KEFENİN CEBİ YOK
Bilinen ve görülen bir gerçek vardır ki, dünya hayatında her doğan ölmeye, her gelen gitmeye, her konan göçmeye ve her canlı ölüm şerbetini içmeye mahkumdur. İstenilse de istenilmese de bu gerçek, kaçınılmaz bir sonuçtur. “Gelen gider bunda kalmaz; iki kapılı handır bu” mısraı bu gerçeği güzel ve vecîz bir şekilde dile getirmektedir. Her canlı için mukadder olan bu ölüm olayının belirli bir süre yaşadıktan sonra meydana gelmesi, gelişigüzel ve tesadüfî olmayıp, İlâhî iradenin çizdiği bir plân ve hikmetin sonucudur. Her canlının sonu ölüm olacağına göre, akla gelen en iyi düşünce, kişinin hayatını çok iyi değerlendirip, kendisine, ailesine, çevresine, toplumuna ve tüm insanlığa yararlı olacak davranışlarda bulunarak ölümünden sonra da hayırla anılmak suretiyle gönüllerde yaşamak ve ebediyete göçmeden önce ahiret hayatını kazanmaya çalışmaktır. Hayatı, gelişigüzel ve sorumsuzca yeyip-içip, gezip-dolaşıp, eğlenmek için geçirilen belirli bir süre olarak tanımak ve ölüm ile herşeyin son bulduğuna inanmak son derece yanlış bir tutumdur. Bu tür bir hayat ve ölüm anlayışı insanların dışındaki diğer canlılar için düşünülebilir. Ama insanlar için aslâ düşünülemez. Zira insan, kısa süren dünya hayatında, İlâhi bir nizam içinde yaşadığını bilen, yaşamını sürdürmek için yeyip içen, davranışlarının ölçülü olmasına dikkat eden, ahiret hayatının dünyada iken kazanılacağına inanan, Allah’a, çevresine ve toplumuna karşı sorumlu olduğunu müdrik olan, yüce bir yaratıktır. Böyle bir bilinç ve şuura sahip olan insana yaraşan; bilgi, görgü, servet, yetki, makam, mevki gibi sahip olduğu tüm nimetleri Allah’ın buyruklarına uygun olarak dünya ve ahiret mutluluğuna yönelik çalışmalarla değerlendirip, ömrünü huzur içinde geçirmek, ölümünden sonra da dünyada hayırla anılmak ve ahirette Allah rızasına ererek, ebedî mutluluğa kavuşmaktır. Böyle bir tutum içinde olan insanın ölmesi, ölüm olmaktan çok ölümsüzlüğe göç demektir. Fânî hayata gözlerini yumması, onun için her şeyin bitmesi demek olmayıp, tersine ebedî bir hayatın başlaması demektir.
İnsanlığa yararlı ilim dallarında eser bırakan bilginler, din ve vatan uğruna can veren şehitler, helâl ve temiz kazançlarıyla insanlığa hizmet sunacak cami, mescit, okul, hastahane, çeşme, köprü gibi ölümsüz eser bırakanlar ve Allah âşıkları gözlerini hayata kapamakla yok olmuş sayılmazlar. Dünyada hayırla anılıp, eserleri ayakta durdukça amel defterlerine iyilik ve sevap kaydedilir. Ahirette de cennet ehli olup ebedî nimetlere gark olurlar.
Ölümle yepyeni bir hayat başlamaktadır. Hem de sonu olmayan bir hayat başlamaktadır. Defnedilerek kabre konulan kimse, çürümek üzere toprağa terkedilen bir ceset olmayıp, meşhur şairimiz Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” adlı şiirinde gayet güzel bir şekilde dile getirildiği üzere ebedî hayata giden yolcuyu kabir kapısından ebediyet yolculuğuna uğurlamaktır. Bu yolculuğa çıkan kimse için ölüm sonrası ahiret hayatı başlamış olup, dünya hayatındaki inanç, tutum ve davranışına göre kendisini bekleyen cennet veya cehenneme doğru yol almış demektir. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bir hadîs-i şerîfinde buyurduğu gibi dünya hayatından sonra cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur. Cennet ve cehennem ise dünyada kazanılır. Zira, dünya ahiretin tarlasıdır. Kişi dünya hayatında ne ekerse ahiret hayatında onu biçecektir. İman edip iyilik yapan, karşılığında cennet bulacaktır. İnanmayan, ölümle her şeyin sona ereceğini söyleyip, İlâhî buyruklara kulak asmadan, helâl, haram demeden gelişigüzel ve sorumsuzca yaşayan ise cehennemde yer alacaktır.
Tarla var. Araç var. Yakıt var. Toplum var. Su var. Güç-kuvvet var. Bütün bu varlıkları değerlendirip ekin eken, ektiğini biçerek iyi veya kötü mahsûlünü alarak karşılığını görecektir. Buğday eken, buğday biçecek, diken eken de diken biçecektir. Meşhur atasözümüzde belirtildiği gibi, kişi kazanına ne koyarsa kepçesine o çıkacaktır. Can, ceset, mal, mülk, aile, çoluk-çocuk, servet, saray, makam, mevki hepsi emanettir. Emanette esas olan ise, onu iyi muhafaza edip, zamanı geldiğinde asıl sahibine olduğu gibi ve sağlam olarak teslim etmektir. Fâniyi bâkiye, geçici olanı ebedi olana, tercih etmek akıl işi olmadığı gibi, geçici zevk ve eğlenceyi, dâimi saâdet ve sürûra tercih etmek de doğru değildir.
Bunlar ve benzeri hayatî hakikatleri, mensupları ile müdavimlerinin dikkatine getirerek davranışlarını düzeltmelerine katkıda bulunmanın gayreti içinde olan YOYAV, ayda bir defa düzenlediği Sorun Söyleyelim Sohbet toplantılarının Mart ayı halkasında, ebedî hayat için yapılacak yatırımın önemini vurgulamak gayesiyle “Kefenin Cebi Yok” konulu bir toplantı tertipledi.
Vakıf üyelerinden Gülten Bozbay, Nimet Boyacıoğlu ve Lütfiye Bozbay’ın ikram ettiği öğle yemeğinden sonra salonu dolduran davetlilere hitabeden Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“Hayatını Hakka ibadete, halka hizmete ve hakkaniyete riayete adadığına inandığım kıymetli konuklar, gelmek kadar gitmenin ve yaşamak kadar ölmenin de idraki içinde olan inançlı ve bilinçli kardeşlerim, dünyada kazanıp ahirete yatırım yapmanın gayreti ile çaba ve çalışmalarını sürdüren duyarlı ve dirayetli dostlarımız, basınımızın güzîde temsilcileri!
Kazancımızın kalıcı kılacak ve ebedî hayatta saadet-i sermedîyeye erdirecek bazı basîretli davranışlar ve atılacak isabetli adımlarla yapılacak yararlı yatırımları dikkatinize getirmek gayesiyle düzenlediğimiz “Kefenin Cebi Yok” konulu sohbetimize katılarak, hepimiz için hayatî ehemmiyet arzeden bazı önemli bilgileri paylaşmamıza vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, ahiret hayatını dünyada kazandıracak iman, ibadet ve ihlas ile duyarlı ve dirayetli davranışlarda bulunan basîretli insanlardan olmamızı diliyorum.
Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Nahl Suresi’nin: “Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. Allah katındakiler ise bâkidir...” mealindeki 96. ayetinde beyan buyurulduğu üzere, bizdekilerin biteceğine ve Allah için yaptıklarımızın kalacağına inanarak, Mevlâyı Müte’al Hazretlerinin ihsan ettiği imkânları, O’nun rızası doğrultusunda kullarının istifadesine sunarak dünyada unutulmayan, ahirette de Cennet ve Cemalullah ile ödüllendirilen bahtiyar insanlardan olmamız temennisiyle sözlerime başlarken, her iş ve uğraşında Hakkın rızasını hedefleyen Hak dostlarından olmamızı niyaz ediyorum.
Bilindiği üzere dünyaya gelen her insan için az veya çok yaşamak ne kadar muhakkak ise, ölmek de o kadar mukadderdir. Her gelen gidecek ve hayat boyu çalışıp kazandıklarını burada bırakacaktır. Bıraktıkları başkalarına kalacak, hesabı da kendilerine sorulacaktır. Dolayısıyla akıllı insana yakışan, elde ettiği her şeyi helalinden kazanmak ve kazancını kalıcı kılacak davranışlarda bulunmaktır. Dünyasını ahireti, ahiretini de dünyası için bırakmayıp, dünyada kalacağı kadar dünyası için, ahirette kalacağı kadar da ahireti için çalışmaktır.
Dünya ve ahiret hayatında bahtiyar olmak için, bu hususlarla ilgili ilâhî uyarılarla, Peygamber (S.A.V.)’in tavsiyelerine kulak asıp duyarlı ve dirayetli davranışlarda bulunmak icap eder. Bu cümleden olarak aşağıda mealleri arzedilen hadîs-i şerîfleri devamlı gözönünde bulundurup, titizlikle tatbiki cihetine gitmek gerekir. Bu hadîs-i şerîfleri dilerseniz buyurun birlikte okuyalım:
* “İnsanoğlu malım malım der durur. (Oysa) Senin malından yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya tasadduk edip kalıcı kıldığından başka neyin var?”
* “İnsanoğlunun iki vadi (dolusu) altını olsa, üçüncüsünü ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur.”
* “Ölen kimseyi üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner. Ameli (yanında) kalır.”
Ölüm olayı, insanlar tarafından genellikle sevimsiz ve soğuk bir şekilde karşılanır. Çoğu kişiler ölümü hatırlamak dahi istemezler. Hatta ölümden bahsedildiğinde ölüm sözünü duymaktan hoşlanmayıp, hemen konuyu değiştirenlere sık sık rastlamak mümkündür. Özellikle hayatını rahat bir şekilde sürdürmekte olup, ölmekle her şeyin biteceğine inanarak ömrünü zevk ve eğlence ile geçirenler; içinde bulundukları bolluk, sağlık, zevk ve eğlenceden ayrılmak oldukça zor olacağından ölümü bir facia telâkki ederler. Aşırı derecede bağlı oldukları dünya hayatından ve hiç ayrılmayacaklarını sandıkları eş-dost, çevre, makam, mevki, servet, zevk, eğlence ve diğer sevgililerden ayrılmak onlar için bir felâkettir. Oysa kişinin kendisini dünya hayatına bağlayan nedenlere kapılıp, ölümü anmak dahi istemeyerek ondan kaçması veya ölümü unutmak için çeşitli çarelere başvurması, İlâhi bir nizam içinde meydana gelmekte olan ölüm olayına engel olmaz. Kendi kendini aldatmaktan başka bir yarar sağlamaz. Kişi ölümü düşünsün veya düşünmesin, yolculuğunun devam ettiğini ve geçirmiş olduğu her saniyede, anmak istemediği ve kaçtığı ölüme bir adım daha yaklaştığını bilmelidir. Gelmekte olan her şey yakındır. Onu uzaklaştırmaya çalışmak ve unutma çabası içinde olmak akıllı bir davranış olmaz. İnanan ve gerçekleri gören bir insana yaraşan, ölümü akıldan ırak tutmayıp, yarın ölecekmiş gibi âhireti için, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünyası için çalışarak çok kısa olan bu dünya hayatını yararlı şeylerle değerlendirmektir. Böyle bir inanç ve anlayış içinde olan kimseye ölüm zor gelmez. Canı veren Allah’ın, onu geri almasına karşı çıkmaz. Zamanı geldiğinde emaneti sahibine hoşnutlukla iade eder. Ne zaman öleceğini bilmediği için, her an Allah’ın emri altında olduğunu düşünerek, emr-i Hakk geldiği an rûhunu Rahmân’a teslim ederek ebediyete göçer.
Kâsım İbni Muhammed anlatıyor: “Hanımım vefat etmişti. Bana, Muhammed İbni Kâ’b el Kurazî, taziye (baş sağlığı dileme) maksadıyla uğradı ve şunu anlattı: “Benî İsrail’de fakîh, âlim, âbid, gayretli bir adam vardı. Onun çok sevdiği karısı vefat etmişti. Onun ölümüne adam çok üzüldü, öyle ki, bir odaya çekilip kapıyı arkadan kapattı, yalnızlığa çekildi, kimse yanına giremedi. Onun bu halini Benî İsrail’den bir kadın işitti. Yanına gelip: “Benim onunla bir meselem var, kendisine bizzat sormam lâzım” dedi. Halk oradan çekildi. Kadın kapıda kalıp: “Mutlaka görüşmem lâzım” dedi. Birisi adama seslendi: “Burada bir kadın var, senden bir şeyler sormak istiyor, “mutlaka bizzat görüşmem lâzım, bizzat sormam lâzım” diyor. Herkes gitti kapıda sadece o kadın var ve ayrılmıyor.” İçerdeki adam: “Ona müsade edin gelsin” dedi. Kadın anlattı: “Ben komşumdan iâreten bir gerdanlık almıştım. Onu bir müddet takındım ve iâreten kullandım. Sonra onu benden geri istediler. Bunu onlara geri vereyim mi?” Adam: “Evet, vallahi vermelisin!” dedi. Kadın: “Ama o epey bir zaman benim yanımda kaldı. (Onu çok da sevdim)” dedi. Adam: “Bu hâl senin, kolyeyi onlara iâde etmeni daha çok haklı kılıyor, zira onu iâre edeli çok zaman olmuş” demişti (ki, bu cevabı bekleyen kadın) atıldı:
“Allah iyiliğini versin! Sen Allah’ın sana önce iâre edip, sonra senden geri aldığı şeye mi üzülüyorsun? O, verdiği şeye senden daha çok hak sahibi değil mi?” dedi. Adam bu nasihat üzerine içinde bulunduğu duruma baktı (ve kendine geldi). Böylece Allah, kadının sözlerinden adamın istifade etmesini sağladı.”
Vakıf kuran atalarımızın vakfiyelerinde ölümle ilgili olarak yazdırmış oldukları ifadelerden, Allah rızası için kalıcı ve yararlı eserler bırakarak vefat eden bu yüce ruhlu insanların ölümü, ebediyete göçmek ve Allah’ın rızasına ermek için bir dönüm noktası olarak kabul ettiklerini görüyoruz. Bu itibarla ölümden korkup, ürkmediklerini, tersine sonsuz bir iman ve büyük bir rıza ile beklediklerini anlıyoruz. Vakfiyeler üzerinde bu hususla ilgili yapmış olduğumuz araştırma sonucu tespit etmiş olduğumuz örneklerden bir kaçını konuya açıklık getirmesi amacıyla bilginize sunmakta fayda mülahaza ediyoruz:
1- Mevlânâ Ahmed İbn-i Muharrem’e ait evâil-i Ramazan 1005 H., 8 Nisan
“Akıl, bilgi ve düşünce sahibi olup, değerlendirme yeteneğinde olan kişilerce bilinmekte olduğu gibi, dünyanın varlığı emanet olup kararsız ve değişkendir. Bolluk ve refahı darlıkla, sefası cefa ile arkadaştır. Nimeti üzüntüye, sağlığı da sıkıntıya dönüşür. Kolaylığı zorlukla kardeş; yararı zararla bağlantılı; Nasbı azil ile ikiz; mutluluğu üzüntü ile ilişkilidir.“
2- Manisalı Şeyh Kenzî Hasan Efendi İbn-i Ahmed’e ait 1122 H.,
“... Bâki ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan misafir gibi olduğundan; aklı olan her insan gaflete dalmayıp, geleceğini gözönünde bulundurarak ahirette vadedilen iyi mertebelere ulaşabilmesi için hayır ve iyilik tohumunu dünya tarlasına ekmesi gerekir.”
3- Üsküdar’da Şeyh Mehmet Nuri Efendi İbn-i Osman’a ait gurre-i Recep 1270 H., 18 Mart
“Dünya denilen düşük yerin eşya ve varlığı yok olma sahnesinde dönmekte olup, yararsız para ve serveti çöküntü bankasında meşhûr ve yaygındır. Lezzetinde zillet bulunmakta, izzetinde aldatma gizlenmektedir. Muhabbeti ile sıkıntısı iç içe olup, rahmetle zahmeti birbirine benzer şekildedir. Nimetinde gam, dirheminde (parasında) üzüntü yer aldığı kuşkusuz olup, Allah’ın lütuf ve ihsaniyle âhiret yolculuğuna çıkanların, istediklerini tercih etmek ve seçme imkânı elde, gayret kemeri belde iken şu hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere âhiret hayatı için hazırlıklı olmaları gerekir. Allah’ın Resûlü Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: İnsanoğlu öldüğü vakit ameli kesilir (amel defteri kapanır). Ancak, üç şey vardır ki, bunların ecir ve sevabı kesilmeyip sahibinin amel defterine işlenir. Bunlar, öğrettiği ilim ile amel edildiği müddetçe ilim öğreten âlim, ölümünden sonra kendisine hayır duâda bulunacak evlât bırakan kimse, sadaka-i câriye (sürekli olan sadaka)de bulunan (cami, okul, çeşme, sebil, hastahane, yol, köprü) gibi kalıcı eserler bırakan kişidir.” Bu hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere vâkıf, âhiret hayatı için zahire ve azık temin etmek amacıyla vakfiyesinde belirtilenleri vakfetme cihetine gitmiştir...”
4- Hacı oğlu Pazarı kasabasının Hacı Timur Mahallesi sâkinlerinden olan Ebubekir Efendiye ait gurre-i Recep 1066 H., 15 Nisan
“Bilgi, beyan ve âdab sahiplerine açık, ayan ve belirgin olduğu üzere bu aldatıcı dünyanın mal, mülk ve itibarı kararsız; taht ve tacı emanettir. Allah’tan başka her şey yok olacaktır. Böyle bir yerde karar kılmak ise imkânsızdır. Dünya bir kimse için devam edip kalacak olsaydı, Allah’ın Resûlü onda ebedî kalırdı. Hal böyle olduğuna göre, her akıl sahibinin gaflete dalmayıp, sağlık ve afiyette olduğu vakitte iken geleceğini düşünmeye devam etmesi gerekir. Keza her olgun olan kimsenin yaşlanmadan önce gücünün yettiği vakitte hayır ve iyilik yaparak, âhiret hayatını düşünmesi icab eder. Bilinmelidir ki (vakıf) hayır ve sadaka türlerinin en mükemmeli ve bâkî kalacak iyiliklerin en güzeli olup, cismin yok olmasından sonra ismin bâkî kalmasına ve vücudun toprak olmasından sonra iyilikle anılmaya sebep ve vesîle olacaktır. Dünya asıl maksat ve hakiki istek değildir. (Dünya âhiretin tarlasıdır) hadîs-i şerîfi uyarınca iyi gelir elde edilecek bir tarladır. Ona atılan altın ve gümüş gibi para ve tohumlarla, kat kat sevap mahsulü elde edilir. Bu nedenle dînar ve dirhemin (para ve pulun) mâliki, lütûf ve kerem sahibi olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: (Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak veren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat artırır...) İnsanın bu âyet-i kerimedeki müjdeye ermek için belirtilen şekilde davranması ve: (Kim bir iyilikle gelirse, onun için on katı mükâfat vardır), meâlindeki âyet-i kerimeyi yarasına merhem edinmesi gerekir. Böylece elindeki nergiz ve nilüfer niteliğindeki altın ve gümüşleri Allah’ın rızasını elde etmeye vesîle kılar.”
5- Birgi’de karazâde Hacı Mustafa Efendi İbn-i Hacı Mustafa ağaya ait 27 Recep 1196 H., 28 Nisan
“Bu vakfiyenin düzenlenerek yazılmasına ve bu şekilde meydana getirilmesine sebep şudur: Dünyanın nimetleri geçici ve onda kalmakta olan göçücü olup, zenginliğinde sıkıntı ve bakâsında yokluk şekli bulunmaktadır. Dirheminin sonunda hem (üzüntü), dinarının sonunda nar (ateş), malının sonunda perişanlık olup, yönelişinin sonucunda sırt çevirme gelir. Hal böyle olduğuna göre her akıl sahibi ve olgun mü’minin, (erkek veya kadın olsun her kim mü’min olarak iyi iş işlerse ona muhakkak iyi bir hayat yaşattırırız ve onları yaptıklarının en güzel şekli ile mükâfatlandırırız.) meâlindeki âyet-i kerimenin içerdiği hakikatten hisse kaparak, malını hayır yollarına harcamak ve iyi işler yapmak suretiyle, fânî olan dünya hayatında iken ebedî olan âhiret hayatını kazanmaya çaba göstermelidir. Kıyâmet gününün şiddetli sıcağından, (O gün kişi sadakalarının gölgesinde gölgelenir.) meâlindeki hadîs-i şerîf uyarınca, verdiği sadakaların sayesinde rahata kavuşacak şekilde davranmalıdır. Âhiretin tarlası olan dünyada sadaka tohumu ekip, (mallarını Allah yolunda harcayanların misali, yedi başak veren bir dâne gibidir ki, her başakta yüz dâne vardır. Allah dilediğine kat kat arttırır...) meâlindeki âyet-i kerime uyarınca kat kat mükâfat elde ederek büyük korku günü olan kıyâmette güzel sonuç elde etmelidir.”
Geliş Allah’tan olduğu gibi dönüş de O’nadır. Hepimiz Allah’a aitiz ve hepimiz O’na döneceğiz. Bu sonuç kesindir ve ondan kaçış yoktur. Â’raf Suresi’nin “... İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.” meâlindeki 29. ayet-i kerimesinin yorumlarından biri de merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinde belirtildiği üzere şöyledir: Bu dünyaya çırılçıplak gelip,az çok türlü giysiler bulan insanların hepsi sonunda bu dünya elbisesinden soyunup yine geldikleri gibi çırılçıplak olarak dönüp gidecekler ve amellerinin cezasını bulacaklardır. Bu gerçeği dilegetiren merhum Yunus Emre de: “Çıplak gelir, kefenle gideriz.” demiştir.
Bu bakımdan Sultan Selahaddin Eyyûbî’nin ölümünden önce yaptığı aşağıdaki vasiyeti ibret alınacak önemli bir belgedir. O büyük insan bu tarihî vasiyetinde: “Benim kefenimi mızrağın başına geçirin ve sokak sokak dolaşarak, Sultan Selahaddin’in götürdüğü sadece budur.” diye çağırarak halka duyurun” demiştir. Yalnız Sultan Selahaddin’in değil, herkesin götüreceği sadece kefenidir. Kefenin de cebi yoktur.
Hz. Osman (R.A.) da şöyle buyurmuştur: “Ademoğlu! Bil ki dünyada bulunduğun sürece canını almaya vekil kılınan ölüm meleği her zaman senin arkandadır, seni izlemektedir. Ecelin geldiğinde senin ölümünü erteleyip başkalarının canını almaz. Başkalarını atlayıp sana gelecekmiş gibi düşün. Gafil olmaktan sakın ve ölüm meleğine hazırlıklı ol! Zira o senden hiçbir zaman gafil değildir.”
Ankara’da medfun olan merhum Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin öğütlerinden biri de şudur: “Sakın ölümü unutmayınız, her gece onu hatırlayınız. Hesabınızı yapınız. Olur ki tevbe edince Hak da sizi affeder.”
Yahya bin Muaz-ı Râzî de şöyle demiştir: “Dünya ekin yeri, insanlar da sanki ekindir. Ölüm, bu ekinleri biçen oraktır. Azrail Aleyhisselam harman sahibi, mezar da harman yeridir. Cennet ve cehennem ise ekinlerin durumuna göre konulacağı ambar gibidir. İnsanların da bir kısmı cennete, bir kısmı da cehenneme gideceklerdir.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri vefatı esnasında sürekli ağlamakta imiş. Etrafında bulunan talebeleri “Efendi Hazretleri siz hep takva dairesinde yaşadınız ve herhangi bir günahınıza da kimse şahit olmuş değildir. Acaba sizi sürekli ağlatan bu durum nedendir?” deyip üzüntülerini bildirmişler. Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî Hazretleri talebelerine şu ibretli cevabı vermiş: “Şunu bilin ki, dağlar kadar günahım olsa aslâ ağlamam, benim ağlamam ve endişem acaba bu emanet-i güzel bir şekilde teslim edip, bu ölüm gediğini iman ile aşıp aşamayacağımdan dolayıdır.”
Öğütleriyle öğrencilerine, döneminin devlet adamlarına ve günümüze kadar yaşayan herkese ışık tutan merhum Süfyân-ı Sevrî Hazretleri önemli uyarılarından birinde “Ölümü çok hatırlarsan, Allah Teâlâ sana dünya işini hafif kılar.” Diğerinde de: “Çok iyilik yap, kabrinde sana arkadaş olurlar.” demiştir.
Harun Reşid’in annesi bir gün Belhül Dânâ’ya gelerek, “Harun’a biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın. Yoksa ahirette işi çok zor olacak” der.
Bunun üzerine Behlül, bir gün Harun Reşid’e: “Uygun görürseniz biraz dolaşalım” der ve onu mezarlığa götürür.
Tek tek mezarları göstererek, “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi, şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı” der.
Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönerler. Harun Reşid’in annesi, “Behlül ile sohbet ettin mi, sana neler anlattı?” diye sorar.
Harun Reşid, hayır dercesine annesinin sorusuna cevap vermez. Daha sonra annesi tekrar Behlül’e gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye sorar.
O da şöyle cevap verir: “Ben ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz.”
Hasan-ı Basrî Hazretlerinin Halife Ömer Bin Abdülaziz’e verdiği öğütlerden biri de şudur: “Ölümü, ölüm anında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki ölümü müteakip bir yere gireceksin. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak, tek başına orada kalacaksın.”
Ashâb-ı Kirâm’dan Ebu Zer El-Gıfârî (R.A.) Hazretleri: “En garip ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.” demiştir.
Allah Teâlâ’dan, cümlemize Kur’ân-ı kabrimizde karîn ve enîs eylemesini, oradaki yalnızlığın dehşetini Kur’ân’ın birlikteliğiyle gidermesini niyaz ediyoruz. Her darda ve zorda kaldığımızda O’na sığındığımız gibi, kabirdeki yalnızlığımızda da O’nun rahmetine sığınıyoruz. O dar ve karanlık yerdeki yalnızlığı unutmayacak duyarlı davranışlarda bulunmayı bizlere ihsan etmesini diliyoruz. Bu arada Hasan Basrî Hazretlerinin: “Ey insan! İnsanların çokluğuna bakıp da aldanma! Çünkü sen yalnızsın. Yalnız öleceksin, kabre yalnız gireceksin, kabirden yalnız kalkacaksın ve kendi hesabını vereceksin.” şeklindeki uyarısının kulaklarımıza küpe olmasını temenni ediyoruz.
Zenginin birisi ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. “Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum” diye vasiyet etmiş.
Öldüğünde, “Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?” diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, “Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum” diye düşünerek teklifi kabul etmiş.
Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir de canlı var. “Nasıl olsa bu ölü elimizde, biz şu canlı olandan başlayalım” demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. “O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?..”
Sabaha kadar sorgu-sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış. “Tamam, servetin yarısı senin” demişler. “Aman!” demiş hamal, “İstemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?”
Hayatın ve hayatın içerisinde istifade edilen lütufların hesabını vermek hafife alınacak şey değildir.
Kabir, insanın ebedî yurduna gidişinde ilk duraktır. Hani küçük polisiye olaylar karakollarda veya yerel mahkemelerde, büyük cinayetler ise şehirlerde ve ağır ceza mahkemelerinde görülür ya. Tabiri caizse kabir de mahkeme-i kübrâya bırakılan büyük cinayetlerin yanında, küçük günah ve lekelerin bir kısmının silindiği yerdir. Büyük günahların yanında küçük günahları da olan kimselerin birtakım kusurları, dünyada çekilen sıkıntı, musibet ve hastalıklarla temizlenirken, bazısı da vefat anında silinir. Kalanlar da büyük mahkemeye bırakılmasın diye kabirde bir temizleme ameliyesinden geçer. Kabrin temizleyemeyeceği ölçüde kabarık olan leke ve günahlar ise ileride haşirde, mîzânda, sıratta ve daha da olmazsa cehennemde temizlenir.
Ruhlar, cesetlerin bulunduğu kabirlere manevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakır gibi bekleme salonu olan berzah âlemine geçerler. Dünyadaki amelleri, belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Berzâh âlemi âhiret âlemine âit bir keyfiyettir. Artık o ruh için âhiret hayatı başlamış demektir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Biriniz öldüğü zaman ona sabah akşam oturacağı yer gösterilir. Eğer cennet ehlindense cennet gösterilir. Cehennem ehlinden ise cehennem gösterilir. Ona, işte Allah seni kıyamet gününde tekrar diriltinceye kadar oturacağın yerin burasıdır, denilir.” Mü’min ruhları nimet içinde, kâfir ve günahkârınki de azâp içindedir. Azap ve dereceleri, hak ettiklerine göredir ve birbirlerinden farklıdır. Berzâh âlemine intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. İnsan kabre konulunca “münker ve nekîr” denilen iki melek gelerek onun ilk sorgusunu yaparlar. İlk sorguda ve imtihanda başarılı olanlar, dünya hayatından çok daha iyi ve cennet hayatına yakın bir güzellikteki hayat ile yaşarlar. Sorgu ve imtihanda başarılı olamayanlar ise bu dünya hayatından çok daha sıkıntılı ve cehennem hayatına yakın bir hayat içinde yaşarlar. Bu durumda kabir kişi için ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur.
Hâsılı hayat gelip geçici, makam ve mevkiler el değiştiricidir. Mal ve mülk ile makam ve mevkiye mağrur olup, insanlara tepeden bakmak hiç de akılcı bir davranış değildir. Malı, makamı, mevkii ve çevresi arttıkça eş, dost ve akrabasıyla ahbabını unutup onları tanımaz hâle gelen hazımsız insanların bir gün unutularak yalnız kalacakları muhakkaktır. Muvakkat ömürde gurura değer hiçbir şey yoktur. Er geç elimizden çıkıp başkalarının eline geçecek imkân ve mekânlara güvenip dünyanın aldatıcı ahvâline kanmak doğru değildir. Bu hususta Yunus Emre’nin herkes tarafından bilinen aşağıdaki dörtlüğünden ders alınması gerekir:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan.
Var biraz da sen oyalan.”
Varlıklı kişilerden biri görkemli bir saray yaptırıp en yeni ve modern mobilyalarla donatmış ve yöresindeki insanları burada verdiği muhteşem bir ziyafete davet etmiş. Sarayın kapısına oturttuğu bir görevliye de çıkan misafirlere, sarayda bir kusur görüp görmediklerini sorması talimatını vermiş. Görevli, çıkan her davetliye bu soruyu sormuş ve hepsinden de herhangi bir kusur görmediklerine dair cevaplar almış. Nihayet en son çıkan adama da aynı soruyu sorduğunda adam: “Evet sarayda iki kusur gördüm” demiş. Görevli: “Nedir onlar?” deyince, adam: “Gün gelecek sarayın sahibi ölecek, saray da harap olacak” demiştir.