kızından devam etmiştir. Hz. Ebubekir’in kitap haline getirdiği dünyadaki tek Kur’ân-ı Kerîm Hz. Ebukubekir, Ömer, Osman dönemlerinde onlarca yıl bir kadının yanında kalmıştır. O dönemde ise Hıristiyanlar şunu tartışıyordu bir kadın İncil’e dokunabilir mi dokunamaz mı? Kur’ân-ı Kerîm’de Nisa (Kadınlar), Mümtehine (imtihan edilen kadın), Mücadele (mücadele eden kadın), Meryem (Hz. İsa’nın annesi)... gibi sure isimleri vardır. Fakat mesela, rical (erkekler) suresi yoktur.
Bu noktadan hareketle: “Kadınlar, gerçek değerini İslam’la bulmuştur” diyebiliriz. Zira dinimiz, kadına bir bütünün yarısı nazarıyla bakar. Kadın, öyle bir bütünün parçasıdır ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır.
Sadece hanımlar değil, aslında erkekler de gerçek kıymetlerini ve şahsiyetlerini İslam’la bulmuşlardır. Efendimiz, gerçek erkekliğin zorbalık, kabalık ve hoyratlıkta değil, nefsine hâkim olmakta, civanmertlikte ve fazîlette olduğunu göstermiştir.
Dinimizde, kadın aynen erkek gibi sosyal hayatın bir parçası olarak kabul edilir, görüşü alınır ve onunla istişare yapılır. Bunun pratikte en güzel örneğini de bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz vermiştir.
O ki önüne gelen bütün mesele ve problemlerin çözümü doğrudan doğruya Cenab-ı Hak tarafından halledilmiştir. Bununla beraber O, çok defa eşiyle oturur ve bir arkadaş gibi onunla bazı meselelerin müzakeresini yapardı.
Vahiy ile müeyyed olan Allah Rasulünü’nün (s.a.v.) böyle bir şeye ihtiyacı yoktu; ama O, ümmetine bir şey öğretmek istiyordu: Kadın, o güne kadar olduğundan çok farklı bir yere oturtulacaktı ve işte O, bu önemli vazifeyi bilfiil temsil ediyordu.
İşte bir misal... Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, kimsede yerinden kımıldayacak güç-kuvvet kalmamıştı. Bu arada Allah Resulü, kendisiyle hacca gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti.
Ancak sahabe, “Acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” diye, meseleyi ağırdan alıyordu. Allah Resulü, emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat, sahabedeki ümitli bekleyiş tavrı değişmedi.
Bu, asla Allah Resulü’ne karşı bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti.
Zira Kabe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı. Belki Hudeybiye anlaşmasındaki kabul edilen şartlar tatbik edilmez de anlaşmada bir değişiklik olabilir diye bekliyorlardı. Peygamberimiz, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi. Ve hanımı Ümmü Seleme validemizle istişare etti. Bu ufku geniş annemiz de istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti ve şu mealde sözler söyledi: “Ya Resulallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, Sana itaat edeceklerdir.”
Allah Resulü de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı. Kadın haklarını müdafaa eden bazı kimselerin düşüncelerinde bile kadın, hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa dinimiz, kadına, bir bütünün yarısı nazarıyla bakmaktadır. Kadın, öyle bir bütünün parçasıdır ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Bu parçalardan her biri, diğerinin gerçek değerini bulması bakımından önemli bir esastır.
Elverir ki, Rabbimizin koyduğu ölçülere riayet edilsin ve denge için yaratılan bir şey dengenin aleyhinde istismar edilmesin... Peygamber Efendimiz (s.a.v.), nasıl hareketleriyle kadınlara karşı lütufkâr davranıyordu ise sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu.
Kadınlık O’nun nurlu beyanlarıyla, kendi şeref ve haysiyetini garanti altına almış, o güne kadar ayaklar altında çiğnenen, hor ve hakir bir varlık olmaktan kurtulmuştur.
Kadın-erkek hiçbir kimseye kabalığı tasvip etmeyen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kadınları dövmeyi ve onlara karşı şiddet uygulamayı sert bir şekilde kınamış ve tenkit etmiştir. Hanımına karşı şiddet kullananlara, akşam yatağına alıp da birlikte yatacağı ailesini gündüz döven adamı ayıplayan ikazdan sonra sözlerini şöyle bağlamıştır: “Bana göre sizin hayırlınız, ailesine karşı hayırlı olandır!”
Bundan sonra ailesine karşı hayırlı olma örneğini de bizzat kendi aile hayatında vermiştir. Nitekim bir defasında Aişe validemizle bir konuda anlaşamamışlar, farklı düşünmüşler. Efendimiz de hayır öyle değil böyle, demiş. Akla gelir ki Efendimiz (s.a.v.) sert bir karşılık vererek hanımını susturup sonucu kendi dediği şekilde bağlamıştır. Hayır, gerçek öyle değildir. Efendimiz’in teklifi şöyle olur:
- Aişe! Sen öyle değildir böyledir diyorsun; ben ise hayır öyle değil şöyle, diyorum. İstersen babanı çağır, durumu ona anlatalım, onun hakemliğine razı olalım?
- Elbette!.. diyen Aişe validemizin babası Hz. Ebu Bekir (r.a.) gelir, aralarında hakem olur. İşte bu sırada ibretli bir karşılıklı konuşma geçer. Efendimiz (s.a.v.):
- Sen mi önce anlatacaksın ben mi? diye sorar. Aişe validemiz:
- Sen önce anlat; ama doğru anlat, deyiverir. Bu “doğru anlat!” sözcüğü baba Hazreti Ebu Bekir’in beyninde şimşek gibi patlar ve der ki:
- Allah’ın Rasulü eğri anlatır mı ki böyle bir şart ileri sürüyorsun? Bundan sonra elini kaldırıp kızına ikaz darbesini indirmek üzere iken Efendimiz (s.a.v.)’in şefkatli gönlü razı olmaz da der ki: “Ya Eba Bekir, biz seni buraya aramızda hakem olasın diye çağırdık, yoksa kızını dövesin diye değil!”
Böylesine haklı bir zeminde bile Efendimiz (s.a.v.)’in şefkatle dolu kalbi, dövmeye de, dövülmeye de izin vermemiş, rıza göstermemiştir. Kendi sünnetinde, özel hayatında da asla kadın dövme örneği vermemiştir.
Tekrar ettiği sözü hep aynı olmuştur: “Bana göre sizin hayırlınız, ailesine de hayırlı olandır.” Hayırlı olma örneğini de işte böyle dövmeye engel olarak vermiştir.
Kıymetli konuklar!
İslam nazarında aile saadeti, dünyevî mutluluk ve saadetlerin en büyüğüdür. Aile yuvası da mü’minin küçük bir cennetidir. Dinimize göre, bu derece yüksek olan aile saadetini elde etmenin yolu, aile fertlerinin birbirlerine karşı samimi sevgi, ciddi saygı, tam bir bağlılık, karşılıklı güven ve emniyet duyguları içinde olmalarına bağlıdır. Bu konuda, evin reisi olan kocaya büyük görev düşmekte. O, hanımını ve çocuklarını hoş tutmalı, onlara sert ve haşin davranışlardan kaçınmalıdır. Aile dışında karşılaştığı olayların sıkıntısını eve taşımamalıdır. Hele başkalarına olan kızgınlığının acısını evdekilerden çıkarmaya asla kalkışmamalıdır.
Sahabe ve ondan sonra gelen büyüklerimizden Peygamber Efendimiz’in evde ne yaptığını merak eden kimseler bu soruyu Hazreti Aişe’ye yöneltmişlerdir. Onun verdiği cevap, bize Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ne kadar sade bir yaşantı sürdüğünü bildirmektedir: “Herkes evinde ne yaparsa onu yapardı. Elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, koyunlarını sağar, kendi işini kendi yapardı.”
Efendimiz hanımlarının fazîletlerini söyler, onları sevdiğini ifade eder, onları yolculuk esnasında bineğine alır, hanımının bineğine binmesinde yardımcı olur, hatta kendi dizine bastırarak onların binmesini sağlar, kendisine çıkan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet eder, hanımlarından birinin kederlenip ağladığı zaman hemen gözyaşlarını elleriyle silerek teselli ederdi.
Bazı rivayetler, Efendimizin evdeki bazı işlerde hanımlara yardımcı olduğunu göstermektedir. Hz. Aişe validemiz, evde Efendimiz (s.a.v.)’in ne yaptığı sorusuna: “Ailenin hizmetinde olur, namaz başlayınca çıkardı.” şeklinde cevap vermiştir. Bu işlerin neler olduğuna da başka bir keresinde yine Aişe validemiz, “ayakkabı tamiri, elbise yamaması, dikiş, elbise temizliği ve siz erkeklerin evde yaptığı her çeşit iş” şekilde açıklıyordu. Bazı rivayetlerde “kendisinin yemek yaptığı” da rivayet edilmektedir.
Peygamber Efendimiz, kendini görüp dinleme bahtiyarlığına eren arkadaşlarına, yani ashâb-ı kirama yaptığı konuşmaların birinde, kadına kötü davranmanın çirkinliği konusunu ele almış ve bunun yanlış bir uygulama olduğunu söylemiştir. Acaba bu konuda Efendimiz (s.a.v.)’in uygulaması nasıldı? Bunun cevabını da Hz. Aişe validemizden alalım:
Hz. Aişe, Resulullah’ın, hayatı boyunca hiçbir kimseye kötü davranmadığını, hiçbir hanımına kötü söz söylemediğini, hatta hiçbir şeye eliyle vurmadığını söylemektedir. Kadına kötü davranmak bir yana, kocasının ona küsmesini bile doğru bulmayan Efendimiz, “Bir kimse hanımına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse bir başka huyunu beğenir.” demiştir.
İslam’ın geldiği coğrafyada kadın sadece vücuduyla vardı. Kişiliği, şahsiyeti ve talepleriyle bir hiçti. Eşini seçemezdi, hayır veya evet diyemezdi. Cariyeydi, köleydi, ihtiras ve istismar aracıydı. Sanki sadece erkek için yaratılmıştı.
Manzara sadece Mekke’de değil, Roma’da ve İran’da da böyleydi. Diri diri toprağa gömülmekten kurtulan küçük kızlar, belirsiz bir hayatın savunmasız figüranları olmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. “Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendi. Çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı.”
Buna karşılık İslam vahyi “Oku” diye başlayan ilk ayetlerinde bile, kadın ve erkek ayrımının dışında bir kavramı zihne yerleştireceğinin ipuçlarını vermiştir. Kadın veya erkek ayrımı yerine “insan” unsurunu öne çıkarmıştır. Rabbin: “İnsana bilmediğini öğretendir.” Daha ilk ayet “Hz. Havva’nın kaybeden kızlarını” İslam’ın sahipleneceğinin habercisi olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm, yetki ve sorumluluklarda kadın ve erkeğe eşitçe koridorlar açmıştır. Asli günahkâr olarak ilan edilen Hz. Havva’yı ve tüm kadınları bu günah töhmetinden kurtarmıştır. Hz. Adem’i aldatan Hz. Havva değil, ikisini de aldatan şeytandır” demiştir.
Kadına iman etme özgürlüğünü çok gören Mekke ve çevresini uyarmıştır. İmanda, ibadette, helal ve haramda kadın ve erkeği eşitçe sorumlu tutmuştur. Kadının babasından veya annesinden kalan “mirasını” kadının müdahale edilemez özel sermayesi olarak görmüş ve para sadece kadınındır demiştir. Ama erkeğin, baba veya annesinden gelen “mirasını” ailenin parası saymıştır. O parada karısının, çocuğunun, evinin her türlü harcamasının sorumluluğu olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla pay fazla olduğu gibi yük de fazladır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), peygamberliğini ilan ettiğinde kadınlardan da biat almıştır. Kadınlar O’na iman ettiklerini ilan etmişlerdir. Halbuki daha önceleri erkeklerin imanı yeterliydi. Zaten onların dini, kocalarının, babalarının diniydi. Peygambere kocalarından şiddet görenler şikayete geldiklerinde onları dinlemiştir ve mescitte erkeklere uyarılarda bulunmuştur: “Gündüz onları döversiniz, akşamları da utanmadan yanlarına mı gidersiniz” tarzında sitem etmiştir.
Bugünkü toplumumuzun bir kesiminde hâlâ aşılamamış bir hastalık vardır. Derler ki, kadına danış ama zıttını yap. Evlilikte, hayatla ilgili kararlarda, hatta kadının kendisiyle ilgili hayatî meselelerde bile kadına danışılmaz. Kadın çoğu kez oldu bittiyle karşı kar