İNFAK (ALLAH İÇİN VERMEK)
Yıl içinde yürütegeldiği hayrî, sosyal ve kültürel hizmetleri üç aylarda arttırarak gerçekleştirmenin gayreti içinde olan YOYAV, Ramazan ayında yaptığı yardımları yoğunlaştırmanın yanında, ardarda düzenlediği konferanslarla da insanları aydınlatmaya çalışmaktadır. İlkini 15 Ağustos 2009 Cumartesi günü gerçekleştirdiği Ramazan konferanslarının, ikincisini 22 Ağustos 2009 Cumartesi (Ramazan’ın 2.) günü düzenleyerek davetlilerine duygulu dakikalar yaşattı. İnfak (Allah için vermek) konusunda konuklarına kıymetli bilgiler veren Dr. İbrahim Ateş, dikkatle dinlenen konuşmasında şunları söyledi:
“İnfakı ilke edinen ve ihtiyaç sahibi insanlardan ilgisini esirgemeyen iyiliksever kardeşlerim, saygıdeğer konuklarımız, basınımızın değerli temsilcileri!
Hayırlı Ramazanlar ve Allah rızasına uygun olacak hayırlı davranışlarla değerlendirilecek uzun ömürler dileğiyle sözlerime başlarken, seçkin heyetinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, Ramazan-ı şerifin rahmet diliminin 2. gününe sizlerle birlikte girmenin ve “infak” konulu konferansımızda dilegetireceğimiz düşüncelerimizi sizlerle paylaşmanın haz ve huzuru içinde hepinize hoşgeldiniz diyor, kullukta kaim, iman, ibadet ve istikamette daim olmanızı diliyorum.
Bir hafta önce Ramazan’a 5 gün kala bu salonda verdiğimiz konferansta “Ramazan Kapımızda, Biz Onun Neresindeyiz” demiştik. Bugünkü konferansımızda ise toplumda huzur kapısının nasıl açılacağını araştıracağız. Tabii herkes huzurlu olmayı, huzur havasını teneffüs etmeyi ve huzurlu bir ortamda yaşamayı ister ama, huzur kapısının nasıl açılacağını ve ne gibi davranışlarla huzurun sağlanacağını düşünen pek olmaz.
Toplum hayatında mutluluğun kapısı; malı olanın malından, ilmi olanın ilminden, makam ve mevkii olanın hizmetinden insanlara birşeyler vermesiyle açılır. Dolayısıyla verici olmak, mutlu olmayı dileyen her insanda bulunması gereken önemli bir özelliktir. Allah için verici olmak da, daha değerli bir özellik olup, verileni kalıcı kılan ve Allah nezdinde sahibine saadet sağlayan güzel bir haslettir.
Verici olma deyince akla gelmesi gereken en önemli husus Hak için halka vermek olmalıdır. Halka Hak için verenin hakkını Hak Teala’nın en iyi şekilde vererek, onu cenneti ve cemaliyle ödüllendireceğinden asla tereddüt edilmemelidir. Verdikçe vermeli ve rıza-ı Rahman’dan başka kimseden birşey beklenilmemelidir. Konuya bu çerçeveden yaklaşarak Yaradan’a yakin olmak hedeflenmektedir.
Açları doyurma, muhtaçları kayırma, güçsüzleri gözetme, düşkünleri düşünme, yoksullara yardım elini uzatma, yaşlılara kol-kanat germe, halsizleri himaye etme hususunda yekdiğeriyle yarışma halinde olan hamiyetli, himmetli, hayırsever insanlar, dünyada değer görüp, dahasını almaya hak kazanan, ahirette rıza-ı Rahman’a eren bahtiyar insanlardır. Dileyen herkese açık olan bu yol yolcularını beklemektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in değişik ayetlerinde dikkatimize getirilen infak, ihsan, it’âm ve îsâr kavramları, Allah için vermenin basamaklarını belirten kavramlardır. Bireyleri bu basamakları tırmanan toplumlar terakkî ederek, huzur, güven ve mutluluk içinde olurlar.
Arzedilen kavramların her biri ayrı bir konferans konusudur. Biz bugünkü konferansımızda “infak”ı ele alarak dilimizin döndüğü, aklımızın erdiği ve vaktimizin elverdiği nisbette sizlere birşeyler arzetmeye çalışacağız. Yüce Allah’tan bize bildiğimizi aktarmada, size dinlediğinizi değerlendirmede ve hepimize öğrendiklerimizi uygulamada tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
İnfak; İnsanî ihtiyaçların sağlanmasında ve içtimaî hayatın islahında etken olan islamî ilkelerin öndegelenlerindendir. Bu ilke, insanî ilişkileri iyileştiren, kardeşlik bağlarını pekiştiren, dostluk duygularını geliştiren ve toplumda huzur havasını estiren önemli bir etkendir. Bu ilkeyi benimseyen toplumda veren, nail olduğu nimeti başkalarıyla paylaşmanın yüceliğine erer. Alan da verene sevgi ve saygı duyguları besler. Dolayısıyla sevinç ve saadet havasının hakim olacağı böyle bir toplumda kin, nefret ve haset gibi kötü duygulara yer olmaz. Veren yeni nimetlere hak kazanmanın, alan da ihtiyaçlarını giderip insanca yaşamanın mutluluğunu duyar.
İçinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayı bu duygunun doyasıya yaşanacağı önemli zaman dilimlerinden biridir. Zira Ramazan ayı, cömertlik, ihsan, ikram, dayanışma, yardımlaşma, infak ve Allah yolunda maddî-manevî fedakârlıkda bulunma ayıdır. Bu ay, rahmet yağmurlarının mümin kalplere sağanak sağanak yağdığı bir aydır. Muhsin kulların elleri onda açıldıkça açılır, coşar ve verme ile bereketlenir.
Allah Resulü (S.A.V.), bu ayda infak etmenin en güzel misallerini bize göstermiştir. Abdullah İbn-i Abbas (R.A.)’ın ifadesiyle: “Resulullah Efendimiz, insanların en cömerdiydi. Bilhassa Ramazan’da, Cibril ile karşılaşınca, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgar gibi cömert kesilirdi.” Şimdilerde ve özellikle de şu mübarek zaman diliminde, Allah Resulü (S.A.V.)’in getirmiş olduğu bu ihsan ruhuna, cömertlik anlayışına, o güzel ahlakına ne kadar da muhtacız!
Cömertlik, O’nun ahlakının en önemli yanıydı. Hz. Câbir (R.A.) der ki: “O, kendisinden istenen her ne olursa olsun mutlaka verir, asla ‘hayır’ demezdi.”
Bu güzel ayı önemli bir fırsat bilmek ve gereğince değerlendirmek gerekiyor. İnfak et ki infak olunasın. Başkalarını düşün ki, sen de düşünülesin. Çok kimseler yoklukla kıvrım kıvrım. Bunları düşün ki Rezzâk-ı Hakîkî de seni ansın. Ve yine bil ki, nimetin şükrünün tamamlanması, ancak ondan infak ile olur. Allah (C.C.)’ın bir kısım kulları var; -tabir caizse- onları, kullarına yardım için özel olarak ayırmıştır. Verirlerse Allah da onlara verir. Cimri davranırlarsa Allah da onların ellerinden çekip alır. Allah bize çok çok verdi, ama bizden pek az istiyor. “Kimdir o yiğit ki Allah’a güzelce ödünç verir, Allah da onun verdiğinin mükafatını kat kat artırır. Allah rızkı kısar da, bollaştırır da.” (Bakara, 245)
Ramazan, bu konuda büyük fırsatların olduğu bir aydır; sadaka, ihsan, yardım ve cömertlik mevsimidir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her birinde yüz dane bulunan bir danenin hâline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir.” (Bakara, 261) Zira bu ay, zamanların en şereflisi ve sevapların katlandığı aydır. Müslüman için cömertlik en güzel sıfatlardandır. Bilhassa Ramazan’da daha önemlidir. Bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere: “Her Ramazan gecesinde bir melek: Ey hayır isteyen adam, hele kalk şöyle beri gel, ve ey şer isteyen adam, hele biraz şerlerden uzak dur, diye nida eder. Ramazan’ın her gecesinde Allah’ın cehennemden azat ettiği bazı kulları vardır.” “Kim bir oruçluya (iftar vaktinde) iftar ettirirse o oruçlunun sevabını aynen o da alır. Hem de oruçlunun ecrinden hiçbir şey eksilmez.” buyurulur. Oruç ve sadaka, cennet yolunun duraklarıdır. Efendimiz Aleyhisselam: “Cennette bir takım odalar var. Dışı içinden, içi dışından gözükür.” deyince, bir Arabî kalktı, “Kimin onlar?” dedi. Kâinâtın Efendisi de: “Güzel şeyler konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve geceleyin insanlar uykudayken namaz kılan kimselerindir.” buyurdu.
Ebu’d-Derdâ (R.A.) şöyle derdi: “Yevm-i asîr olan o kıyametteki çetin gün için sadaka veriniz.” Sadakalar oruçtaki kusurları kapatır. Oruçta muhakkak ki bir eksiklik-gediklik bulunabilir. Sadaka ise bu noksanları sarıp sarmalar. Bu yüzden fıtır sadakasını, ayın sonunda vermek, orucun her türlü eksiği gediği kapansın için vâciptir. Sadaka, malı eksiltmez, ama bereketlendirir. Allah Resulü: “(Zamanlama olarak) Sadakanın en hayırlısı Ramazan’da verilendir.” buyurur. Herkese karşı cömertçe davranma ve hep veren el olma, O’nun sünnet-i seniyyesidir.
Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Sebe’ Suresi’nin 39. ayetinde: “... Allah için verdiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar...” buyurulmaktadır. Bu ayetin içeriğini anlayan insanlar, Allah için verdiklerinin yerine yenilerinin konulacağına inanarak mallarını O’nun rızası için infak etmekten geri durmazlar. Çünkü onlar, Allah için vermenin daha fazlasını istemeye ve almaya hak kazanmak olduğunu bilirler.
Kazancının büyük bir kısmını çevresindeki muhtaçlara infak etmeyi alışkanlık haline getiren cömertlerden birine bazı yakınları: “Bu insanları almaya alıştırdın” dediklerinde, bu hayırseven insan: “Allah beni kendisinden almaya alıştırdı. Ben de onlara vermeye alıştırdım. Ben onların benden almaya alıştıklarını kesersem, Allah da bana vermeye alıştırdığını benden keser.” demiştir.
Bu sözleriyle Allah’ın verdiklerinden Allah’ın kullarını yararlandırmanın icap ettiğini ifade eden bu duyarlı insan, Allah’ın verdiği nimetlerden kullarına vermeyenlerin o nimetlerden mahrum olacaklarını belirten hadis-i şeriflere dikkat çekmektedir.
Bu hususta ümmetini uyaran Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bir hadis-i şerifinde: “Hiç bir gün yoktur ki iki melek inmiş olmasın. (Onlardan) Biri: ‘Allah’ım! İnfak edene (verene) halefisini (yerine yenisini) ver’ der. Diğeri de: ‘Allah’ım! (Vermeyip elinde) Tutana telef (yok olmak) ver.’ der.” buyurmuştur.
Bu hadis-i şerifin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere, Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden insanları faydalandırmayanlar, sahip oldukları varlıkların ellerinden çıkıp yok olmasıyla karşılaşabilirler. Tarih nice sivrilenlerin devrildiğine, nice gelişenlerin gerilediğine ve böbürlenenlerin battıklarına tanıktır. Karun’un akıbeti, herkes tarafından bilinmektedir. Şairin dediği gibi:
Mal ile mağrûr olan makhûr olur encâm-ı kâr.
Görmedin mi mal ile hasf oldu Karun yerlere.
Kişinin üzerinde Allah’ın nimeti ne kadar artarsa, kullarına karşı yükümlülüğü de o kadar artar. Bu yükümlülüğün bilincinde olan müslüman, sahip olduğu imkânları, onlardan yoksun olanlarla paylaşmayı insan olmanın şartı ve şerefi kabul eder. Bu bilince eren herkes, yaşadığı yer ve yöreden edindiği varlıktan o yörenin yoksullarını yararlandırmayı görev bilir. Yararlandırma derken de miadını doldurmuş, süresi geçmiş, çöpe atılacak, kayıttan düşülecek şeylerle gözden çıkarılmış olan şeyleri değil, kullanımda, fonksiyonel, cazibeli, içacıcı olan ve değerini koruyan şeylerden vermeye özen gösterir. Kendine hoş görmediğini başkalarına hoşgörme gafletine düşmez. Yediğinden yedirme, giydiğinden giydirme ve sevdiğinden verme cihetine gider. Zira o, tükettiğinin yok olduğunu, Allah için verdiğinin de baki olup ahirette karşısına çıkacağını bilir. Bu gerçeği bazı hadis-i şeriflerinde dilegetiren Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in belirttiği üzere insanoğlu malım mülküm der durur. Oysa onun yiyip yokettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip ebedi hayatı için önceden göndererek baki bıraktığından başka nesil var ki?
Merhum Yunus Emre herkesin hafızasına nakşedilen meşhur dörtlüğünde bu gerçeği ne güzel dilegetirmiş:
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan.
Var biraz da sen oyalan.
Mal, mâlikî hakikîsi olan Allah Teala’nın uyarılarına uygun olarak helalinden kazanılmalı ve meşru yönlere harcanmalıdır. Ahirette insana sorulacak ilk sorulardan birinin: “Malını nereden kazanıp, nereye harcadığı”na dair olacağı unutulmamalıdır. Malumunuz olduğu üzere, haramdan kazanılıp harama harcanan mal musibettir. Helalden kazanılıp Hakkın rızası için harcanan mal da bereketli bir nimettir. Para ya çok zalim bir efendi ya da çok sadık bir köledir. Onu kendine köle ya da efendi eden kişinin kendidir. Malını köle eden kâr, efendi eden de zarar eder. Kâr edenlerden olmak için, varlığını Varedenin buyrukları doğrultusunda değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde kişi kendini kendi elleriyle tehlikeye terketmiş olur. Bu hususu dikkatimize getiren Bakara Suresi’nin: “Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İşlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” mealindeki 195. ayetinin içerdiği ilahî uyarı devamlı gözönünde bulundurularak hayat boyu her iş ve uğraşımızda esas alınmalıdır. Durumları Yasin Suresi’nin 47. ayetinde belirtilen ve kendilerine: “Allah’ın size verdiği rızıktan ihtiyacı olanlara verin” denildiğinde, “Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?” diyen münkirler gibi terbiyesiz tavırlar takınılmamalıdır. Resulullah’ın: “Kesenin ağzını bağlama. Senin rızkın da bağlanır. İnfak et sayma, sana da sayı ile verilir. Malını kilere kapatma, senin rızkında kapanır.” mealindeki uyarısına uyarak infakı ilke edinmeli ve gerçek mutluluğu Allah’ın kullarını mutlu etmede bulmalıdır. Kıyamet günü arş-ı âlânın gölgesinde gölgelendirileceği bildirilen yedi kesimden kimselerden bir kesiminin sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar verdiği sadakayı gizleyen kimseler olduğu çok iyi bilinmeli ve yapılacak her türlü infakta bu hususa riayet edilmelidir.
Her türlü riya ve gösterişten uzak olarak sevgi, samimiyet ve Allah rızasıyla yürütülen bu yardımlaşma şekillerinin günümüzde geliştirilerek gerçekleştirilmesi samimi dileklerimiz arasındadır.
Merhametini kullarından esirgemeyen yüce Allah, kullarının da merhametlerini hemcinsleriyle diğer yaratıklardan esirgememelerini istemiştir. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) de: “Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin.” buyurmuştur. Buna göre merhamete mazhar olmanın yolu, merhamet etmekten geçer. Rahmet-i Rahman’ı dileyen basiretli insanlar da bu yolu seçer. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in amcası oğlu, büyük tefsir alimi Abdullah b. Abbas da bu yolu seçen örnek insanlardan biridir.
O örnek insan bir Ramazan günü Mescid-i Nebevî’de itikâfa çekilmişti. Sürekli ibadet halindeydi. İtikâfta olduğu için çok mecbur kalmadıkça mescitten çıkmaması gerekiyordu.
Bir gün birisi geldi, selam verdi, yanına oturdu.
İbn Abbas adama:
"Ey falan, seni üzgün görüyorum, sebebi nedir?" diye sordu.
"Evet, üzgünüm, Ey Allah Resulünün amcası oğlu! Falan adamın benim üzerimde hakkı vardır. Beni ücret karşılığında kölelikten kurtardı, özgürlüğe kavuşturdu. Ancak şu kabirde yatan Allah Resulünün hakkı için bunu ödemeye gücüm yoktur."
İbn Abbas, "Peki, senin için onunla konuşmamı ister misin?"
Adam: "İsterseniz bir konuşun!"
İbn Abbas da nalınlarını giydi, mescitten çıktı.
O kişi sordu. "Ey İbn Abbas! Yoksa itikâfta olduğunu unuttun mu?" dedi.
İbn Abbas, "Hayır unutmadım. Ancak ben, aramızdan bir zaman önce ayrılan Resulullah (S.A.V.)'in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
"Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışır ve onu giderirse, bu onun için on senelik itikâftan daha hayırlıdır. Yüce Allah, kendi rızası için bir gün itikâfa çekilen kişiyle, Cehennem ateşi arasına üç hendek koyar. Her birisinin büyüklüğü doğu ile batı arasındaki mesafe kadardır."
İbn Abbas bunları söylerken bir taraftan da ağlıyordu.
Kıymetli konuklar!
İnsanlık günümüzde her zamankinden daha çok dayanışma, kaynaşma ve yardımlaşmaya muhtaçtır. İyilik ve takvada yardımlaşmayı emreden yüce bir dinin mensubu ve “Allah rızası için aç bir insanı doyurana cennet vacip olur” diyen bir Peygamber’in ümmeti olan biz müslümanların bu dayanışma hareketinin öncülerinden olmamız icabeder. Yeryüzünde 1.3 milyar insan yoksulluk sınırları içinde, 1.5 milyar insan sağlık koşullarından yoksun, 1.5 milyar insan içme suyundan yoksun olarak yaşarken, dünyada 852 milyon insan aç uyurken ve her üç saniyede bir insan açlıktan ölürken vicdanımızın sızlamaması ve gözlerimizin yaşarmaması düşünülemez. Çünkü biz: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz. Böyle bir insana ümmet olan bir insanın belirtilen tablo karşısında duyarsız olması beklenemez.
Günümüz dünyasında toklarla açlar yanyana ama kimse bundan haberdar değil. Herkes kendi aleminde yaşıyor. Şairin dediği gibi:
“Tok olan cümle cihanı tok sanır
Aç olan alemde ekmek yok sanır.”
Unutulmamalıdır ki, açlık insana inancını bile yedirir. Aç toplum da önce değerlerini yer.
İnsanları açlık ve susuzluklarıyla başbaşa bırakıp inanç ve değerlerini yedirecek derecede onları ihmal etmenin vebal ve sorumluluğu sizce nedir? Ben bu vebalin büyüklüğünü idrakten acizim. Manas Destanı’nda: “Vara yok deme, vara yok diyen yok olur.” denilmektedir. Varlık içinde yoğrulup, ihtiyaçlarını karşılayamayan ve açlık içinde kıvranan insanlara “yok” demenin getirisi de yokluk olur. Yoklukla cezalandırılmamayı dileyen insanlar, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan nâçâr kimseleri en az kendileri kadar düşünmelidirler. Tabii sözüm duyarlı davranmasını bilen insanlaradır. “Ben tok olduktan sonra başkası acından ölüyormuş bana ne?” diyen duygu yoksunu ve duyarsız insanlara diyecek bir sözümüz yoktur. Çünkü biz, kendilerini ön plana çıkaranların, başkalarını ikinci, üçüncü plana atacaklarını biliyoruz. Buna karşılık başkalarını kendilerinden önde tutanların, Allah katında ön planda olacaklarına inanıyoruz.
Allah için vermenin belirli bir limiti yoktur. Aslolan verici ruha sahip olmak ve Allah rızası için birşeyler vermeye yönelmektir. Bu hususa birçok hadîs-i şerifinde dikkatimizi çeken Hz. Peygamber (S.A.V.) bir hadîs-i şerifinde: “Yarım hurma bile olsa sadaka ver.” buyurarak sadakanın azı çoğu olmayacağına işaret etmiş ve muhtaçların ihtiyaçlarının giderilmesine katkıda bulunmayı teşvik buyurmuştur. Az miktarlarla da olsa yoksullara yardım bir toplumda yaygınlaşırsa aç ve açıkta bir kimsenin kalmayacağı aşikârdır.
Her fert ve her aile iktisadî durumu ne olursa olsun Ramazan ayını vesile kılarak ihtiyaç sahibi insanlara küçük veya büyük bir yardımda bulunabilir. İftar yemeği veya iftarlık verebilir. Bir hurma veya bir bardak süt ya da su ile de olsa oruçlunun iftarına katkıda bulunabilir. Ramazan umresine gidenler, Harem-i şerifde ve Mescid-i Nebevî’de gerçekleştirilen bu türden iftarlara tanık olmuşlardır. Zengin olanlar mescidin ve çevresinin uygun yerlerinde yüzlerce, binlerce oruçluya iftar veriyorlar. Bazı kimselerde -güçleri bu kadarına yetiyor olmalı ki- bir kutu hurma alıyor, mescidin kapısında veya yolunda duruyor, gelip geçenlere iftar için birer hurma ikram ediyorlar. Tabii “az veren candan, çok veren maldan” derler ya, az da olsa birşeyler vermek, vermenin zevkini tatmak ve ecrini almak gerekir.
Vermenin zevkini tadan ve aç doyurmanın ecrini bilen kimse, insanlara az da olsa birşeyler vermekten veya yedirmekten geri durmaz. Yarım simit veya bir bardak çayla da olsa birilerine ikramda bulunarak gönüllerini almaya ve bu hususla ilgili müjde-i Muhammedî’ye mazhar olmaya çalışır. Dilerseniz bu müjdeleri dikatimize getiren hadîs-i şeriflerden birkaçının mealini birlikte okuyalım:
“Kim Allah için aç bir insanı doyurursa, ona cennet vacip olur. Kim de aç olana yemeği men ederse Allah onu kıyamet günü lutfundan men eder ve ona cehennemde azap eder.”
“Cömert Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın, cehennemden uzaktır. Cimri de Allah’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak, cehenneme yakındır.”
“Yemek yedirmek, selamı yaymak ve güzel konuşmak mağfireti mucip olan davranışlardandır.”
“Kim müslüman kardeşinin bir ihtiyacını karşılamaya çalışırsa, o kişinin ihtiyacı giderilsin veya giderilmesin, Allah onun geçmiş günahını bağışlar ve ona iki berat yazılır. (Biri) Cehennemden (kurtuluş) beratı, (diğeri de) münafıklıktan (kurtuluş) beratıdır.”
“Kim müslüman kardeşinin bir ihtiyacını karşılama (yolunda) yürürse, Allah ona her adımı için yetmiş iyilik yazar ve yetmiş kötülüğünü de giderir. Eğer o kişinin ihtiyacı kendisinin elleriyle giderilirse, anasından doğduğu gün gibi günahlarından çıkar. Şayet o esnada ölürse, hesap görmeden cennete gider.”
Şimdi söyler misiniz bu hadîs-i şerifleri duyduktan sonra kim insanlara hizmetten ve muhtaçlara infaktan geri durur? Geri durmak şöyle dursun koşar adım gider ve muhtaç olan birini bulup, ihtiyacını gidermenin bahtiyarlığına erer. Varlıklı insan el uzatmanın, varlıksız insan da el açmamanın gayreti içinde olur. Varlıklı insan uzattığı elin bilinmemesini diler. Varlıksız insan da ihtiyaçlarının kendi emek ve gayretiyle giderilmesini yeğler.
Hal böyle olmakla birlikte varlıklılar gerçek fakirleri arayıp bulmak ve ihtiyaçlarını gidermelerine katkıda bulunmakla yükümlü oldukları gibi, varlıksızlarda yaş, güç, bilgi ve becerilerine uygun bir iş araştırıp az da olsa kendi gelirleriyle geçimlerini sağlama cihetine gitmelidirler. Varlıklılar sahip oldukları varlıktan varlıksızların haklarını eksiksiz vermeli, varlıksızlar da varlıklıların ellerindeki imkânlara göz dikmemelidirler. Varlıklılar varlıksızları kalkındırmanın yön ve yöntemlerini araştırıp bulmalı, varlıksızlar da bulunan işleri beğenmemezlik yapmayıp az-çok, iyi-kötü ve zor-kolay ayrımı yapmadan çalışıp el emeği ve alın terleriyle ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalıdırlar. Varlıklılar dilendirmemeli, varlıksızlar da dilenmemelidirler. Herkes alıcı ve el açıcı konumda olmaya değil, üretici ve verici durumda olmaya gayret etmelidir.
Çalışıp üretecek ve evine ekmek götürecek kadar fizikî güce sahip olduğu halde tembelliğe tevessül edip başkalarından birşeyler bekleyenlerden değil, elinin emeğiyle geçinecek ve güçsüzlerle düşkünlere destek olacak inanç ve iradeye sahip olmamız temennisiyle bir ibret tablosunu daha takdim ediyorum:
Salih bir adam, sevdiği bir arkadaşını uzun süre göremez. Onu arar bulamaz. Bilâhare arkadaşını bir mağarada ölmek üzere olduğu perişan bir vaziyette görür.
Bu halin nedir? Niçin burada böyle perişan durumdasın? diye sorar.
Arkadaşı kendisine şöyle cevap verir:
Bir gün yemek yerken bir karga gelip önümdeki ekmeği alıp kaçırdı ve onunla uçup uzaklaştı. Ben de onu takip edip peşinden gittim. Nihayet karganın, kaçırdığı ekmeği, uçamayacak kadar zayıf ve aciz olan başka bir karganın önüne bıraktığını gördüm. Bu hali görünce, böyle güçsüz bir karagayı rızıklandıran beni de bu mağarada rızıklandırır dedim. İşten ve dünya hayatıyla ilgili davranışlardan kendimi alıkoydum.
Onun bu halini görüp cevabını dinleyen salih adam da:
Niçin güçlü karga olmadın da zayıf karga olmayı tercih ettin? der.
Çalışıp üreten ve ürettiğinden tüketen bireylerden oluşan bir toplum haline gelmemiz temennisiyle sözlerimi noktalarken, duyguların coştuğu ve duyarlılıkların doruk noktaya ulaştığı mübarek Ramazan ayının feyiz ve faziletinden faydalanarak daha fazla muhtacın ihtiyacını karşılamaya yönelik çaba ve çalışmalarımızın rıza-i ilahi ile ödüllendirilmesini diliyor, orucunuzun makbul, gayretinizin meşkûr ve günahlarınızın mağfûr olmasını niyaz ediyorum.