KULLUĞUN KIVAMI DEVAMINDADIR
İsra ve Miraç mucizesinin yıldönümünü bir kere daha idrâk ve ihya etmenin sevinç ve saadetine eren Müslümanlar, 5 Haziran 2013 Çarşamba gününü 6 Haziran Perşembeye bağlayan geceyi ibadet, taat, tilâvet-i Kur’ân, zikr-i Rahman, salavât-ı şerîfe, tövbe, istiğfar ve benzeri güzelliklerle geçirerek manen motive olmanın mutluluğunu yaşadılar.
Gün içinde gerçekleştirilen kutlama programlarına katılarak dile getirilen duygu ve düşüncelerle davranışlarını dizayn etmenin gayreti içinde oldular. Büyüklerinin mezarlarını ziyaret edip, okudukları ihlaslarla fâtihaları armağan ettiler ve ruhlarına rahmet dilediler. Yörelerindeki yoksul ve muhtaç insanlarla dar gelirli dostlarını görüp gözeterek yüzlerini güldürdüler. Yakınları ile dostlarını arayıp tebrik teâtîsinde bulundular ve kendilerini dualarına dahil etmelerini dilediler.
Kandil gecesinin ilk saatlerinde okunan mevlid-i şerîfleri hürmet ve muhabbetle dinlediler. Bilhassa Miraç bölümünü dinlerken pür dikkat olup okudukları salavât-ı şerîfeleri rûh-u Resûlullah’a yolladılar.
Bu vesîle ile Miraç mucizesinin mana, mahiyet ve muhtevası ile gerçekleşmesinde etken olan sebepleri öğrenmek için yapılan sohbetlere katılanlarla yazılan kitapları okuyanlar da oldu. Bilgiler tazelendi, duygular doruk noktaya erdi, davranışlar düzeltildi.
Bu cümleden olarak sünnet-i seniyyeye sarılmayı ve Resûlullah’ı örnek almayı ilke edinen YOYAV, önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da kandil gecesi öncesi düzenlediği kutlama programına katılan konuklarını, eşiğine geldikleri Miraç kandilini ihya etmelerinde müessir olacak bilgileri edinmelerine imkân sağladı.
5 Haziran 2013 Çarşamba günü öğle namazından sonra salonu dolduran davetlilere doyurucu bilgiler veren Dr. İbrahim Ateş, yaptığı “Kulluğun Kıvamı Devamındadır” konulu konferansında önemli açıklamalarda bulundu. Rûh-u Resûlullah’a ithafen okunan 7 hatm-i şerîfin duasını yaptıktan sonra konuyla ilgili konuşmasına geçen Dr. Ateş, Miraç-ı Muhammedî’nin motiflerinden olan “kulluk” kavramını ele alarak dikkatle dinlenen konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“İsra ve Miraç mucizesinin yıldönümünü bir kere daha idrâk ve ihya etmenin bahtiyarlığına eren muhterem misafirlerimiz, kullukta kaim, iman, ibadet ve istikamette daim olmalarını dilediğim değerli dostlar, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatını öğrenip, örnek almalarını ve sünnet-i seniyyesine sarılmalarını temenni ettiğim sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Recep ayının içerdiği kandillerin ikincisi olan İsra ve Miraç mucizesinin manevî atmosferine girmenin mutluluğu içinde düzenlediğimiz “Kulluğun Kıvamı Devamındadır” konulu konferansımıza katılarak bu gece bir kere daha kutlama bahtiyarlığına ereceğimiz İsra ve Miraç hadisesinin meydana gelmesinde etken olan unsurların başında gelen kulluk faktörüyle ilgili bilgi birikimimizi sizlerle paylaşmamıza vesîle olan seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, bu gece ümmet-i Muhammed’e ihsan edilen Miraç armağanlarından biri olan namaz ibadetini eksiksiz ifa ederek huzur-u Hakk’a varıp manen miraca eren ve Cemalullah’ı gören mutlu insanlardan olmamızı diliyorum.
Kullukta kıvama gelmemiz ve kulluk kademelerinde ilerleyip yücelmemiz temennisiyle sözlerime başlarken, Yaradan’a yar ve yakîn olup rızasına eren, cennetine giren ve Cemalini gören müstesna müminlerden olmamızı niyaz ediyorum.
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra, 1)
İsra hadisesini insanlara duyurup kendisinin kudretine ve Resûlunün kıymetine dikkat çeken yüce Yaradan, İsra Suresi’nin meali verilen ilk ayetinde, müminlerin imanını, münkirlerin inkarını arttıran bu tarihî hadisenin kahramanı olan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’den söz ederken, O’nun için “kulu” deyimini kullanmıştır. Adını ve peygamberliğini ön plana çıkarmaktan çok, kulluğunu ön plana çıkarmıştır. Resûlunü, başkalarının eremeyeceği yüceliğe erdirmiş ve Cemalini gördürmekle şereflendirmiştir.
İlk ayetlerinde Miraç hadisesine işaretler bulunan Necm Suresi’nin 10. ayetinde de: “Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti.” buyurmuştur.
Bu ayet-i kerimelerin metinlerine bakıldığında her ikisinde de Hz. Peygamber (S.A.V.) hakkında: “abdihi” yani “kulu” kelimesinin kullanıldığı görülecektir.
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Mekke’den Kudüs’e, oradan da huzûr-u Hakk’a götürülüp aracı olmaksızın Rabbi ile mülâkî olmasının anlatıldığı ayetlerde O’ndan “kulu” diye söz edilmesinin mutlaka bir mana ve işaret ettiği bir yücelik vardır ki, kanaatımızca, (Allah-u a’lem) o da Resûlullah (S.A.V.)’in kulluk kademelerinin doruk noktasına ulaşmış olmasıdır.
Kelime-i şehâdetin “ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûluhû” yani “şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlüdür” bölümünde geçen “Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlüdür” cümlesinde önce “kulu” sonra “Resûlü” kelimesinin geçmesinden de Efendimiz (S.A.V.)’in Allah’a kul olmasının, Peygamber olmasından önde geldiği anlaşılmaktadır.
Müslümanlar da Hz. Peygamber (S.A.V.)’in ümmeti oldukları için, onlar açısından da Allah’a kul olmak her şeyden önemlidir. Zira Zâriyât Suresi’nin: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” mealindeki 56. ayeti, insanların yaratılmalarının yegane gayesinin Allah’a kulluk olduğu açıkça belirtilmektedir. Dolayısıyla insanın kurtuluşu Allah’a kul olmaktan geçer. Müslümanın kullukta kaim ve daim olması esastır. Yaradan’a yar ve yakîn olması için kullukta kusur etmemelidir. Hayatı boyunca Allah’a kul, Resûlüne ümmet ve müminlere kardeş olmanın gayret ve kararlılığı içinde olmalıdır.
Aslında, az sonra aşağıda arz edileceği üzere inanan inanmayan herkes Allah’ın kuludur. Hattâ kainattaki canlı-cansız her varlık Allah’ın kuludur. Ancak önemli olan; inanan, ibadet eden ve yaratılış gayesine uygun davranışlarda bulunan mümin ve muttaki kul olmaktır. Kâfir değil müslim, müşrik değil müvahhid, münâfık değil muhlis, mülhid değil mü’tekid, mücrim değil muhsin, müfrit değil mutedil, müfsid değil muslih, kâzib değil sâdık, nankör değil şâkir, nâsî değil zâkir, âsî değil mutî’ ve zâlim değil müşfik olmaktır. Yaratıklara değil, Yaradan’a kul olmaktır. Unutulmamalıdır ki, Allah’a kul olanın anlayışında, kula kul olmak yoktur. Ben bu inanç ve anlayışla yıllar önce yazdığım bir şiirde:
“Ölsem de, solsam da, pulsuz kalsam da,
Kula kul olmak yok benim dünyamda.
Allah’tan gayrıya eğmem başımı,
O’dur veren ekmeğimi, aşımı” demiştim.
Bizim anlayışımızda Yaradan’a kul, yaratıklara kol olmak vardır.
Allah’a kul olmak her işin başı ve sonudur. Dolayısıyla Müslüman hayatı boyunca kullukta kaim, iman, ibadet ve istikâmette daim olmalıdır. Bu bakımdan Mevlanâ Celâleddîn-i Rûmî’nin şu sözü her müslümanın kulağına küpe olmalıdır. Mevlânâ merhum diyor ki:
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum!
Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
Kullar âzâd olunca şâd olur;
Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”
Kulluğun ne demek olduğunu, neleri gerektirdiğini ve kaç türlü kulluk olduğunu anlamak için değerli yazarlarımızdan Atasoy Müftüoğlu’nun kaleme aldığı “Kul Kavramı” başlıklı yazısından bazı paragrafları sizlerle paylaşmakta fayda mülâhaza ediyorum:
“Kur'an kelimeleri üstadı Rağıb el-İsfehânî iki türlü kulun varlığından bahsetmektedir. Bunlardan ilki, sadece Allah'a kul olanlardır. 'Kulumuz Eyyub', 'Rahmanın kulları' tanımlarında bu anlam sarih bir biçimde görülmektedir. İkincisi ise, dünyaya ve dünyanın birtakım 'değerlerine' kul olanlardır. Rağıb el-İsfehânî'nin bu tanımına göre, bu 'kul'lar kendilerini dünyaya hizmet etmeye ve ona bağlı kalmaya adamışlardır. Bu insanlar paranın, çıkarın, maddenin kulu kölesi olmuşlardır.
'Abd' kelimesi 'âbid' manasında ise de, 'abd' 'âbid'den daha açıklayıcıdır.
Arap toplumunda köleye de 'abd' denmektedir. Çünkü köle, kelime anlamında bir efendiye sahiptir ve bu efendiye 'rab' denmektedir (Yusuf, 41, 42, 50). Yani köle, başkası tarafından mülk edinilmiştir; kendisine ait herhangi bir malı-mülkü yoktur (Nahl, 75).
Rağıb el-İsfehanî'nin gayet yerinde tespit ettiği gibi, din dilinde hem bütün insanlar, hem de bütün eşya/varlık Allah'ın kullarıdır. Bu varlıkların tamamı teshir ile Allah'a kul olmuşlardır. Bunlar iradî olarak, aklederek ve tefekkür ederek kul olmayı seçmiş değildirler; fıtratları onları böyle kılmaktadır. Bu kategorinin tek alternatifi insandır. İnsan, kendi ihtiyârı ile, dileyerek, düşünüp aklederek Allah'a kul olmayı kabul ya da reddeden yegâne varlıktır.
Rabbimizin haber verdiğine göre, "göklerde ve yerde var olan her şey (ve herkes) isteyerek yahut zorunlu olarak Allah'a secde ederler." (Ra'd, 15). Bu ayetin buraya kadar olan kısmından bu varlıkların insanlar ve melekî varlıklar olduğu anlamı çıkartılabilir. Fakat ayetin devamında, "onların gölgeleri de sabah akşam bunu yapmaktadır" denmektedir. Bu 'gölge' ifadesi, fizikî varlıklardan bahsedildiğini düşündürmektedir. Fussilet Suresi’nin 11. ayetinde yine evrenin fizikî varlıklarının Allah'a nasıl kul kılındıkları anlatılmaktadır. Temsilî bir dille, Allah'ın göğe ve yeryüzüne yönelerek "isteyerek veya zorunlu olarak gelin!" (Fussilet, 11) diye emrettiği, onların da "isteyerek (itaat ederek) geldik" tarzında karşılık vererek bu emre âmâde kılındıkları anlatılmaktadır. Şu halde Allah bütün canlı varlıkların fıtratlarına, Allah'a bağlı olma duygusunu yerleştirmiştir. 'Canlı' olmayan varlıklar ise kendiliğinden, ister istemez Allah'ın kendilerini yarattığı amaçlar doğrultusunda işlevlerini sürdürmektedirler. Bütün varlıklar, bir parçası oldukları tabiatın genel geçer yasalarına bağlıdırlar. Her varlık, büyükçe bir saatin parçaları misali, 'büyük düzen'in bir unsuru olarak kendine tayin edilen fonksiyonu icra etmeye devam etmektedir; ta ki bu 'büyük düzen'in nihayete ermesi noktasına kadar…
Bu olgu Kur'ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde de değişik vesîlelerle işlenmeye devam etmektedir. Bir ayete göre göklerde ve yeryüzünde olan canlılar, hayvanlar ve melekler, kısacası her şey "büyüklük duygusuna kapılmadan" Allah'a secde ederler. (Nahl, 49). İnsanın dışındaki hiçbir varlığın istikbar etmediği, Rabbine karşı büyüklük taslamadığı bedîhî bir gerçektir. Bununla birlikte böyle bir malumu vahiy niçin îlam etmektedir? Bunun bir nedeni, bu varlıkların yaratılış itibariyle böyle itaatkâr ve isyan/günah nedir bilmez oluşlarına bir kez daha dikkat çekmektir. İkincisi ve en önemlisi ise kinaye yoluyla insanın bu gerçekten ders almasını sağlamak, sıradan, 'cansız' bir varlık kadar bile olamamanın, insanı ne kadar küçük düşürücü olduğunu anlatmaktır. Kur'ân-ı Kerîm bu manada, iman konusunda vurdum duymaz insanlara taşları anımsatarak, uyarmak ister. Bu inançsız insanların taşlar kadar bile olamadığını dile getirir (Bakara, 74). Adem'in iki oğlunun hikayesinde nasıl ki haddi aşıcı gaddar kardeş, kardeşini haksız yere öldürecek kadar ukala ve 'kendine güvenen' biri iken, kardeşinin cesedini ne yapacağını dahi bilemeyecek kadar zavallı ve çaresiz ise ve öldürdüğü hemcinsini gömen karga karşısında, "bir karga kadar bile olamamanın" ezikliğini içinde hissetmişse (Maide, 27), kendisinden başka bütün varlıkların Allah'a secde ve Allah'ı tesbih ettiğini öğrenen insan da bundan, içinde bulunduğu zavallılığın ezikliğini hissetmek durumundadır.
Kur'ân literatüründe yalnızca Allah'a iman edip kulluk eden kimseler değil, inanan-inanmayanıyla bütün insanlar Allah'ın kulu olarak anılırlar. Bununla birlikte, bu iki durumda 'kul' kavramı tamamen aynı anlamı ifade etmez. Bunu bazı örneklerle delillendirmemiz mümkündür. Mesela Şeytan, Allah kendisini lanetlediği ve rahmetinden kovduğu vakit, "yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim" (Nisa, 118), "onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşacağım" (A'raf, 17) şeklindeki çıkışıyla, adeta Allah'a karşı gelişinin yol haritasını çizmiştir. Şeytanın kendilerinden bir 'pay' almayı programladığı bu 'kullar' (ibâd) elbette ki yalnızca mü'minler olamaz. Çünkü, zaten şeytanın, mü'minlerden çok kâfirlerle teşrik-i mesâisi vardır. Hatta bu ayetin devamındaki ayetlerden bu 'kullar'ın bilhassa inançsızlar olduğu anlaşılmaktadır. Yine de her ne olursa olsun şeytan, bütün insanlara yanaşmayı denemek durumundadır. Dolayısıyla Nisa, 118. ayetinde bütün insanlar 'kul' olarak tanımlanmıştır.
Bir ikinci örnek, İsa (A.S.)’yı ilah edinen Hıristiyan müşriklerle ilgilidir. Allah'ın, elçisi İsa (A.S.)'ya, "insanlara, beni ve anamı Allah'dan başka iki ilah edinin diye sen mi söyledin?" tarzında hesap sorması üzerine İsa (A.S.) 'hayır' dedikten ve uzunca açıklamalarda bulunduktan sonra şöyle bir açıklama getirmektedir: "Eğer kendilerine azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin" (Maide, 118). Burada kul kelimesi görüldüğü üzere, Allah'a oğul isnad etmek gibi en büyük iftirayı atan müşrik Hıristiyan topluluğuna teşmil edilmiştir.
Allah yeryüzündeki bütün zînetleri ve rızıkları, kulları için yaratmıştır ve hiç kimse bunları kafasına göre haram kılma yetkisine sahip değildir (A'raf, 32). Allah, kullara rızık olsun diye salkım salkım tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçlarını yaratmıştır (Kaf, 10-11). Kısacası, yeryüzündeki tüm nimetlerden ve zînetlerden, mü'min-kâfir demeden, şu ırk bu ırk ayrımı yapmadan, bütün insanlar yararlanabilmektedir. Öyleyse, bütün insanlar 'kul' kapsamındadır.
Kur'ân-ı Kerîm der ki, kullar içinden ancak âlimler Allah'dan korkarlar. (Fâtır, 28). ('Âlim' ile 'din uzmanı' birbirine karıştırılmamalıdır). Kullar umum, 'âlimler' ise husus ifade eder. Kullar bütün insanları, âlimler ise belirli bir zümreyi oluşturmaktadır.
Peki, nasıl oluyor da, mü'minlerin dışındaki inançsız insanlar da 'kul' sayılıyor? Bunu şöyle yorumlamak mümkündür: Her ne kadar inançsızlar, değişik biçimlerde Allah'a şirk koşmakta, Allah'ı inkâr etmekte ve O'na isyan etmekte, kimileri Allah'ın otoritesini hiç tanımamakta, kimileri bir insan olarak kendilerini ilah yerine koymakta, kendilerini ‘alâ kulli şey'in kadîr' sanmakta iseler de, elbette bütün bunlar korkunç bir cehâletin sonucudur ve aslâ hiçbir inançsız insan, kendi sandığı gibi bir kudrete sahip değildir. Nasıl ki mü'minler, Allah'ın koyduğu fizikî, sosyal ve biyolojik yasalara tâbi’ iseler, kâfirler, putperestler ve ateistler de öyledir.
Birkaç on seneyle sınırlı olan ömründe insanlar görece olarak, istedikleri şekilde güç ve kudrete mâlik oldukları zehabına kapılma özgürlüğüne sahip kılınmışlardır! Ama hiçbir insan ölüme karşı koyamamakta, ölmemeyi başaramamaktadır. Tıpkı doğmaya da karşı koyamadığı gibi. İnsanlar, her ne kadar yüzlerinde 'estetik' adıyla kendilerince birtakım 'rötuşlar' yapmakta iseler de, yaratılışı değiştirememekte, ateist, kâfir, müşrik ve namussuz bütün insanlar sonuçta, o, hesaba katmadıkları Allah'ın kendilerine bahşettiği uzuvlarla görmekte, işitmekte, koku almakta, hissetmekte, gülmekte, ağlamakta, sindirim, boşaltım ve teneffüs yapmaktadırlar. Kısacası, yaratılış kanunları tarafından kuşatılmışlık (buna emniyet içine alınmışlık da diyebiliriz…) açısından bir insanla bir kaplumbağa arasında fark yoktur. İşte bu manada bütün insanlar ve bütün varlıklar Allah'ın kullarıdır.
Ne var ki, her şeyin olduğu gibi, insan denen kulların da 'iyisi' ve 'kötüsü' mevcuttur.
Kur'ân-ı Kerîm 'iyi kullar'ı değişik sıfatlarla anmıştır. Mesela Allah 'kullarımız' diyorsa (İsra, 5) bu, Allah'ın, kendisine izafe edecek kadar O'nun rızasını kazanmış mü'min kullar olduğu anlamına gelir. Allah Nuh (Sâffât, 81), İbrahim (Sâffât, 111), Musa ve Harun Peygamberler (Sâffât, 122) için 'min ibâdinâ'l mü'minîn': "o, mü'min kullarımızdandı" demektedir. Allah diğer bazı peygamberleri anlatırken de (Muhammed: 8/Enfal, 41; Davud: 38/Sâ'd, 17; Eyyûb: 38/Sâ'd, 41; Nuh: 54/Kamer, 9; Zekeriyya: 19/Meryem, 2), onlardan 'kulumuz' diye bahsetmektedir. Süleyman ve Eyyûb, Allah'a göre 'ne güzel bir kul'durlar (Sâ'd, 30, 44). Demek ki peygamberler 'iyi kullar'ın başında gelmektedir.
'Abdün şekûr' (İsra, 3): Allah'a şükredici, yani bir kez, mesela bir yemekten sonra karnı doyduğu için değil, her zaman Allah'a şükreden, sıfatı, Allah'a şükredici olmak olan kullar demektir. Fakat bunların sayısı da ne kadar azdır! (Sebe’, 13). 'Abdün münîb' (Sebe’, 9; 50/Kaf, 8): Allah'a yönelen, yönünü Allah'a döndüren, her an Rabbine karşı müteyakkız olan mü'min kullar demektir. İbadullah el-Muhlesîn: Allah'ın ihlaslı kulları olup, bunlara cennetlerde büyük mükafatlar hazırlanmıştır (Sâffât, 40). Allah cenneti takvalı kullarına vaat etmiş ve miras bırakmıştır (Meryem, 61, 63). 'Allah'ın kulları'nın o cennetlerde içecekleri pınarlardan imrendirici bir üslupla bahsedilir (İnsan, 6). Allah cennete mü'min kulları vâris kıldığı gibi, yeryüzüne de onlardan dilediklerini vâris kılar. Çünkü yeryüzü Allah'ındır (A'raf, 128). 'Allah'ın seçkin kıldığı kullar' vardır (Neml, 59) ve bunların ilk akla geleni Peygamberler olmalıdır.
Bazen Allah'ın kendilerinden razı olduğu kullar 'ibâdurrahmân' biçiminde anılırlar ve bunlar dünyada tevazu ile hareket eden, kibre kapılmayan, edepli kullar olarak anılırlar (Furkan, 63).
İnsanın günahkârına da, tıpkı muttakîsine denildiği gibi 'kul' denilebilmektedir. "Kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullar" vardır ve bunlar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyip bağışlanma ümidi içinde olmaları salık verilir, günah bataklığına daha da batmamaları için uyarılırlar (Zümer, 53). Zira Allah kullarının yapacağı tövbeyi kabul edendir (Şûrâ, 25). Allah kullarına şefkatlidir (raûf) (Bakara, 207), onları görendir (Al-i İmran, 15). Allah kullarının kâfirlik etmelerine razı değildir (Zümer, 7). Peygamberleri inkâr eden kullar kendilerine ne kadar yazık etmişlerdir (Yasin, 30).
Allah kullarından ganîdir, onların hiçbir şeyine muhtaç değildir (Zümer, 7); O, kullarına kâfîdir, onlara yeter, onların hakkından gelir (Zümer, 36). Ve Allah kulları üzerinde kahirdir; onlar üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. (En'am, 18, 61). Fakat Allah aslâ kullarına karşı bir 'zorba' değildir, onlara aslâ zulmetmez (Âl-i İmran, 182;/Enfal, 51 v.b.). Allah adaletli ve merhametlidir.
Allah'ın has kullarından bazıları meleklerdir. Musa Peygamber'in, kendisiyle yolculuk yaptığı, Allah'ın, katından ilim verdiği, ama kimliğini açıklamadığı yol arkadaşı da 'kullarımızdan bir kul' diye anılmıştır (Kehf, 65).
İlim, kulu kul olarak, Allah'ı da Allah olarak bilmeyi ve öyle iman etmeyi gerektirir. Kulları ilahlaştırmak çok ciddi bir sapmadır. Mekke müşrikleri nasıl ki melekleri dişil varlıklar (Zuhruf, 19) ve Allah'ın kızları olarak tasavvur ediyorduysalar (halbuki melekler Allah'ın kullarıdır), Hristiyanlar da Allah'a çocuk isnad etmişler, Allah'ın İsa (A.S.)'yı (Yahudiler de Üzeyir'i) oğul edindiğini iddia etmişlerdir (Meryem, 88). Belki de hiçbir şey Allah'ı bu çirkin yakıştırma kadar gazaplandırmamıştır.
Herhangi bir insana Allah'ın sıfatlarını izafe etmek, uluhiyet ve rububiyet sıfatına tahsis etmek, o insanı Allah'ın bir cüz'ü kılmak demektir. Mekke müşrikleri bir takım geçmiş 'büyüklerini' bu şekilde putlaştırıyorlar, o insanları/kulları Allah'ın bir cüz'ü kılıyorlardı (Zuhruf, 15). Bu ise insanın açık bir küfrüne, nankörlüğüne, körlüğüne delâlet etmektedir. Çünkü Allah Allah'dır, kul ise kul. Bunu böyle takdir edememek, insanoğlunun düşebileceği en feci bir dalâlettir. İşte Hristiyanlar da İsa (A.S.)'yı tıpkı Mekke müşrikleri misali, Allah'ın bir cüz'ü kıldılar.
Kur'ân-ı Kerîm Ehli Kitab'ın taşkınlıkları tenkid edilirken, hiçbir peygamberin, Allah'ın kendisine vahiy, hikmet ve nübüvvet verdikten sonra kalkıp da insanlara: "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesinin mümkün olmadığına, bilakis insanları Allah'a halis kullar olmaya davet etmek durumunda olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun da ötesinde bir Peygamberin, sadece Peygamberi değil, melekleri ve diğer enbiyâyı da ilah edinmelerini önermesi olacak şey değildir (Âl-i İmran,79). Zira böyle bir ilahlaştırma açıkça kâfirliktir (Âl-i İmran, 80). Burada 'hiçbir insan' kaydıyla aslında İsa Peygamber'in kastedildiği açıktır. Şu halde "biz Hıristiyanız" diyenlerin yaptığı, kâfirlikten başka bir şey değildir. Öyleyse İsâ (A.S.) Allah'a kuldur, annesi Meryem Allah'a kuldur, diğer peygamberler de Allah'a kuldurlar.
Oysa ki diyor Kur'ân-ı Kerîm, İsa ve annesinden kinaye olarak, "göklerde ve yeryüzünde var olan her şey, Rahmân Allah'ın huzuruna sadece birer kul olarak çıkarlar." (Meryem, 93). Kâfirlerin Allah'a izafe ettikleri melekler, Peygamberler ya da Peygamber annesi gibi insanlar tamamen Allah'ın ilmi ve ihatası altındadır, hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna teker teker, yalnız başlarına geleceklerdir (Meryem, 94).
Tam bu noktada, İslam imanının bir cümlecik manifestosu diyebileceğimiz kelime-i şehâdetin yarısının "ben tanıklık ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlüdür" sözü ne kadar büyük bir anlam kazanmaktadır. Bu akidenin sağlam bir şekilde bizlere kadar intikal etmesini sağlayan Rabbimize sonsuza kadar şükretmemiz için bir sebeptir bu. Evet, Muhammed Allah'ın Resûlüdür, elçisidir, nebisidir ve fakat unutulmamalıdır ki aynı zamanda Allah'ın, O’nu Peygamber seçen Rabbi’nin kuludur. O da yemek yiyen, çarşıda-pazarda gezen, yani tıpkı bizim gibi, tıpkı bütün insanlar gibi aynı bedensel özelliklere, aynı fiziki-biyolojik ihtiyaçlara sahip bir insandır (İsra, 93). O da ebedî değildi, yaşadı ve öldü. O da diğer insanlar gibi, diğer peygamberler gibi, Allah'ın takdir ettiği gün dirilecek ve O da herkes gibi Rabbi’nin huzurunda hesap verecektir (A'raf, 6).Kul olmak, kulun Rabbine karşı daima tezellül içinde olmasını gerektirir. İnsan Rabbine karşı edepli olmalı, haddini aşmamalı, O'nu daima yüceltmeli, O'nu sena etmeli ve O'na kulluk yapmalıdır. İyi bir kul, sadece zor günlerinde değil, aynı zamanda iyi günlerinde, sağlığı yerinde iken, varlıklı ve 'güçlü' olduğu zamanlarda da Rabbine itaat etmeli, O'nun emrinden çıkmamalıdır.”