İLİM VE İBADET YERLERİ OLARAK CAMİLER
2009-2010 Eğitim ve öğretim yılı 24 Eylül 2009 Perşembe günü başladı ve ülke genelinde yaklaşık 15 milyon öğrenci ile 600 bin öğretmen ders başı yaptı. YOYAV kursları da 1 Ekim 2009 Perşembe günü kapılarını kursiyerlerine açtı. 41. dönem YOYAV kurslarının başladığı bugün, büyük bir tevafuk eseri 23 yıldır Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncülüğünde kutlanan Camiler Haftası da başladı. Bu vesîleyle 1 Ekim 2009 Perşembe günü YOYAV Kültür Merkezi’nde ma’nalı ve muhtevalı bir toplantı yapıldı.
Çok sayıda davetlinin katıldığı toplantıda konuşan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş “İlim ve İbadet Yerleri Olarak Camiler” konusunda kıymetli bilgiler verdi. YOYAV’ın yıllardır yürütegeldiği bilgi ve beceri kurslarının 41. dönemini başlatmanın ve Camiler Haftası’nın açılışını yapmanın haz ve huzuru içinde konuklarına takdir ve teşekkürlerini ileten Dr. Ateş şunları söyledi:
“Mektep ve mabedlerin, maddî ve manevî kalkınmamızda etken olan unsurların başında geldiğini bilen basîretli ve bilinçli kardeşlerim, ilim, ibadet ve istikamette daim olmalarını dilediğim kıymetli konuklarımız, basınımızın değerli temsilcileri!
20 yıldır yürütegeldiğimiz bilgi ve beceri kurslarımızın yeni ders yılında kapılarını kursiyerlerimize açması ve yurt sathında çeşitli etkinliklere sahne olan 23. Camiler Haftası’nın başlaması vesîlesiyle düzenlediğimiz bu toplantıya teşrif ederek gayretimizi kamçılayan ve gücümüze güç katan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, şerefli varlığınızla toplantımızı taçlandırmanızdan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi arzederek hoşgeldiniz diyorum.
İlim, ibadet ve iyiliği ilke edinen insanlardan olmamız dileğiyle sözlerime başlarken, hayat boyu hergün yeni ve yararlı bilgiler edinerek Yaradan’a yar olma yolunda yan yana, gönül gönüle, birlik ve beraberlik içinde hızlı adımlarla ilerleyip dünya ve ahiret saadetine ermemizi niyaz ediyorum.
Kıymetli kardeşlerim!
İnsanlara ilahî ihsânların ilki olan ilim, islâmın emri ve ilerlemenin ilkesidir. Allah’a ibadet de yaratılmamızın yegâne sebebidir. İlim ve ibadetin yapılacağı yerlerin başında gelen camiler ise, Allah’a bağlılık bilinciyle insanları bir safta birleştiren, her türlü meslekî, sosyal, kültürel statü farklarını ve imtiyazlarını bir kenara bırakarak onları kenetleyen ve âdetâ bir vücut hâline getiren önemli işlevlere sahip olan müstesnâ mekânlardır.
Bu mekânlar ilk dönemlerden itibaren, Peygamber Efendimizin fiili örnekliği ve sözlü irşatlarıyla başlayan bir eğitim sürecini zamanımıza kadar devam ettirmişlerdir. Bu yönüyle onlar aslında görünmeyen üniversiteler gibidirler. Yalnız bir takım bilgilerin edinildiği yerler olarak kalmamışlardır camiler. İnsanlar orada farkında olmadan pek çok davranış kazanmışlar ve belli bir bilince ulaşmışlardır.
Cami, medeniyetin çıkış noktasıdır. Araştırmacıların görüş birliği halinde belirttiklerine göre, cami ilk İslâm toplumunun oluşumunda merkezî bir rol oynamıştır. Bu amaçla Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’ye varır varmaz, hemen bir mescit (Mescid-i Nebevî) inşa ettirmiş, İslâmî kurumları oluşturmaya camiden başlamış ve ilk kurulan İslâmî müessese, cami olmuştur. O, Ashabıyla istişare toplantılarını burada yapmış ve bir çok hayırlı faaliyetin temeli camide atılmıştır. Böylece camiler, erken dönemlerden itibaren Müslümanların hayatında önemli bir yer tutmayı sürdürmüş ve İslam Medeniyetinin kurulup gelişmesinde merkezî bir role sahip olmuştur.
Hz. Peygamberin örnekliği bağlamında bakıldığı zaman camilerin, ibadet yeri olmanın ötesinde bir medeniyet merkezi olma işlevine sahip olduğu hemen farkedilir. İçinde eğitim faaliyetlerinin yapıldığı, toplumu ilgilendiren bazı konuların görüşüldüğü, evi barkı olmayanların barındığı ve daha birçok hayırlı faaliyetin yapıldığı bir mekân olarak cami, herhangi bir yerleşim biriminde hep merkezi bir konumda olmuştur. Hatta camiler, yerleşim merkezlerinin oluşumunda belirleyici olmuştur. Yeni kurulacak olan yerleşim merkezlerinde önce cami yeri belirlenmiş, sonra şehrin diğer kısımları onun çevresine kurulmuştur. Böylece camiler, Müslümanların problemlerinin çözüme kavuşturulduğu, birlik ve beraberliklerinin pekiştirildiği, sosyal dayanışmanın temellerinin atıldığı, ibadet etmenin yanında eğitim vb. diğer faaliyetlerin sürdürüldüğü çok yönlü işlev gören müesseseler olarak hizmet vermişlerdir.
Malum olduğu üzere cami-mescid, İslâm müesseselerinin ilki ve en devamlısıdır. Çünkü caminin ortaya çıkması, İslâm’ın kabulünün cemaat düzeyine ulaşması ve ibadetler içinde pek mutena bir yere sahip bulunan namazın cemaatle burada ifa edilmesi; bir yerde varlığını koruması ise, orada bizzat Müslümanların mevcudiyetiyle alâkalıdır. Bundan dolayı da Müslümanların bulunduğu her yerde mutlaka camiler var olmuşlardır. Aslında ilk defa gittiğimiz gördüğümüz, hakkında önceden bir bilgimizin de bulunmadığı bir beldede, Müslümanların yaşayıp yaşamadıklarının yegâne göstergesi, orda bir cami ile karşılaşıp karşılaşmamamızdır, denilse yanlış olmayacaktır. Sözkonusu olan Müslüman Türklerin geçmişte yurt edindikleri veya hâlâ yaşadıkları bir yerleşim birimi ise, göğe uzanan minareleriyle camilerin, buranın en dikkat çekici yapılarını oluşturacağı şüphesizdir.
İslâm müesseselerinin en eskisi ve en devamlısı olan camilerin birinci fonksiyonları, namazın cemaatle ifa edildiği mekânları oluşturmalarıdır. Bununla birlikte akıp giden zaman içerisinde camilerimize, coğrafyanın ve ihtiyaçların farklılaşmasıyla paralel olarak değişik işlevler yüklenmiştir. Müslümanlar için bu alanda uyulması gereken ilk ve en esaslı örnek, Medîne-i Münevvere’deki Mescid-i Nebevî ve onun bizzat Hz. Peygamber döneminde üstlenmiş olduğu fonksiyonlardır. Yani dine uymayan fiiller olmadıkları takdirde camiler, İslâm toplumlarının bütün ihtiyaçları için kullanılabilmişlerdir / kullanılabilirler. Fakat hiç şüphesiz İslâm mabetlerine namazın haricinde en yakışanı, birer eğitim-öğretim müessesesi olarak kullanılmalarıdır. Bu durum ilk vahiyde “okumanın” emredilmesi ve Mescid’ine giren Hz. Peygamber’in, gruplar halinde bulunan sahabesinden ilimle uğraşanlara yaklaşarak; “Ben muallim olarak gönderildim” buyurmasına da uygun düşmektedir. Gerçekten de camilerimiz, on beş asırlık İslâm tarihinde, en büyük yerleşim merkezindekinden en küçük köydekine kadar, birer okul olarak kullanılabilmişlerdir.
Hz. Peygamber’in Medine’de planlaması ve inşaatına doğrudan katılmış olduğu Mescid-i Nebevî, bütün sadeliği içerisinde üç ana bölümden oluşmakta idi. Bunlar esas olarak namazın kılındığı bölüm, Hz. Peygamber’in muhterem eşlerinin ikamet ettikleri odalar ve evsiz barksız sahabenin barındığı, Suffe diye isimlendirilen kısımdı. Hz. Peygamber Mescid’inde, İslâm toplumunun ilk muallimi/öğretmeni sıfatıyla, gerek namazlardan önce ve gerekse namazlardan sonra Müslümanlara söylemesi gerekenleri söyler, sorduklarına cevaplar verirdi. Böylece onları bilmedikleri konularda aydınlatırdı. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in Mescid’iyle eğitim-öğretim kurumu olarak mektep arasındaki ilişkiden söz edilmesi gerektiğinde, öncelikle hatırlanması gereken Suffe ve burada barınan Müslümanlar (Ashâbu’s-Suffe)’dır.
Sayıları zaman içerisinde 70 ile 400 arasında değişebilen Müslüman’ın barındığı Suffe, İslâm tarihinin ilk okuludur. Buradaki Müslümanlar Ubâde b. Sâmit gibi bazı öğretmenlerden yazma-okuma dersleri alabildikleri gibi, diğer kardeşlerine nazaran daha uzun süre Hz. Peygamber’le birlikte olabiliyorlar, dolayısıyla İslâm’ı öğreniyorlar ve gerektiğinde de aralarından seçilenler, dinlerini anlatmak üzere muhtelif yerlere tebliğci veya öğretmen olarak gönderilebiliyorlardı. Böylece İslâm tarihinin hemen başında mescid, diğer fonksiyonları yanında, bir eğitim-öğretim yeri olarak kullanılabiliyor, bizzat mektep fonksiyonuna da sahip Suffe ile de aynı çatı altında yer alması söz konusu olabiliyordu.
Müslümanların İslâm’ı Hz. Peygamber’in önderliği ve kılavuzluğunda yaşamaları esas ise, ilerleyen zaman içerisinde İslâm dünyasının değişik merkez veya taşralarındaki camilerde de eğitim-öğretimin yapılmış olmasını, en azından prensip olarak, doğal karşılamak gerekecektir. Gerçekten de durum bu teoriye uygun bir gelişme göstermiştir. Küçük mescitlerde Kur’an’ın okunması yanında, düzenli olmasa da vaazlar ve her cuma ile bayramlarda hutbelerle cemaat dinî konularda bilgilendirilmiştir. Büyük mescitler/camiler içinden ise gerçek bir örgün eğitim kurumu hüviyetine hakkıyla sahip olabilen çok sayıda örnek çıkmıştır. Zaman içerisinde öğrenim yeri olarak medreseler kurulduğundaysa, camiler ya hemen bitişikte, yahut da bizzat medresenin tamamlayıcı bir parçası olarak onun içerisinde bulunmaya devam etmiştir.
İslâm dünyasının değişik bölgelerindeki camiler içerisinde, eğitim-öğretim faaliyetleri dolayısıyla bilhassa hatırlanması gerekenler arasında Şam, Bağdat, Kahire, Tunus, Tlemsen, Kurtuba, Buhara, Semerkant, İsfahan ve İstanbul gibi merkezlerdekiler en başta gelirler. Buraların belli başlı camilerindeki ilim halkalarında dönemlerinin önde gelen âlimleri dersler vermiş, çok sayıda ve zaman zaman farklı yaşlarda, değişik sosyal statülerdeki ilim talipleri öğrenim görmüş, kendilerini geliştirmişlerdir. Nitekim İslâm âleminin büyüklüklerinde ittifak ettiği başta İmam-ı Âzam Ebû Hanife, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, Hasan-ı Basrî... vb. pek çok din âliminin öğrenim hayatlarında camiler mühim yer tuttuğu gibi, bizzat onların da camilerde dersler vermeye devam ettikleri bilinmektedir. Bu vesileyle unutulmaması gereken bir husus da cami derslerinde yalnızca dinî eğitim-öğretimin söz konusu olmadığıdır. Bu alandaki gelenek Hz. Peygamber’e kadar gitmekteydi ve İslâm âleminin farklı devirlerinde bir çok cami, dinî ilimlerin dışındaki muhtelif alanlarda da öğrenim görülen yerler olmuşlardı.
Camilerimizin eğitim-öğretimle ilgileri sözkonusu edildiğinde hatırlanması gereken bir konu da buralardaki kitaplar ve kütüphanelerdir. İslâm tarihinde hayatın muhtelif alanlarını hedef alan vakıflar kurulduğunu, çeşitli yardımlaşma kurum ve kuruluşları oluşturulduğunu bilmekteyiz. Halbuki ilim adamları günümüzde de olduğu gibi, çoğu defa yetersiz maddî imkânlarla hayatlarını sürdürdüklerinden, bu gibi kuruluşlara paralarıyla katkıda bulunamamaktaydılar. Bununla birlikte onlar da yazdıkları eserlerin birer nüshasını, sadaka-i câriye olmak üzere, uygun gördükleri bir camiye bırakabiliyorlardı. Gerek bu şekilde ve gerekse satın almalar suretiyle birçok camide oldukça zengin kütüphaneler oluşmuştu. Bu şekilde toplanan kitaplar, caminin uygun bir yerinde korunur ve arzulayanların mütalâalarına sunulurdu. Bazı defa daha da ileri gidilerek cami kütüphaneleri için müstakil birimler de oluşturulurdu. Bu yolda örnek vermek gerekirse Merv’deki Azîziye ve Kemâliye isminde iki vakıf cami kütüphanesinin kurulmuş olduğunu ve bunlardan birinde, o dönem şartlarında pek büyük bir yekûn oluşturan 12 bin cilt kitap bulunduğunu ifade edebiliriz.
İslâm âleminde bazı camilerin öğretim mekânı olarak üstlendikleri işlev, ibadet mahalli olmaktan daha önde gelmiştir. Tabiatıyla bu vadide öncelikle hatırlanacak camilerin başında Kahire’deki Ezher Camii gelir. Mısır’ın Fatimîler tarafından alınışından bir sene sonra 22 Haziran 972’de cami olarak açılışı yapılan Ezher, oldukça kısa bir süre bu fonksiyonunu yerine getirmesini müteakip Fatımî halifesi Aziz (976-996) tarafından, vezir Yakub b. Kilis’in teklif ve teşvikiyle bir öğretim kurumuna çevrilmiştir. İlerleyen zaman içerisinde Fatımî halifelerinin yakın ilgisine mazhar olan Ezher, bu sırada zengin vakıflarla desteklenmiştir. Eyyubîler döneminde bir süre önemini yitiren Câmiu’l-Ezher, Memlûkler iktidarı ele aldıklarında tekrar eski gücüne kavuşmuştur. Bu olumlu gelişmede, Doğu İslâm dünyası Moğol istilâsıyla büyük çapta tahribata maruz kalır, Batı’da Endülüs’teki İslâm medeniyeti de kendi şartları içerisinde gerilerken; Ezher’in merkezî vaziyeti yanında, Mısır’ın iktisadî ve kültürel durumu, ayrıca da yabancı istilâlarından korunmuş olmasının rolü bulunmaktadır. Neticede bu gelişmeler eğitim-öğretim alanında dikkatlerin Ezher’e odaklaşması sonucunu doğurmuş, hakkını vermek gerekirse, Ezher de üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Osmanlılar dönemi de onun başarılı hizmet devrelerinden birini oluşturmuştur.
Camiler Türk-İslâm tarihi genelinde olduğu kadar, Karahanlılar ve Gaznelilerden başlayarak Büyük Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve Osmanlılar ekseninde devam eden süreçte de; en küçüğünden en büyüğüne, mezradaki, obadaki, köy veya mahalledeki mescitlerden büyük şehirlerin merkezlerindeki cuma camilerine Ulu camilere, Selâtîn camilerine kadar hangi hacim ve statüde olurlarsa olsunlar, mutlak eğitim-öğretim mekânı olmak fonksiyonunu da üstlenmeye devam etmişlerdir. Osmanlılar döneminde ibtidâî denilen ilköğretim kurumları, çoğu defa camilere bitişik veya onun müştemilâtı arasında yer aldıkları gibi, daha ileri düzeyde eğitim-öğretim veren medreseler ise; bazen bir külliyenin eşit şartlarda bir üyesi olarak cami ile birlikte, bazen de içinde bir küçük mescidi içeren yapılar bütünü olarak var olmuşlardır. Yani Osmanlı ülkesinde okul/mekteple cami/mescid hiçbir zaman birbirinden uzak düşmemiştir. Tabiatıyla Osmanlı camilerinde dersiâm hoca efendilerin başta medrese öğrencileri olmakla birlikte, arzu eden herkese açık olan ders halkalarıyla, bir biçimde örgün eğitim içerisinde yer almış oldukları şüphesizdir. Bunlar yanında Osmanlı ülkesinin camilerinde, özellikle de büyük camilerde başta cuma ve bayram günleri olmak üzere, diğer mübarek gün ve gecelerde, üç aylarda ve vâkıfın uygun gördüğü diğer zamanlarda yoğun bir vaaz ve irşat faaliyetinin sürdürüldüğünü ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bir an için gözlerinizi kapatın ve zaman tünelinde biraz ilerleyerek geçmişin bir Ramazan ikindisinde Ayasofya, Sultan Ahmed, Bayezid veya Süleymaniye camilerinden birinde olduğunuzu düşünün. İsterseniz Bursa’ya kadar gidin, Ulu Cami’nin ruhaniyetine dalın. Hiç şüphesiz karşınıza üç beş mukabele halkasıyla çevresinde okunan Kur’an-ı Kerim’i huşû ile takip edenler ve yine bir o kadar da, birer sütun kenarında dinleyenlerine hitap eden vaizler çıkacaklardır. Az okuyan, yazılı kültür kaynaklarından ziyade sözlü kaynaklara yönelme eğiliminde bulunan insanımız için bunların ne kadar önemli olduğunu izaha bilmem hâcet var mıdır? Gelişen ve değişen şartlarda camilerimizi, Müslümanlar için en faydalı mekânlar hâline getirmeye çalışmak yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değil, bütün inananların görevidir.
Camilerimiz, millî mefâhirimizden olan ilim, irfan ve ibadet mekânlarıdır. Onların yapımı ve bakımıyla koruma ve kollama konusunda hepimiz görevliyiz. Milletçe mesuliyetimizi müdrik olup, mükellefiyetimizin ifası cihetine gitmenin gayreti içinde olmalıyız.
Bu inanç ve anlayışla camilerimize sahip çıkmalı ve cemaatsiz cami bırakmamalıyız. Camisi çok cemaati yok bir toplum değil, camileri cemaatleriyle dolan ve en büyük huzuru camilerde bulan bilinçli ve basîretli bir toplum olmalıyız.