Merhamet Medeniyetinin Müessisi
Peygamberler zincirinin son halkası ve insanların tamamına Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumuyla dünyayı onurlandırmasının yıldönümü olan Mevlid Kandili’ni bir kere daha idrâk ve ihyâ etme bahtiyarlığına eren Müslümanlar, 19 Kasım 2018 Pazartesi gününü 20 Kasım 2018 Salı gününe bağlayan geceyi, Peygamber sevgisi ve izinde olma azmini yansıtan duyarlı ve dirâyetli davranışlarla dolu dolu birbirinden güzel programlarla değerlendirerek kutladılar. Milyonlarca müslümanın muhabbet-i Muhammedî ile harekete geçip ibâdet, ta’at ve Resûlullah’a salât ve selâm ile geçirdiği bu gece, müminlerin manevî bayramlarından biri olarak ihyâ edildi. Suudi Arabistan hâriç, İslam ülkelerinin tamamında ve Müslümanların yaşadığı her yerde coşkuyla kutlanan Mevlid Kandili, tertiplenen toplantılar, yapılan dualar, okutulan Mevlid kasideleri, getirilen salâvât-ı şerîfeler ve düzenlenen televizyon programlarıyla dolu dolu geçirildi. Bu vesîleyle ülkemizde kutlama programı gerçekleştirilen kuruluşlardan biri de YOYAV’dı.
19 Kasım 2018 Pazartesi günü YOYAV Kültür Merkezi’nde saat 13.30’da tertiplenen toplantıya çok sayıda davetli katıldı. Emekli İl Müftüsü Muslihiddin Kartal’ın Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle başlayıp, Araştırmacı-Şair ve Yazar Abdullah Satoğlu’nun Yaman Dede’nin “Dahilek Yâ Resûlallah” şiirini okuması ve sinevizyon gösterisiyle devam eden programda, okunan 66 hatm-i şerîf, 1820 Yâsîn-i şerîf, 900 En’am Suresi, 69 bin 700 İhlâs-ı şerîf, 88 bin 600 Fâtiha-i şerîfe ve diğer süver-i şerîfelerle getirilen 2 milyon 20 bin 447 salavât-ı şerîfe ve 903 bin 500 kelime-i tevhidin duası yapılarak, sevabı rûh-u Resûlullah’a ihdâ edildi.
Daha sonra davetlileri sevgi ve saygıyla selamlayarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in merhametiyle ilgili önemli açıklamalarda bulunan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmada şu cümlelere yer verdi:
“Hz. Muhammed (s.a.v.)’e hürmet ve muhabbette kusur etmemenin gayret ve kararlılığı içinde olduğuna inandığım kıymetli konuklar, doğumuyla dünyayı onurlandıran sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in ümmeti olma bahtiyarlığına eren değerli dostlar, kâinâtın Efendisinin doğumunun yıldönümünü kutlamak gayesiyle salonumuzu şereflendiren sevgili kardeşlerim!
İki cihan güneşi, insanlığın Efendisi ve âlemlere rahmet vesîlesi olan sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğumuyla dünyayı onurlandırmasının yıldönümü olan Mevlid Kandili münasebetiyle düzenlediğimiz “Merhamet Medeniyetinin Müessisi” konulu bu programa teşrif ederek Efendimiz aleyhissalâtü vesselâma selam, sevgi ve saygılarımızı birlikte arz etmemize vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, Ravzasına dâhil, şefâatine nâil ve civarına vâsıl olmamızı diliyorum.
Muhabbet-i Muhammedî ile yanıp tutuşan bir şair, bir Peygamber aşığı olup, O’na hürmet ve muhabbetiyle özlemini devamlı dile getirmenin yanında, saba rüzgârına yalvarıp yakararak:
“İn nilte yâ rîha’s-sabâ yevmen ilâ ardı’l-Harem.
Belliğ selâmî Ravdaten fîha’n-Nebiyyü’l Muhterem.” Yani:
“Uğrar isen ey bâd-ı Sabâ Haremeyne.
Tazîmimi arz eyle Resûlü’s-Sakaleyne.”
diyerek hürmet ve muhabbetiyle selam ve saygısını Resûlullah’a ulaştırmasını istemişti.
Medine-i Münevvere’ye varıp, Resûlullah (s.a.v.)’in ziyaretiyle şereflenme arzusuyla yanıp tutuşan bu Peygamber aşıkının, selam ve saygısını O’na ulaştırması için esen rüzgâra öyle yakarması, bize sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in:
“Allah Teâlâ’nın (yeryüzünde) gezen melekleri vardır. Onlar bana ümmetimin selamını iletirler.” mealindeki hadîs-i şerîfini hatırlatmaktadır.
Dolayısıyla gelin sohbetimize başlamadan önce Peygamberimiz (s.a.v.)’e salât ve selamlarımızı birlikte arz edelim:
“Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah.
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Nebiyyallah.
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Habîballah.
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ nûre arşillah.
Essalâtü vesselamü aleyke yâ seyyide’l evvelîne ve’l âhirîn.”
Mevlâ-i Müte’âl Hazretlerinden, ervâh-ı âcizânelerimizi, rûh-u Resûlullah ile iletişim içinde kılması, O’nunla devamlı gönül bağı içinde olmamızı nasip etmesi niyazıyla sözlerime başlarken, hayatımızın her safhasında Efendimiz (s.a.v.)’i örnek almamızı temenni ediyor, Mevlid Kandilini kutlamanın içermesi gereken bazı hususları siz kıymetli konuklarımızla paylaşmak istiyorum.
Şunu hemen her şeyden önce arz ve ifade etmek isterim ki, ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), dünyada merhametin mihrâkı ve müessisidir. O, Allah Teâlâ’nın insanlara ihsânı olan bir rahmettir. Bu gerçek, kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Suresi’nin 107. ayet-i kerîmesinde şöyle dikkatimize getirilmektedir: “(Resûlüm!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Uzun yıllar Medine-i Münevvere’de Resûlullah (s.a.v.)’in civarında bulunma bahtiyarlığına eren merhum Ali Ulvi Kurucu, O’nun bu ayet-i kerîmede bildirilen önemli özelliğini bir şiirinde şöyle dile getirmişti:
Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân'dır Efendim.
Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahmân'dır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından,
Âsîlere lütfun, yüce fermândır Efendim..
Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkın, Kur'ân'dır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim...
Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim...
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim....”
Allah Resûlü, ümmetine duyduğu eşsiz sevgi ve merhamet neticesinde, dünya ve ahiret saadeti için onlara tavsiyelerde bulunurdu. Kimi zaman verdiği bildirinin öneminden dolayı heyecanlanır, gözleri kızarır, sesi yükselir, sanki düşman tehlikesine karşı bir orduyu uyarıyormuşcasına celallenirdi.
Bir defasında kendisiyle ümmetinin hâlini şöyle anlatmıştı: “Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.”
Rahmet elçisinin ümmetine olan düşkünlüğünü yüce Rabbimiz Tevbe Suresi’nin 128. ayetinde: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı raûf (çok şefkatli) ve rahîm (çok merhametli)dir.” buyurmuştur.
Allah, ümmetine olan bu şefkatinden dolayı O’nu kendi isimlerinden “Raûf” ve “Rahîm” ile isimlendirmiştir.
O, rahmet ve merhamet Peygamberidir. Canlı-cansız her varlığa rahmet olarak gönderilmiştir. Yeter ki diller, gönüller O’na yönelsin.
Rabbimiz, insanlığa hayatın anlamını, imtihanın esrarını O’nunla hatırlatmıştır. Efendiler Efendisi (s.a.v.) insanlığı, bir olan Allah’a inanmaya, hayatı kulluk, samîmîyet, sadâkat, doğruluk gibi yüce değerlerle tezyin etmeye çağırmıştır. O’nun dünyaya gelişi; ölüme hayat, zulme adaâlet, cehâlete bilgi, vahşete merhamet, düşmanlığa barış olmuştur. Karanlıklar içerisinde kaybolmuş insanlık, O’nun rehberliğiyle yeniden yolunu bulmuştur. Dünyanın karmaşasında katılaşan kalpler, O’nun şefkat pınarlarıyla yumuşamıştır.
O şefkat pınarlarından yudumlayan bizler, gönderilen ilahî mesajları okumayı ihmal etmediğimiz gibi, Efendimiz (s.a.v.)’in ölümsüz mesajları olan hadîs-i şerîfleri aramayı, almayı, okumayı, öğrenmeyi, öğretmeyi ve uygulama cihetine gitmeyi de ihmal etmemeliyiz.
Biz böyle güzel bir hâl içinde olursak, çocuklarımız, torunlarımız ve tüm yakınlarımızda bizi örnek alacak ve yaptıklarımızı yapmanın gayreti içinde olacaklardır. Ben, bana gönderilen mesajları okuyup incelemeye ve beğendiklerimi alıp hafızama yerleştirmeye özen gösteririm. Değerli dostum Yrd. Doç. Dr. İbrahim Erdoğan’ın 31 Ekim 2018 tarihinde gönderdiği mesajın içeriği de hoşlandığım ve burada sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ettiğim değerli bir video mesajıydı. Bu videonun içeriğindeki konuşmada şu cümleler yer alıyordu:
“Belçika’da yaşayan bir Müslüman Türk ailenin çocuğunun hikâyesi beni çok etkiledi, dinleyen birçok arkadaşın da dikkatini çekti.
Belçika’da sınıfta öğretmen soruyor çocuklara “yavrucuğum ne olacaksın?” Doktor olacağım, mühendis olacağım, pilot olacağım, öğretmen olacağım, polis olacağım. Herkes bir meslek sıralıyor. Türkiyeli Müslüman bir ailenin çocuğuna sen ne olacaksın yavrucuğum deyeince, çocuk gayet doğal bir şekilde “sahâbe” olacağım öğretmenim diyor. Belçikalı öğretmenin literatüründe yok böyle bir meslek. Soruyor çocuğa, sahâbe nasıl bir meslek diye. Çocuk anlatmaya çalışıyor ama herhalde yeterli olmuyor. Avrupa’da altı haftada bir veli toplantısı oluyor. Öğretmen not etmiş onu. Toplantıda ilk iş olarak çocuğun babasına sizin çocuk sahâbe olacakmış, nasıl bir meslektir bu diyor. Herhalde Türkiye’de geçerli bir meslek olmalı. Çocuğun babası tebessüm ederek diyor ki, sahâbe bir meslek değil, son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in sohbetinde bulunmuş, O’na iman etmiş olan ilk talebelerine verilen isimdir. Peki bunların hayatıyla ilgili eser var mı? Olmaz mı diyor. Peki bana verebilir misiniz? Hay hay diyor. Hayâtü’s Sahâbeyle ilgili bir eser takdim etmişler öğretmene. Çocuk nasıl bir duygu, nasıl bir doğallıkla söylemişse öğretmeni ciddî etkilemiş, öğretmen zevkle okumuş sahâbelerin hayatını. Fakat okurken şimşekler çakıyor. Hepsi birbirinden güzel, insanlıkta zirve model. Ben, böyle güzel insanlar olarak Hz. İsa ve havârîlerini bilirdim. Demek ki bunlardan sonra da güzel insanlar yaşamışlar diyor ve heyecanla kitabı bir çırpıda bitiriyor. Fakat, kitabı bitirdikten sonra mantık yürütüyor diyor ki, sahâbe bu kadar güzelse, acaba sahâbeyi yetiştiren öğretmen nasıl güzel bir insan? Bunun üzerine kitabı teslim ederken çocuğun babasına diyor ki, ben sahabenin öğretmenini merak ediyorum. O’nun hayatıyla ilgili bir eser verebilir misiniz? İstediğiniz kadar. Apar topar Efendimizin hayatını takdim ediyor. Tabii çocukluğu, gençliği, ticareti, evliliği, peygamberliğin verilişi, lâ ilâhe illallâh dediği için başına gelenler, hicrete zorlanışı, gözyaşlarıyla Mekke-i Mükerreme’den ayrılışı, derken İslam devleti, savaşlar, sıra geliyor Mekke’nin fethine. Daha önce tek başına ayrıldığı kente muzaffer bir komutan olarak giren Hz. Peygamber (s.a.v.), devesinin üzerinde iki büklüm olmuş tevazuyla geliyor. Efendimiz (s.a.v.) Mekke-i Mükerreme’ye girince Belçikalı öğretmen kitabı kapatıyor ve şimdi düşünüyor. Diyor ki, ben sahâbenin öğretmeninin yerinde olsaydım doğduğum, büyüdüğüm baba ocağından beni çıkaranlara acaba nasıl bir ceza verirdim? Kendi yaşadığı ülkenin hukukuna göre bir ceza takdir ediyor, duygularını ve aklını kullanıyor. Sonunda da tekrar kitabı açıyor. Harika bir kitap okuyuş şekli. Acaba sahâbenin öğretmeni nasıl bir ceza verdi? Merakla kitaba devam ediyor. Efendimiz (s.a.v.) Mekke’yi fethettikten sonra Kabe’yi putlardan temizletiyor ve şimdi bugün kardeşim Yusuf’un dediği gibi diyorum. Şuraya şuraya ve Kabe’ye sığınanlara dokunulmayacak, hepiniz hürsünüz deyince sahâbenin öğretmenini merak eden Belçikalı öğretmen, olsa olsa bu hak peygamber, son peygamberdir diyor, iman ediyor. Sahâbeyi kendine model edinmiş bir çocuk, öğretmenin Müslüman olmasına sebep oluyor. Şimdi bizim en büyük eksikliğimiz buradan kaynaklanıyor. Evimizde ne varsa, bizim günlük yaşantımızda ne varsa, çocuklarımız onu modelliyor, gündeminde o oluyor. Eğer bizim evimizde Kur’ân sofrası kuruluyorsa, hayâtüs sahâbe sofrası kuruluyorsa, hadîs sofrası kuruluyorsa bu iklim, bu irfan sofrasında beslenen çocukların gündemi de bu oluyor ve hedefini oraya dikiyor.”
Büyüklerimizin dediği gibi: “Davranış, davranıştan öğrenilir, kitaptan değil.”
Görülüyor ki, küçük bir öğrencinin basîretli ve bilinçli cevabı, hristiyan olan öğretmeninin hidâyete ermesine ve İslam dinine girmesine vesîle oluyor. Ebeveyninden duyup öğrendiği ashâb-ı kirâmın hayatına imrenen bu çocuğun, sahâbe gibi olmayı içtenlikle isteyerek “sahâbe olacağım” demesi, küçük-büyük her müslümanın ifade etmesi gereken samîmî bir istektir. Dolayısıyla çoğu Müslümanların Mevlid Kandillerinde yaptıkları şeklî kutlamalardansa, bu çocuğun hedeflediği sahabe olma düşüncesi, daha dirâyetli bir kutlama girişimi olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğum yıldönümü olan Mevlid Kandilini kutlamak, O’nun her hâlini örnek almak ve yaşantısını günümüze yansıtacak girişimlerde bulunmakla olur. Bu cümleden olarak müessisi olduğu merhamet medeniyetinin muhtevasını gün ışığına çıkarıp yaygın ve saygın hâle getirmeye çalışmakla olur. Merhametin mana ve mahiyetini müdrik olup, çevreye anlatıp aktarmak ve insanları o doğrultuda yönlendirip yüreklendirmekle olur. Bunun için de Rahmân, Rahîm ve Erhamü’r-Râhimîn olan Allah Teâlâ’nın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tesis ettiği merhamet medeniyetinin temelini teşkil eden esasların başında, mahlûkata merhamet, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, halsizlere himmet, hastalara rikkat, bitkinlere hizmet, ihtiyaç sahiplerine iyilik, yoksullara yardım, yakınlara yakınlık, komşulara kol-kanat germek ve düşkünlerle-dar gelirlilere destek gibi müstesnâ meziyetler gelir.
Bunlar ve benzeri güzellikleri ümmetine ileten Hz. Peygamber (s.a.v.), İslam toplumunda merhamet medeniyetinin temelini atmıştır. Temeli tevhîd zemini üzerine atılan, tavanı da takva çatısı ile örtülen bu medeniyetin, inanan insanların iyilik, güzellik, huzur, güven ve mutluluk yaşadıkları merhamet medeniyetidir. Onu koruyup kollamak ve kıyamete kadar yaşatmak Müslümanların önde gelen görevleri arasındadır. Her Müslüman, onun müdâvimi ve muhâfızı olmaya çalışmalıdır.
Resûlullah (s.a.v.)’in doğumunu kutlamak; O’nun tebliğ ettiği ilahî mesaja sarılmak, tesis ettiği merhamet medeniyetine sahip çıkmak, izinde olmak, yürüdüğü yolda gitmek, sözlerini okuyup öğrenmek ve içeriğini anlayıp uygulamakla olur. Bir kutlama programına katılmak ve okunan mevlidi dinlemekle değil. Her iş ve uğraşında O’nu örnek alıp, yaptığını yapmak, yapmadığını yapmamak, tavsiye ve telkinlerine riayet etmek, çok çok salavât-ı şerîfe getirerek rûh-u şerifleriyle iletişim içinde olmak gerekir. Resûlullah (s.a.v.)’in ve ashâbının yaşantısını dikkatle ve dirâyetle okuyup, ibâdet ve ta’attaki halleriyle insanî ilişkiler ve beşerî münasebetlerdeki tavırlarının benzerini yapmanın gayret ve kararlılığı içinde olmak îcâp eder. Eşlerimiz, çocuklarımız, komşularımız ve çevremizdekilerle ilişkilerimizde Hz. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşlarını örnek almamız gerekir.
Rahmet ve merhametle ilgili tavsiye ve telkinlerini içeren hadîs-i şerîflerini okuyup anlamak ve uygulamak îcâp eder. Dilerseniz bu hadîs-i şerîflerin bir kaçının mealini buyurun birlikte okuyalım:
“Merhamet edenlere Rahmân (olan Allah) merhamet eder.”
“Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”
“Küçüğümüze merhamet etmeyen ve büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir.”
“Allah Teâlâ rahmetini yüz parçaya ayırmış, doksan dokuzunu kendi katında bırakmış ve bir cüzünü yeryüzüne indirmiştir. Halk bu parçadan (aldığı hisseden) dolayı birbirine acırlar. Hattâ kısrak, yavrusuna dokunur (da bir yerini acıtır) diye, (onu emzirirken) ayağını kaldırır.”
“Bir adam yolda yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: 'Bu köpek de benim gibi susamış.' deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti."
"Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı."
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin fethine giderken yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek görmüş ve hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak, onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisine düşmanlık edenlere, ezâ, cefâ edenlere beddua et, denilince: “Ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim” cevabını vermiştir.
O, düşmanına bile merhametliydi. Kimseye beddua etmemiştir. Vatanından kovanları bile, Mekke’nin fethinden sonra gâlip komutan olarak affetmiştir.
Kendisine sürekli düşmanlık yapanlara : “Ya Rabbi! Onlar bilmiyorlar, affet” diye dua etmiştir.
O, çok sevdiği Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi ve ciğerlerini çıkarıp yiyen Hind’i bile affetmişti.
Kendisine zehir sunan Hayberli Yahudi kadını affetmiştir.
Allah Resûlü barışçıdır, hiçbir zaman saldırgan olmamıştır.
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” demiş, kim olursa olsun kimseyi azarlamamış, öç almamış ve kin gütmemiştir.
Müşriklerin yoğunlaşan baskıları Hz. Peygamber (s.a.v.)’i yeni bir merkezi davet üssü oluşturmaya zorlamıştı. Mekke’nin İslam’a davet için merkez olma kabiliyeti o şartlarda yoktu.
Peygamber (s.a.v.), iyi bir planlama ile Taif’e çıkmıştı. Planının incelikleri arasında, yürüyerek gitmeyi tercih etmesini zikredebiliriz. 150 km. olan Taif yolunu yürüyerek gitmesi, müşriklerin Mekke’den başka bir yeri merkezîleştirme endişesini depreştirmeme amacı gütmüştü. Yanına aldığı yol arkadaşı Zeyd de evlatlığı olarak bilindiği için dikkat çekmemişti.
10. yılın sonunda, Şevval ayında Taif’e gitti. Taif’te on gün kalmıştı.
Ne yazık ki Taifliler, Mekkelileri aratmamışlar, O’nu bir misafir gibi dahi kabul etmedikleri bir yana, edep dışı tavırlarla, hakaret ederek kovmuşlardır. Yüzüne karşı: ‘Allah, senden başka peygamber olarak gönderecek birini bulamadı mı?’ demişlerdir.
Onlardan yaptıkları hakarete rağmen, bari onlara gittiğini yaymamalarını rica etmişti. Mekkelilerin bu sonucu bilmeleri hiç de iyi olmayacaktı.
Onlar ise bu ricaya karşılık olarak çocuklarını, kölelerini ve delilerini kışkırtıp, Resûlullah (s.a.v.)’i Taif sokaklarında taşlatmışlardı. Mübârek vücudu kanlanmış, Taif toprağına mübârek kanı akmıştı. Beraberindeki Zeyd yaralanmış, Mekke’ye doğru kaçarlarken bir bahçeye sığınmak zorunda kalmışlardı. Bahçeye sığınınca bırakmışlardı onları. Bir üzüm kütüğüne yaslanarak dinlenmeye başlamışlardı.
Rabb’inden başka sığınacağı kimsesi olmayan bir Nebi olarak Rabb’ine sığınmış, dua etmiş ve duasında yüce Yaradan’a şöyle yakarmıştı:
"Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak Sana arzeder, Sana şikâyet ederim."
"Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin."
"Allah'ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir."
"Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!"
"Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim! Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!.."
Yaptığı bu dua, ânında cevap buldu.
Mekke'ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil'i fark etti. Cebrâil (a.s.) seslendi:
"Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin."
O anda görünen dağlar meleği de emrine âmâde olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sulbünden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."
Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibâdetle geçiyor ve her ânı nûrlu bir manzara olarak mazîye akıp gidiyordu.
Taif, yalnızlığı ve psikolojik yönü itibarıyla Uhud’dan daha ağırdı. O, o günkü çektiği sıkıntıya bakarak karar vermedi, geleceği düşünerek karar verdi ve onlara beddua etmedi.
Büyük bir sıkıntı içindeydi. Hz. Aişe (r.anha) Annemiz O’na, Uhud’dan daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını sorduğunda, verdiği cevapta Taif gezisinin daha ağır olduğunu söylemişti.
Hayatının her yanını ve her ânını örnek alıp, yaşadığı gibi yaşamayı, tavsiyelerine uymayı ve yasaklarından uzak durmayı ilke edinmemiz gereken sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğumunu bir kere daha kutladığımız böyle mübârek bir gün ve anda O’nun sabrını, metânetini ve merhametini günümüze yansıtıp yaşatmanın gayret ve kararlılığı içinde olmamız temennisiyle sözlerimi noktalarken, yüce Rabbimizden bizleri dünyada ziyareti, ahirette de şefaatiyle şereflendirdiği mutlu, müstesnâ ve mümtâz kullarından kılmasını niyaz ediyor, kandilinizin kutlu, yaşantınızın mutlu ve geleceğinizin umutlu olmasını diliyorum."
Sunucu Yasemin Aras
Araştırmacı-Şair ve Yazar Abdullah Satoğlu, Yaman Dede’nin “Dahilek Yâ Resûlallah” şiirini okurken.
Emekli İl Müftüsü Muslihiddin Kartal Kur'ân-ı Kerîm okurken.
Dr. İbrahim Ateş dua ederken.