KULLUK ALLAH’A GÖTÜRÜR
Üç ayların ilki mübarek Recep ayının içerdiği ikinci kandil gecesi olan İsra ve Mirac mucizesinin 1432. yıldönümü, 8 Temmuz 2010 Perşembeyi Cumaya bağlayan gece, ülkemizde ve İslam âleminin her yerinde coşkuyla kutlandı. Toplantılar tertiplendi, hayır hasenat yapıldı, fakir fukara gözetildi, akrabalar arandı, aile büyükleri, hastalar, halsizler, yaşlılar ve kimsesizlere gidilerek gönülleri alındı. Ebediyete göçen yakınların kabirleri ziyaret edilerek ruhlarına fatihalar gönderildi. Tebrik telefonları edilerek hayırlı dilek ve temennilerde bulunuldu. Kur’an-ı Kerim ve mevlid-i şerifler okundu. Eller Allah’a açılarak dualar yapıldı. Tevbe ve istiğfar edilerek rahmet ve mağfiret niyazında bulunuldu. Radyo ve televizyonlarda yayınlanan konuşmalarla tertiplenen toplantılarda isra ve miraç mucizesinin mana ve mahiyetiyle idrak edilen bu mübarek gecenin feyiz ve fazileti dilegetirildi.
Bu cümleden olarak 8 Temmuz 2010 Perşembe günü saat 11.00’de YOYAV Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Kulluk Allah’a Götürür” konulu programda kulluk kavramı üzerinde durularak İsra ve Mirac mucizesinin Yaradan’a yar olma ve yalvarma boyutları ile ilgili önemli açıklamalarda bulunuldu.
Bu tür programların müdavim ve muhibbi olan YOYAV’lılarla dostlarının akın ettiği toplantıda davetlilere duyarlı dakikalar yaşatan Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şunları söyledi:
“İnanan insan olmanın onurunu taşıyan, İsra ve Miraç mucizesinin 1432. yıldönümüne yaklaşıp onu idrak etme saadetini yaşayan inançlı, bilinçli ve sevinçli kardeşlerim!
Kullarına Kur’an’la konuşan, inananlara ihsan ve ikramda bulunan, mü’minlere merhametini, muhsinlere ihsanını ve mükrimlere ikramını esirgemeyen yüce Allah’ın selâm ism-i şerîfinin esenliğine ermeniz dileğiyle sözlerime başlarken, güzîde heyetinizi en içten ve en hâlisâne duygularla selamlıyor, kullukta kaim, iman, ibadet ve istikâmette daim olmamızı diliyorum. Eşiğinde bulunduğumuz ve bu gece bir kere daha idrak etme bahtiyarlığına ereceğimiz İsra ve Mirac kandilini layıkı vechiyle ihya ederek Resulullah’ın yolunda ve izinde olma azmimizi tazelememizi temenni ediyorum.
İnananlara ihsanını saçan ve tevbe edip dönenlere kapılarını açan yüce Mevla’dan bizleri bu gece bağışlayıp rahmetine daldırdığı ve cennetine aldırdığı mutlu ve bahtiyar kullarından kılmasını niyaz ediyorum.
Fikrî ve fiilî faaliyetlerimizi izleyen dostlarımızla, sohbet toplantılarımızın müdavimi olan kardeşlerimizin hatırlayacakları üzere, geçen yıllarda kutlanan İsra ve Mirac kandilleri dolayısıyla düzenlediğimiz toplantılarda “İsra ve Miracın Mana ve Mahiyetiyle Mü’minlerin Motivasyonundaki Yeri”, “Mevla’nın Mü’minlere Miraç Armağanları”, “İsra ve Miraç Mucizesinin Düşündürdükleri”, “Mirac ve Namaz” gibi konularda bazı önemli açıklamalarda bulunmuştuk. Bu açıklamaların bir kısmını Vakfımızın yayın organı olan YOYAV Dergisi’nin 168. sayısında yayınlanmıştı. Dolayısıyla bugünkü sohbetimizde daha önce dilegetirilen hususlara değinmeden kulluk kavramı üzerinde durarak İsra ve Mirac mucizesinin Yaradan’a yar olma ve yalvarıp yakarma yönleri ile ilgili bazı bilgileri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Yüce Allah’tan bize bildiklerimizi aktarmada, size duyduklarınızı değerlendirmede ve cümlemize İsra ve Miracın inceliklerini idrak ederek Allah’a layık kul, Resulune layık ümmet ve mü’minlere layık kardeş olmada tevfîkini refîk etmesini diliyorum. Bu vesîleyle bizi ilk defa dinleyen kardeşlerimizin ön bilgi edinmeleri için konuya geçmeden önce insanlık tarihinde benzeri bulunmayan İsra ve Mirac mucizesiyle ilgili bazı özet bilgiler sunmakta fayda mülahaza ediyorum. İsra ve Mirac, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in 52 yaşında iken bir gece (Recep ayının 27. gecesi) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan da Yüce Allah’ın huzuruna vardığı, içerisinde pek çok hikmetin bulunduğu mübarek bir yolculuktur. Bu yolculuk, varlık düzeyinde, hakikat göğünün katmanlarında olduğu kadar, Allah’a ulaşmak için kat etmesi gereken yolu görmek isteyenlere de emsal teşkil eden kutlu bir yolculuktur. Bu anlamda İsra ve Mirac, insanın erdem yolculuğunu, beşerîlikten insanîliğe yükselişini ifade etmektedir.
Bizzat Peygamberimiz tarafından mü’minin miracı olarak nitelenen namaz da iç dünyamızdaki yükselişi ve arınmayı ifade eder. Çünkü mü’min, namazda Rabbinin huzurunda durarak, sadece O’na ibadet etme ve sadece O’ndan yardım isteme özgürlüğünü yaşar. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in Mirac’ından ilham alarak topyekûn insanlığın her türlü ayıp, hata, vebal ve günahı geride bırakarak manevî yükselişi üzerinde de düşünmek zorundayız. Bunun da yolu, fani hevesler peşinde ömür tüketmek yerine yaşadığımız hayatın geçiciliğini farkedip Allah’a dönmek, O’nun rızasına uygun bir hayat sürmek, geride insanlık için yararlı işler yapmaktır. İsranın vukuu ayetle, miracın vukuu da mütevatir hadisle sabittir. Dolayısıyla İslam bilginleri, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayanın kâfir, göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayanın da fasık (sapık) olacağını söylemişlerdir.
Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in 17. suresinin adı İsra Suresi’dir. Mirac mucizesinin Mekke’den Kudüs’e kadar olan kısmı bu surede anlatıldığından, sure “İsra” adını almıştır. Bu surenin ilk ayetinin meali aynen şöyledir: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.”
Allah Teala’nın noksan sıfatlardan münezzeh olduğu bildirilen bu ayette Hz. Peygamber’den sözedilirken “kulu” kelimesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Sohbetimizin konusunun “Kulluk Allah’a Götürür” şeklinde belirlenmesinde bu kelime etken olmuştur.
Hadis kitaplarında yer alan birçok hadis-i şerifte belirtildiği üzere Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), Miracda Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Kürsî, Arş ve Ruh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allah Teala’yı gördü. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup bir anda, Kudüs’e ve oradan da Mekke-i Mükerreme’ye geldi.
Miraç’ta 5 vakit namaz farz oldu. Miraç’tan önce yalnız sabah ve ikindi namazı vardı. Mirac gecesi, akşam namazı 3 rekat, öteki namazlar 2 rekat farz oldu. Medine-i Münevvere’de ikinci emirle sabah ve akşamdan başkası 4 rekate çıkarıldı. Hicretin 4. yılında bunlar seferi olanlar için yine 2’ye indirildi.
Miraç hadisesiyle, Müslümanların imanı kuvvetlendi, kâfirlerin düşmanlığı arttı. Peygamberimize kâfirler inanmadı: “Mecsid-i Aksa’nın kaç kapısı, kaç penceresi var?” gibi sorular sordular. Peygamberimiz Mirac’da dikkat etmemişti. O anda, Cebrâil aleyhisselam, Mescid-i Aksa’yı gözünün önüne getirdi ve cevap verdi.
Hak Teâlâ’nın Habibini huzuruna aldırıp cemaliyle onurlandırmasının hikmetini tam olarak ifade etme imkânına sahip değiliz ama Hz. Peygamber (S.A.V.)’in örnek hayatı ile meali arzedilen ayet-i kerime ve bu gece 1432. yıldönümünü idrak edeceğimiz Miraç mucizesinin içeriğini anlatan hadis-i şeriflerden yola çıkarak, Resulullah’a bazı ayetlerin gösterilmesi, görevini eksiksiz ifa eden, Peygamberler zincirinin son halkası ve hayatının her yönüyle örnek bir insan olmasının yanında, Allah Teâlâ’ya kullukta doruk noktaya ermesinin Cemalullah ile ödüllendirilmesi ve değerinin dünyaya duyurulmasıdır diyebiliriz. Ayrıca yalnız ve sahipsiz olmayıp hayatı boyunca Hakkın himayesinde olduğunu, tebliğ ettiği Kur’an nurunu söndürmeye ve davet ettiği İslam dinini durdurmaya kimsenin gücü yetmeyeceğini aleme ilanı olduğunu da ifade edebiliriz. Dolayısıyla İsra ve Mirac mucizesinin, Resûlullah’ın Allah katındaki yeri ile yüceliğinin yer ve gök ehline duyurulmasına, hiçbir Peygamberin nail olamadığı ilahî lutuflarla doyurulmasına, dünyevî ve uhrevî konularda değerli bilgilerle donatılmasına vesîle olan mübarek ve müstesna bir hadise olduğunu söyleyebiliriz.
Bu hadise, ilahî irade ile bir gecenin belirli bir bölümünde gerçekleştirilen bir yükseliş yolculuğudur. Sonucu, Resûlullah’ın Allah katında ağırlanması ve itibarının tüm yaratıklara duyurulmasıdır.
Başta Peygamberler ve onlara inanıp yanlarında yer alan yakın arkadaşları olmak üzere bir çok asfiya ve evliyanın, Allah Teâlâ’nın has ve halis kullarından oldukları bilinmektedir. Bütün Peygamberler Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın kulu olarak zikredilmektedirler. Örneğin Sâd Suresi’nin 17. ayetinde: “... Kulumuz Davud’u, o kuvvet sahibi zatı hatırla...” buyurulmaktadır. Bu surenin 30. ayetinde Süleyman Aleyhisselam hakkında: “... Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu O, daima Allah’a yönelirdi.” buyurulmaktadır. Yine bu surenin 41. ayetinde Eyup Peygamber hakkında benzeri ifade bulunmaktadır. Aynı surenin 45. ayetinde İbrahim, İshak ve Yakup Peygamberlerden sözedilerek: “Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da an.” buyurulmaktadır. Henüz beşikte bir çocukken konuşan İsa Peygamberin kavmine söylediği sözlerin aktarıldığı Meryem Suresi’nin 30. ayetinde geçen: “(Çocuk) şöyle dedi. ‘Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı.’” mealindeki cümlelerin ilkinde Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olduğunu söylediği vurgulanmaktadır.
İsra Suresi’nin meali arzedilen 1. ayetinde de Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Allah’ın kulu olduğu ifade edilmektedir. İsra mucizesinin anlatıldığı bu ayet-i kerime de Allah’ın kulu olduğu belirtilerek bu müstesna meziyetine dikkat çekilen Kainatın Efendisi sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in izinde olan mü’minler de kulluk kademelerinde yücelerek Yaradan’a yaklaşma imkânına sahiptirler. Bu imkânı idrak edenler, kullukta kaim, iman, ibadet ve istikâmette daim olmanın gayreti içinde olup, Yaradan’a yar olmayı en büyük kâr telakkî ederler. Ancak üzülerek ifade edelim ki günümüzde gözardı edilen ve üzerinde dikkatle durulmayan kavramlardan biri de kulluk kavramıdır. Müslümanlarca mutlaka bilinmesi ve ömür boyu gözönünde bulundurulması gereken bu kavramın içeriği maalesef yeteri kadar bilinmemekte ve önemi idrak edilmemektedir. Yaratılmamızın yegane gayesi olan kulluk görevimizi eksiksiz olarak ifa etme yönünde gerekli hassasiyet gösterilmemektedir. Dolayısıyla Zariyat Suresi’nin: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” mealindeki 56. ayetindeki ilahî uyarıya yeteri kadar uyulmamaktadır. İnanan insanlar bu uyarıyı ömür boyu gözönünde bulundurarak düşünce, duygu ve davranışlarını devamlı bu doğrultuda dizayn etmelidirler.
Unutulmamalıdır ki her insan, kulluk görevlerini yapmak için yaratılmıştır. Herkes, Allah Teâlâ’nın yaratıcı, kendisinin de yaratılmış olduğunun bilincinde olmalıdır. Bir kimse Allah Teâlâ’ya kul olması için, O’ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hz. Mevlana’nın dediği gibi kulluk insan açısından en büyük gerçektir. Varoluşun gayesini, hayatın mana ve önemini ifade eder. İnsan için kulluktan daha anlamlı bir iş mevcut değildir. Kulluk nüktesinin kaybolduğu her hareket anlamsız, her ümit sonuçsuz ve her teşebbüs nihai olarak başarısız kalmaya mahkumdur.
Allah’a kul olmak için, O’nun istediği inanç, evsaf ve samimiyette bir insan olmak gerekir. Dolayısıyla Allah’a kul olan kimse, tam bir doğruluk ve özveri ile O’na bağlanıp bütün isteklerini yerine getirmeye hazır olan insandır. Evlayının büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî’nin dediği gibi, kulluk; insanın, acizliğini idrak edip, anlamasıdır. Osman bin Merzûk el Kureşî Hazretlerine: “Hakiki kul kime denir?” dediklerinde: “Hakiki kul, Mevlası hariç herşeyden ümidini kesendir.” buyurmuştur. Kul olduğunu iddia edip, şahsi arzularına uyan kimse bu iddiasında yalancıdır. Çünkü, kul kendi arzuları değil, sahibinin iradesi istikametinde hareket etmelidir. Kişi kendi benliğinden sıyrılıp Hak ile beraber olursa, o zaman kulluk makamına kavuşur. Kul olabilmek pek yüksek bir makamdır. Allah Teâlâ’ya karşı gerçek kulluk, O’nun Resûlünü örnek alıp, yaşadığı gibi yaşamakla ispat edilir. Bir kulun, Allah Teâlâ’nın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnet-i seniyye-i Muhammedîye göre hareket etmesi, salih kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allah rızası için insanlara iyilik yapması, müslümanların işlerini görmesi ve vakitlerini Allah Teâla’nın dinine hizmetle geçirmesi saadet alametlerindendir.
Kul, gizli ve açık her zaman Allah Teâlâya itaat eder, hiçbir an O’nun emrinden çıkmaz. Kendisine kötülük edene iyilik eder, nefsin arzusuna uymaz, nimet zamanında şükreder, şiddet zamanında sabreder. Kendinden aşağı olana ikram eder. Kendisiyle iştişare edenin sözünü dinler. Büyük velilerden Ebu Hafs Haddâd en-Nişâbûrî Hazretlerine: “Kulu Allah Teâlâ’ya yaklaştıran en iyi iş nedir?” diye sorduklarında: “Kulu, Allah Teâlâ’ya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlukârda daimî surette O’na ihtiyaç duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye uyması ve gıdayı helal yoldan temin etmesidir.” demiştir. Türkistan’da yetişen büyük velilerden Ebu Saîd Ebu’l-Hayr da şöyle demiştir: “Allah Teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir. Arş ve kürsî de değildir. Perde, insanın benliğidir. Bu, aradan kaldırılırsa Allah’a kavuşulur.”
Kul olanın kıymeti, Ma’bûdu olan Allah Teâlâ’ya göredir. Arifin şerefi de Ma’rûfa göredir. Maddeye tapanın değeri maddeye göre, Allah Teâlâ’ya tapanın değeri de O’na göredir. Allah’a kulluktan daha şerefli bir şey yoktur. Bu gerçeğin bilincinde olan Hak dostlarından Hz. Mevlana’nın şu sözü câlîb-i dikkattir: “Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben kul, utanarak başımı önünde eğiyorum! Her kul âzad edilince (kulluktan kurtulunca) sevinir. Halbuki ben, Senin kulun olduğum için seviniyorum.”
Kul, Rabbi ile alışverişte olamaz. Ben şu kadar namaz kıldım, Sen de bunun karşılığı olarak şu kadar sevap vereceksin diyemez. Kul, sadece emredileni yapar. Allah Teâlâ’ya sevap umarak veya azabından korkarak hizmet eden, tamahını ve hasisliliğini ortaya koyar. Kulun efendisine bir bedel karşılığı hizmet etmesi düşünülemez.
Mevlana merhum: “Kul vardır, daima elbise ister, bahşiş ister. Aşığın elbisesi ise sevgilinin yüzüdür. Sevgiliyle buluşmaktır.” demiştir. Yani kul vardır, karşılık beklemeden Allah’ı, Allah rızası için sever; fakat Allah bir kulunu sevmeyince o kul Allah’ı sevemez. Sevgi Allah’tan gelince kul, ne cennet dileği, ne de cehennem korkusuyla ibadet eder. Bir kula ibadet zevkini veren Hak’tır. Hem Allah’a aşık olmak, hem de Allah’tan şunu bunu istemek Hak aşığına yakışmaz. Nitekim Rabia-i Adeviyye Hazretleri Cenab-ı Hakka hitaben: “Allah’ım! Senin izzetine ve celaline yemin ederim ki, cehennem ateşinden korkarak yahut cennetini isteyerek Sana ibadet etmiyorum. Ancak Senin rızan, Senin aşkın için Sana kulluk ediyorum!” diye yakarışta bulunmuştur.
Abdullah Harrâz Hazretleri buyurdu ki: “Kulun en aşağısı, namazını ve tesbihini kendi gözünde büyüten, yaptığı ibadetler sebebiyle, Allah Teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allah Teâlâ’nın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın? Peygamberlerin en üstünü ve Allah Teâlâ’ya en yakın olan Resulullah Efendimiz bile, Allah Teâlâ’nın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır.”
İmam-ı Gazali Hazretleri buyurdu ki: “Benî İsrailden birisi çok seneler ibadet etmişti. Allah Teâlâ, bunun ibadetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip şöyle sordurdu. ‘Daha ne kadar ibadet edeceksin? Cennetlik olmadın mı?’ Cevabında dedi ki: ‘Benim vazifem, kulluk yapmaktır. Emir sahibi O’dur.’ Melek bu cevabı işitince: ‘Ya Rabbî! Sen her şeyi bilirsin. O kulunun cevabını da duydun’ dedi.”
İstanbul’un manevî fatihi, büyük alim, hekim ve veli Akşemseddin Hazretleri: “Kulluk beş kısımdır: Birincisi; ten kulluğudur ki bu, Allah Teâlâ’nın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. İkincisi; nefs kulluğudur ki bu kulluk, nefsi terbiye etmek, islah etmek, mücahede ve nefsin istemediği şeyleri yapmak, riyazet çekip, nefsin istediği şeyleri yapmamaktır. Üçüncüsü; gönül kulluğudur. Bu ise, dünyadan ve dünyada bulunan şeylerden yüz çevirip, ahirete yönelmek ve ahirete yarar iş yapmaktır. Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu, herşeyi bırakıp, tamamen Allah Teâlâ’ya dönüp, O’nun rızasını kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğudur. Bu kulluk, müşahedeye ermek için kendini Allah yoluna vermekle olur.” buyurmuşlardır.
Evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerine: “İnsan, Allah Teâlâ’nın saf kullarından olduğunu ne zaman ve nasıl anlar?” diye sorduklarında: “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevabını vermiştir.
İmâm-ı Kuşeyrî: “Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak Teâlâ’nın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allah Teâlâ beni zengin kılarsa, dinimin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O’nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.” buyurmuştur.
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem Hazretlerine: “Sen kimin kulusun?” demişler. Titremiş, yere düşmüş ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başlamıştır. Bir müddet sonra kendine gelmiş, kalkmış ve bir âyet-i kerîme okumuştur. Niçin cevap vermedin?” demişlerdir. İbrahim bin Edhem; “Korktum, eğer O’nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem” buyurmuştur.
Kıymetli kardeşlerim!
Kullukta kusur etmemiz temennisiyle sözlerimi noktalarken, eşiğinde olduğumuz mübarek İsra ve Miraç kandilinde diğer mübarek gecelerde olduğu gibi, kaza namazları kılmamızı, Kur’an-ı Kerim okumamızı, tevbe ve dua etmemizi, büyüklerimizi ziyaret etmemizi, fakirleri sevindirmemizi, dünya ve ahiret saadeti için bütün müslümanlara dua etmemizi tavsiye ediyorum. Bu duygularla, İsra ve Miraç kandilinizi tebrik ediyor, yapılacak duaların bütün İslam aleminin birlik ve beraberliğine, insanlığın hidayetine vesîle olmasını, başta yakın çevremiz ile İsra ve Miraç mucizesinin cereyan ettiği kutsal topraklar olmak üzere bütün dünyada hak ihlallerinin sona ermesini, acı ve gözyaşlarının, şiddet ve terörün yerini kalıcı bir huzur ve barışın almasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.