MEHÂFET-İ MEVLÂ VE RECA-İ RAHMET
İnsanoğlunun hayatı boyunca yaşadığı her anın ayrı
bir anlam ve değeri vardır. Değersiz bir zaman dilimi yoktur. Değerli olan
zaman, değersiz davranışlarla geçirilmemelidir. Kişinin kendine, ailesine,
yakınlarına, milletine, memleketine faydası olacak fikrî ve fizikî
faaliyetlerle değerlendirilmelidir. Dünya ve ahiret hayatının iyileşmesinde,
Yaradan’a yaklaşmasında ve yaratıklarla kucaklaşmasında etken olacak iş, ibadet
ve uğraşlarla doldurulmalıdır. İşe, ibadete ve dinlenmeye yeteri kadar vakit
ayrılmalıdır ama boşa geçirmeye aslâ. Zira müslümanın hayatında vakit öldürmeye
yer yoktur. Bir işi bitirince başkasına başlamalıdır. Kutsal kitabımız Kur’ân-ı
Kerîm’in İnşirah Suresi’nin 7. ayetinde yer alan bu hususla ilgili İlahî buyruk
şöyledir: “Boş kaldın mı hemen başka işe koyul.”
Dünü döndürmenin, günü durdurmanın ve yarını bugüne
getirmenin imkânsız olduğunu bilen basîretli insanlar, yaşadıkları her anı
ilim, ibadet, iyilik ve faydalı bir işle geçirirler. Bilhassa feyiz ve fazileti
bol olan manevî mevsimlerle dinî değeri büyük olan gün ve geceleri, Yaradan’a
yaklaştıracak duyarlı ve dirayetli davranışlarla değerlendirip ihya etmeye özen
gösterirler.
Bu cümleden olarak üç aylarla kandil gecelerinin,
bayramların ve Cuma günlerinin manevî havasını doyasıya teneffüs etmenin
gayreti içinde olurlar. Bu mübarek mevsimlerle gün ve gecelerin gelişine
sevinir, gidişine üzülür, benzerlerini bekler ve nasip olursa bir sene
sonrakine ermeyi temenni ve niyaz ederler.
Halkımızın hasretle beklediği bu müstesnâ zaman
dilimlerinin en uzunu ve en kapsamlısı olan üç ayların ilki olan Recep ayına 11
Mayıs 2013 Cumartesi günü mülâki oldular. 16 Mayıs 2013 Perşembe gününü Cuma’ya
bağlayan gece de Regaib Kandilini idrâk etmenin bahtiyarlığına erdiler.
Bu mübarek geceyi ibadet, taat, tilavet-i Kur’ân,
zikir, şükür, tevbe ve istiğfarla ihya etmenin yanında, düzenlenen kutlama
programları ile mevlid-i şerif meclislerine katılmanın gayreti içinde oldular.
Bu vesîle ile bir kere daha ellerini gönülleri ile birlikte Allah’a açarak
ebediyete göçen yakınlarına rahmet ve mağfiret, hayatta olan büyüklerine sağlık
ve saadet, kendilerine de bağış, bereket, hidayet ve muvaffakiyetle hüsn-ü
hâtime niyazında bulundular.
Üç aylar, mübarek gün ve geceler, Yüce Rabbimiz
tarafından bizlere lütfedilen asla dönüş, manevî diriliş ve yükseliş
fırsatlarıdır.
Üç ayların manevî iklimine girildiği müjdesini
taşıyan Regaib Kandili de Cenâb-ı Hakk’a yürekten yöneliş ve yakarışın,
günahlardan arınmanın, nefsimizin yanıltıcı arzularından uzaklaşmanın
imkânıdır.
Bu gecede Rabbimizle, yakınlarımızla ve çevremizle
bağlarımızı yeniden gözden geçirir, bu vesileyle olgun dindarlığın iman,
ibadet, ahlâk bütünlüğünü sağlamaktan geçtiğini bir kez daha hatırlarız;
doğruluk ve dürüstlüğün, paylaşımın, hak ve hukuka riayetin, barış içinde
yaşamanın, kutsala saygının insanî erdemler bağlamında ulaşılabilecek en üstün
değerler olduğunu hissederek ahlâkımızı bu erdemlerle donatma irademizi
yenileriz.
Regaib, “çok değerli hediye, bağış, içten gelerek ve
yoğun bir şekilde arzu edilen şey” anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın, ilahî
ihsan ve manevi hediyelerinin diğer zamanlardan daha çok tecelli etmesi ve
samimi kalple Allah’a yönelenlerin affedilme ümitleri dolayısıyla, müminler
tarafından heyecanla beklendiği ve gönülden arzulandığı için Receb ayının ilk
cuma gecesine “Regaib Kandili” denmiştir.
Bu gecede Allah Teâlâ, mümin kullarına ragîbetler,
yani ihsanlar ve ikramlarda bulunur. Bu geceye hürmet edenler affedilir. Bu
gece yapılan dua reddedilmez ve namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere kat kat
sevap verilir.
Bu hususlarda aydınlatıcı açıklamalarda bulunarak
dostlarıyla mensuplarını motive etmek maksadıyla 16 Mayıs 2013 Perşembe günü,
kandil gecesi öncesi “Mahâfet-i Mevlâ ve Recâ-i Rahmet” konulu bir program
tertipleyen YOYAV, konuklarına duygulu dakikalar yaşattı. Öğle namazının
akabinde ve kandil gecesine sayılı saatler kala salonu dolduran davetlilere
hitap eden Dr. İbrahim Ateş yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Üç aylara ermenin, Regaib Kandilinin eşiğine
gelmenin sevinç ve saadetini yaşayan kıymetli konuklarımız, dua ve dileklerine
dostları ile yakınlarının yanında bizleri de dahil etmelerini dilediğimiz din
kardeşlerim, bu gecenin feyiz ve faziletinden faydalanıp manevî mertebelerin
merdivenlerini tırmanmalarını temenni ettiğim dava arkadaşlarım, basınımızın
güzîde temsilcileri!
Regaib Kandilinin arefesinde olmanın ve bir kere daha
bu mübarek gecenin manevî atmosferine girmenin haz ve huzuru içinde
düzenlediğimiz “Mahâfet-i Mevlâ ve Recâ-i Rahmet” konulu programımıza katılarak
kandili birlikte karşılayıp hazırlıklarımızı gözden geçirmemize vesîle olan
güzîde heyetinizi gönülden ve samimî duygularımızla selamlıyor, toplantımıza
teşrif ederek gördüğüm bu güzel tabloyu teşkil etmenizden dolayı takdir ve
teşekkürlerimizi arzederek hoş geldiniz diyorum.
Üç ayların içerdiği kandillerin ilkini idrak etmek
üzere olduğumuz bu anlamlı anda, sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in Recep ayına
girerken yaptığı dua ile sözlerime başlayarak: “Allahümme bârik lenâ fî Recebe
ve Şa’bân ve belliğnâ Ramadan” yani “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek
kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye niyaz ediyor, bir kere daha ağırlama
bahtiyarlığına erdiğimiz muhterem misafirlerimizi memnun edecek duyarlı ve
dirayetli davranışlarda bulunmamızı diliyorum.
İslam alimlerinin, ayet ve hadislerden esinlenerek
devamlı dile getirdikleri tavsiye niteliğinde olan önemli bir deyim vardır ki,
çoğumuz onu duymuşuzdur. “Mümin havf ile reca arasındadır.” Yani inanan insan
devamlı korku ile ümit arasında olur. Allah’ın azabından korkar, rahmetinden
ümitvar olur. Allah’ın azabından emin olmadığı gibi, rahmetinden de ümit
kesmez. Öyle ki, bir tek kişi cehenneme atılacak denilse, o kişinin kendisi
olabileceğinden endişe edeceği gibi, bir tek kişi cennete girecek denilse, o
kişinin de kendisi olabileceğini ümit eder. Korkudan titrer ama Allah’ın rahmet
ve mağfiretine mazhar olma dileğini de dilinden ve gönlünden eksik etmez.
Kullukta kusur etmemenin gayreti içinde olur. Yaradan’a yar ve yakin olmaya çalışır.
Korku ve reca, Yaradan’a yaklaşma yolunda ilerleyen
iman ehli insanları manevî makamlara doğru uçuran iki kanat ve ahiret
yolculuğunda önlerine çıkan engelleri aşıp amaca ulaşmalarında yararlandıkları
manevî binitlerdir.
Korku, gelecekte istenilmeyen bir şeyin olabileceği
endişesiyle kalbin elem duyup yanmasından ibarettir. İnsanların Allah’tan en
çok korkanı, kendini ve Rabbini en çok bilenidir. Bunun için sevgili
Peygamberimiz (S.A.V.) bir hadîs-i şerîfinde: “Ben, Allah’ı en iyi tanıyanınız
ve O’ndan en çok korkanınızım.” buyurmuştur. Allah Teâlâ da Fâtır Suresi’nin
28. ayetinde: “… Kulları içinde ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar…”
buyurmuştur.
Alimler, Allah’ı bilen ve O’na tazimde bulunarak
saygı besleyenlerdir. Bir hadîs-i şerîfte: “Rütbelerin en yücesi ilim
rütbesidir.” denilir. Meali arzedilen ayet-i kerimede bahsi geçen ilim, imanla
birleşen ilimdir. Çünkü iman ahiret hayatını da garanti altına alır. İmansız
ilim ise, insanlara sadece geçici dünya faydaları sağlar.
Marifet (bilgi) kemale erince korkuyu etkiler, o da
kalbe yansır ve uzuvlarda belirir. Korkunun uzuvlarda belirmesi de günahlardan
alıkoymasından ve ta’atlara yönlendirmesinden anlaşılır.
Korku, Allah’ın kullarını ilim ve amele devam etmeye
sevkettiği kırbacıdır. Kul onunla Allah’a yaklaşma imkânını elde eder, ancak
korkunun aşırı, orta ve eksik olmak üzere üç türü vardır. Bunların aşırı ve
eksik olanı makbul olmayıp, orta olanı makul ve matlup olanıdır. Zira aşırı
olanı ümitsizliğe götürür, eksik olanı da belirli bir süre sonra tesirini
kaybeder.
Allah’tan korkanların durumları da değişiktir.
Bazılarında, tevbe etmeden önce ölme korkusu ağır basar. Bazılarında,
istikâmetten inhiraf etme (sapma) korkusu ağır basar. Bazılarında, sonlarının
kötü olma korkusu ağır basar. Allah Teâlâ da dilediğini vesîlesiz yüceltir,
dilediğini de vesîlesiz alçaltır. Neyi, niçin yaptığından sual olunmaz.
Korkanlardan bazıları da, sekerât-ı mevt ve
şiddetinden veya münker ve nekirin azabından ya da kabir azabından korkarlar.
Bazıları da Allah’ın huzurunda duruşun heybetinden korkarlar. Bu arada hesapta
tartışmaya tabi tutulmaktan, sırat üzerinden geçişten, cehennem ve
şiddetlerinden, cennetten mahrum olmaktan ve Allah Teâlâ’yı görememekten
korkanlar da vardır. Bu korkuların hepsi müminin korunmasına vesîle olan
hallerdir ama en yüce mertebede olanı Allah Teâlâ’yı görememekten korkma
halidir ki o ariflerin korkusudur. Diğerleri ise zâhid ve âbidlerin korkusudur.
Müslüman, hayatı boyunca Allah’ın azap ve gazabına
uğratacak davranışlardan kaçınmalı, hiçbir zaman kendisinden ve geleceğinden
emin olmayıp kulluk görevlerini eksiksiz ifâ etmenin gayreti içinde olmalıdır.
Düşünce, duygu ve davranışlarında korku ve umudu esas almalı ve itidali ilke
edinmelidir. Ne aşırı korkuya kapılıp Allah’ın rahmetinden ümit kesmeli, ne de
aşırı umuda kapılıp pervasızca günah işlemelidir. İyilikleri ilke, vecîbeleri
ifâ ve kötülüklerden kaçınıp, Allah’ın azap ve gazabına uğramaktan korkar,
rahmet ve mağfireti ile cennet ve Cemalini umar olmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, Allah’tan korkma ve rahmetini
umma halleri, inanan insanları Yaradan’a yaklaştırıp cennet-i alaya girdiren ve
rıza-ı ilahiye erdiren manevî meziyetlerin önde gelenlerindendir. Bu gerçeği
dikkatimize getiren bazı ayet-i kerimelerle hadîs-i şerîflerin meallerini buyurun
birlikte okuyalım:
“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü
arzularından uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegane barınaktır.”
(Nâzi’ât, 40-41)
“Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet
vardır.” (Rahman, 46)
Ayet-i kerimede geçen “Rabbinin makamından” maksat,
alemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın kıyamı ve her şey üzerindeki hakimiyeti ve
insanların bütün hallerine gözcü ve muhafız oluşu demektir. Yahut insanların
kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ’nın huzuruna duruşu demektir ya da makam
kelimesi kinaye yoluyla “Rabbinden korkan” manasında da yorumlanabilir.
Korkudan kasıt yalnız yürek çarpması değil, küfür ve nankörlükten sakınıp iman
ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermek demektir. Kısacası rububiyet
sıfatını taşıyan zü’l-celal-i ve’l-ikram sahibi Rabbinin celalinden korkan,
yahut kıyamet günü O’nun celali karşısına dikileceği makamını sayıp da korkan
kimseler için de iki cennet vardır ki, biri cismani, biri ruhani cennet yahut
biri adn, biri naîm cenneti veya biri daru’l-islam, biri daru’s-selâm gibi
manalara gelebilirler. Zikredilen iki cennet için daha başka anlamlar da
söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden bunların tafsilatı bilinemeyeceğinden
daha fazla izaha girmek doğru olmasa gerekir.
“İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın
en hayırlısı da onlardır. Onların Rabbeleri katındaki mükafatları, zemininden
ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları adn cennetleridir. Allah
kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu
söylenenler, hep Rablerinden korkan (O’na saygı gösteren) içindir.” (Beyyine,
7-8)
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) de mehâfetullahın
(Allah korkusunun) mümine sağlayacağı saadeti dile getirdiği hadîs-i
şerîflerinden birinde: “Allah korkusu hikmetin başıdır” buyurmuştur.
Milli şairimiz merhum Mehmet Akif ise Allah
korkusunu, müslümanın manen mükemmel olmasında ve ahlaken yücelmesindeki yerini
dile getirdiği şiirlerinden birinde:
“Ne irfandır veren yükseklik ahlaka, ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır”
demiştir. Bir diğerinde de:
“Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfi Yezdan’ın
Ne irfanın kalır tesiri katiyen ne vicdanın”
demiştir.
Umutsuzluğa duçar olmayıp rahmet-i Rahman ve ilahi
ihsandan sürekli ümitvar olmanın zaruret ve ehemmiyetini ifade eden ayet-i
kerimelerle hadîs-i şerîflerden bir kısmının meallerini birlikte okuyup
davranışlarımızı o doğrultuda dizayn etmenin lüzumuna dikkatinizi çekmek istiyorum.
Umutsuzluğa düşmeyip Allah’ın lütuf ve ihsanı ile rahmet ve mağfiretinden
ümitvar olmayı emreden yüce Rabbimiz Zümer Suresi’nin 53. ayetinde şöyle
buyurmaktadır:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Bu ayetin, Kur’ân-ı Kerim’de en ümitli ayet olduğu
söylenir. Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik
için değil, en günahkar kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allah’a yönelmeye
teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki ayetten açıkça anlaşılmaktadır.
Bunun iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Atâ b. Yesar’dan olan
rivayete göre Hz. Hamza’nın katili Vahşi hakkında Medine’de inmiştir. İbnü
Ömer’den rivayet olunduğuna göre de demiştir ki, Ayyaş b. Ebi Rebia , Velid b.
Velid ve daha birkaç kişi Müslüman olmuşlardı. Sonra da kendilerine işkence
edilmiş, fitneye düşmüşlerdi. Biz bunlar hakkında, Allah artık bunlardan ebedî
olarak hiçbir şey kabul etmez, Müslüman oldular, sonra da bir azab ile
cezalandırıldıkları için dinlerini terk ettiler diyorduk ki, bu ayetler indi.
Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b. Ebi Rebia’ya ve
Velid b. Velid’e ve diğer birkaç kimseye gönderdi, onlar da Müslüman olup
hicret ettiler.
İbnü Abbas’tan rivayet edildiğine göre de Mekkeliler
şöyle demişler: “Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile beraber
diğer bir ilaha dua eden ve Allah’ın muhterem kıldığı (öldürülmesini haram ettiği)
bir insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o halde biz nasıl hicret eder,
Müslüman oluruz? Putlara tapınmış, adam öldürmüşüz, şirk ehliyiz.” Bunun
üzerine Allah Teâlâ “De ki: Ey kendi nefislerine karşı israf eden kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” ayetini indirdi. Bununla birlikte ayetin
iniş sebebi, kafirlerin İslam’a girmesi meselesi ise de, mananın asilerin
tevbesine de şamil olduğunda şüphe yoktur. O haydi haydi sabit olur. Demek ki
“Şüphe yok ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz” ayeti gereğince
şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir.
Allah Teâlâ cehennemi düşmanları için hazırladığını,
dostlarını da onunla korkuttuğunu bazı ayet-i kerimelerde beyan buyurmuştur.
Örneğin Zümer Suresi’nin 15. ayetinde Allah’a ortak koşanlar hakkında “(Ey
Allah’a eş koşanlar!) Siz de ondan başka dilediğinize tapın. Deki: Gerçekten
hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini ziyana
sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık hüsrandır.” buyurduktan sonra bu hüsran müşrikler
için olup, müminlerin bu kötü sonuçla korkutuldukları onu izleyen 16. ayette
şöyle beyan buyurulmuştur:
“Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da
(öyle) tabakalar var. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım!
Yalnızca benden korkun.” Benzeri bir açıklama Al-i İmran Suresi’nin 131.
ayetinde dikkatimize getirilerek şöyle buyurulmuştur:
“Kafirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının.”
Leyl Suresi’nin 14-18. ayetlerinde de şöyle
buyurulmuştur:
“(Ey insanlar!) Alev alev yanan bir ateşle sizi
uyardım. O ateşe ancak yalanlayıp yüz çeviren kötüler girer. Temizlenmek üzere
malını hayra veren iyiler ondan (ateşten) uzak tutulur.”
Müminlerin rahmet-i Rahmân’dan ümit kesmeyip iman,
ibadet ve istikâmette daim ve mağfiret-i Mennân’ı talep etmede müdavim
olmalarını tavsiye ve telkin eden hadîs-i şerîflerden bir kaçını da sizlerle
paylaşmada fayda mülahaza ediyorum.
Ashab-ı Kirâm’dan Ebu Said el-Hudrî (R.A.) demiştir
ki, ben Resûlullah (S.A.V.)’dan şöyle söylediğini işittim: “İblis, Azîz ve
Celîl olan Rabbine: ‘İzzet ve Celaline yemin ederim ki, ademoğullarının ruhları
kendilerinde olduğu müddetçe onları azdırmaya devam edeceğim’ dedi. Allah Teâlâ
da: ‘İzzet ve Celalime yemin ederim ki, onlar benden bağış diledikleri müddetçe
ben onları bağışlamaya devam edeceğim’ buyurdu.”
Ebu Hureyre (R.A.)’den rivayet edilen bir hadîs-i
şerîfte ise Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Nefsim kudret elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi giderir,
günah işleyip bağış dileyen bir kavim getirir ve onları bağışlardı.”
Yaratıklardan korkan onlardan uzaklaşır ama
Yaradan’dan korkan O’na koşar. Allah Teâlâ da, dünyada kendinden korkan kulunu
ahirette korkutmaz. Bu gerçek bir hadîs-i kudsîde şöyle beyan buyurulmuştur:
“Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ buyurdu ki: İzzetim ve Celâlime yemin ederim
ki, kulumun üzerinde iki korkuyu cem etmem. Onun için iki güveni de cem etmem.
Eğer dünyada Benden emin olursa, onu kıyamet günü korkuturum. Ve eğer dünyada
Benden korkarsa, onu kıyamet günü emin kılarım.”
Abdullah bin Abbas (R.A.)’dan rivayet edilen bir
hadîs-i şerîfte de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “İki göze ebediyen
ateş dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet tutan göz.”
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) başka bir hadîs-i
şerîfinde de: “Sizden biri Allah’a karşı hüsn-ü zanda bulunmadan ölmesin.”
buyurmuştur.
Allah Teâlâ Davut Aleyhisselam’a vahyederek: “Beni
sev, Beni seveni sev, Beni yarattıklarıma (kullarıma) sevdir.” buyurdu. Davut
Aleyhisselam: “Rabbim! Ben Seni yarattıklarına (kullarına) nasıl sevdireyim?
dedi. Allah Teâlâ: “Beni iyilik ve güzellikle an ve nimetlerimle ihsanımı
anlat.” buyurdu.
Mücahit rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Kıyamet
günü kulun cehenneme atılması emredilir. Kul: Benim zannım bu değildi der.
Allah ona: Zannın ne idi buyurur. Kul: Beni bağışlamandı der. Allah Teâlâ: Onu
bırakın buyurur.”
Korku ile umut Müslüman için o kadar önemli ve
değerlidir ki, bir kimsenin korku mu daha faziletli yoksa reca mı (umut mu)
şeklindeki sorusu, insan için ekmek mi daha önemli yoksa su mu? sorusuna benzer
ki, cevabında: “Aç olan için ekmek, susayan için de su daha değerlidir” demek
yerinde olur. Eğer kişide açlık ve susuzluk bir araya gelmişse, hangisinin daha
çok olduğuna bakılır ve “daha fazla ihtiyaç duyulan daha önemlidir” denir.
İkisine ihtiyaç aynı derecede ise ikisinin değeri de aynıdır.
Korku ve reca (umut) ile kalbler tedavi edilir. İnsan
için faziletleri de ondaki hastalığa göre değişiklik arzeder. Eğer kalbin
Allah’ın azabından emin olma hali ağır basıyorsa, korku daha faziletlidir. Keza
kulun günah işleme hali galip ise onun için de korku daha faziletlidir ama
Allah’ın rahmetinden ümit kesme hali daha fazla ise ona da reca (umut) daha
faziletlidir. Bununla birlikte mutlak bir şekilde korkunun daha faziletli
olduğu söylenebilir.
Korku ve recanın (umudun) kaynağına bakılınca da
recanın daha faziletli olduğunu söylemek yerinde olur. Çünkü reca rahmet
denizinden, korku da gazap denizinden sulanmaktadır. Bu konudaki dayanağımız,
Allah Teâlâ’nın: “Rahmetim gazabımı geçti.” buyruğu olmalıdır.
Muttakilere göre de faziletli olan, korku ve recanın
itidal (dengeli olma) halidir. Bunun için: “Müminin korkusu ve recası (umudu)
tartılsa, birbirine denk olduğu görülür.” denilmiştir.
Bu inanç ve anlayışla idrak edilen Regaib kandilini
ihya edip, geceyi ibadet, istiğfar, tevbe ve benzeri taat türleri ile
değerlendirmemiz temennisiyle sözlerimi noktalarken, ebediyete intikal eden
büyüklerimizle yakınlarımızın ruhlarını okuyacağımız Fatihalarla şad etmemizi,millet
ve memleketimizin saadet ve selameti niyazında bulunmamızı ve yek diğerimize
hayırlı dua ve dileklerde bulunmamızı diliyor, bu mübarek kandil gecesinin
hayırlara vesîle olmasını niyaz ediyorum.”
Dr. Ateş, dikkatle dinlenen mesaj yüklü konuşmasının akabinde okunan 5 hatm-i şerifin duasını yaparak sevabını sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) başta olmak üzere peygamberlerin ruhlarına din ve devlet büyüklerinin, ebediyete intikal eden YOYAV’lılarla faaliyet ve hizmetlerine katkıda bulunan dostlarının yakınlarından vefat edenlerin ruhlarına bağışladı.
Program davetlilere kandil simidi ve gofret ikramı ile noktalandı.