MİRAC’IN MEHÂBETİ
Mirac kandili müminlerin tek yürek olduğu ve dinî duygularla dolduğu mübarek gecelerden biridir. Herkesin kendine çeki-düzen verdiği, yıl içindeki davranışlarını gözden geçirip, yanlışları düzeltip doğrulara devam etme azmini tazeleyip tevbe ve istiğfarda bulunup yeni bir yaklaşımla Yaradan’a yönelerek yücelme yoluna girdiği bu mübarek gece, müslümanların manen motive oldukları ve ruhen yüceldikleri müstesna bir zaman dilimidir.
Yılda bir defa idrâk etme bahtiyarlığına erdikleri bu ve benzeri kandil gecelerinin mana ve mahiyeti ile değerini bilip ihyası cihetine giden bilinçli ve basîretli kimselere sağlayacağı saadetle vesîle olacağı hüsn-ü âkibete dikkat çekerek insanları aydınlatma cihetine giden YOYAV, geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Mirac Kandili arefesinde 16 Haziran 2012 Cumartesi günü düzenlediği “Mirac’ın Mehâbeti” konulu kutlama programında davetlilerine duygulu dakikalar yaşattı. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle başlayan porgramda önce rûh-u Resûlullah’a ithâfen okutulan beş hatm-i şerifin duası yapıldı. Ardından konferans salonunu lebaleb dolduran konuklara sevgi ve saygılarıyla iyi dileklerini ileterek söze başlayan Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şunları söyledi:
“Mirâc-ı Muhammedî’nin estirdiği manevî havayı doyasıya teneffüs edip, manen motive olmanın ve muhabbet-i Muhammedî ile dolmanın gayret ve kararlılığı içinde olduğuna inandığım kıymetli konuklarımız, üç ayların ilkinin içerdiği ikinci kandil olan İsrâ ve Mirac gecesinin eşiğine gelip onu bir kere daha idrâk ve ihyâ etmenin bahtiyarlığına eren değerli dostlarımız, Receb-i Şerîfi memnun etmenin ve Şa’bân-ı Şerîf ile şereflenmenin şuuruna eren sevgili kardeşlerimiz, basınımızın güzîde temsilcileri!
Allah Teâlâ’nın alemlere rahmet olarak gönderdiği sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’e ikram ve ihsanda bulunduğu eltâf-ı Sübhâniyeden olan Mirâc-ı Muhammedî’nin yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz “Mirâc’ın Mehâbeti” konulu programımıza teşrif ederek bu güzel gecenin mana ve mahiyetiyle muhtevasına dair bilgilerimizi tazeleyip ihyâsı için yaptığımız hazırlıkları gözden geçirip ümmeti olma bahtiyarlığına erdiğimiz sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’e salât, selâm, sevgi ve saygımızı bir kere daha birlikte arzederek dünyada ziyaretiyle şerefyâb olup, cennette civârını dilememize vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, cümlemize cennet ve Cemâlullah ile şefaat-ı Resûlullah’ı niyaz ediyorum.
Maneviyat mevsimi olan mübarek üç ayların içerdiği dört kandilin ikincisi olan “İsrâ ve Mirâc” mucizesinin mehâbetine dair düşüncelerimi, muhibbi Muhammed olan siz muhterem misafirlerimizle paylaşarak İsrâ ve Mirâc mucizesinin içerdiği incelik ve ifade ettiği yüceliği idrâk etmemiz temennisiyle sözlerime başlarken, huzûr-u Hakda ağırlanan Peygamberin manevî huzûrunda olduğumuzu hissederek Mirâcını kutlama cihetine gitmemizi diliyorum.
Nasib olursa inşaallah birkaç saat sonra bir kere daha idrak etme bahtiyarlığına ereceğimiz İsrâ ve Mirâc hâdisesi, insanlık tarihinde benzeri görülmeyen ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in dışında hiçbir Peygambere nasib olmayan oldukça önemli bir hâdisedir. Allah Teâlâ’nın azamet ve kudretini, Resûlullah (S.A.V.)’ın da kıymet ve rif’atini (yüceliğini) gösteren görkemli bir hâdisedir. Hakkın Habîbi ve insanlığın Efendisi olan Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Allah katındaki değerini âleme anlatan müstesnâ bir hâdisedir. İman ehlinin imanını arttırıp, değerine değer katan, inkâr ehlini çıldırtıp çatlatan tarihî bir hâdisedir. Bu hâdise; mana, muhteva ve mahiyetiyle öylesine müstesnâ ve mehâbetli idi ki, duyanlardan duraklayıp olamaz diyenler olduğu gibi, onu söyleyen sâdık ve masdûk olan Hz. Muhammed (S.A.V.) ise mutlaka vuku bulmuştur diyenler de olmuştur. Allah’ın kudretini ve Resulünün kıymetini bilmeyenler: “akıl almaz, olamaz.” diyerek inkâra yeltenmişlerdir. Allah Teâlâ’nın dilediğine dilediğini ihsan edecek irade ve kudrete sahip, kadir-i mutlak olduğuna ve Resulünü himayesine aldğına inananlar da Allah Resulünün bildirdiği bu büyük mucizenin vuku bulduğunu ifade ederek, İsrâ bölümü Kur’ân ile, Mirâc bölümü de hadis ile bildirilen: “Bu mucize-i Muhammedî’ye gönülden inanıyor ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’i tüm bildirdiklerinde olduğu gibi İsrâ ve Mirâc hâdisesiyle ilgili söylediklerinde de tasdik ediyoruz.” demişlerdir.
Günümüzde: “Bu kadar uzak bir mesafe, bu kadar kısa bir sürede nasıl katedilir? Üstelik bildiğimiz yerçekimi kanunu ile diğer tabiat kanunları böyle bir yolculuğa elvermez.” diyerek bu büyük hâdiseye karşı çıkıp inkara yeltenenlere, şairin şu susturucu şiirini hatırlatmak isteriz:
“Hak tecelli eyler ise herşeyi âsân eder
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder.”
Sözü edilen kanunlar, sıradan insanlarla sıradan olaylar için geçerlidir. Allah Teâlâ’nın huzuruna davet ettiği ve Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle:
“Gel Habibim sana müştak olmuşam
Cümle halkı sana bende kılmışam.”
dediği Resulü için geçerli değildir.
Resûlü Ekrem (S.A.V.)’in huzûr-u Hakka alınması ve ağırlanması için Haktan Habîbine davet vâki olmuş, bu davetin gerçekleştirilmesi için zaman, mekân, her yer ve herşey talimatlandırılmış, burak binit, Cebrail murafık olarak görevlendirilmiş ve refref emre âmâde kılınmıştır.
Bu mübarek ve muhteşem mucizenin mehâbetini mümin olmayan beyinler bilmez. İman girmeyen kalpler kavramaz.
Tefsir, hadis ve siyer kitaplarında hakkında detaylı açıklamaların bulunduğu bu hârika hâdise ile ilgili merhum Prof. Dr. Seyit Kutub’un Türkçe’ye çevrilen FÎZİLÂL-İL-KUR’ÂN adlı eserinin 9. cildinin 279-282. sayfaları arasındaki açıklamayı birlikte okumamızda fayda mülahaza ediyorum:
Hz. Muhammed (S.A.V.) yatsı namazından sonra Ümmühânî’nin evinde uyuyordu. Oradan alınarak İsrâ yolculuğuna çıkarıldı. Aynı gecede İsrâ ve Mirâc yolculuğunu bitirip döndü. Hâdiseyi Ümmühânî’ye anlattı ve “Bana peygamberler gösterildi, onlara imam olarak namaz kıldırdım” dedi. Sonra Kâbe’ye gitmek üzere ayağa kalktığını gören Ümmühânî, peşinden tuttu. Ümmühânî’ye: “Ne oluyor?” dedi. O da cevap olarak: “Kavmine olup bitenleri anlattığın takdirde seni yalanlayacaklarından korkuyorum.” dedi. Buna karşılık Resûlullah (S.A.V.): “Yalanlasalarda anlatacağım” buyurdu. Kâbe’ye gittiğinde Ebu Cehil gelip yanına oturdu. Hz. Peygamber (S.A.V.) İsrâ hâdisesini Ebu Cehil’e anlattı. Ebu Cehil yüksek sesle: “Ey Kâb İbni Lüey oğulları! Gelin, toplanın buraya!” diye bağırmaya başladı. Toplananların alkışları arasında hâdiseyi onlara anlattı. Konuşurken, taaccüp ve inkâr ifadesi olarak ellerini başının üzerine koymuştu. Daha önce Hz. Muhammed (S.A.V.)’e iman etmiş olanlardan bazı kimseler bu konuşma üzerine müslümanlıktan çıktılar. Bu arada birkaç kişi de koşarak Ebu Bekr’e gidip hâdiseyi haber vermişlerdi. Ebu Bekir: “Bunları Hz. Muhammed mi söyledi?” diye sordu. Onlar da: “evet” dediler. Bunun üzerine: “Eğer o söylediyse, ben şahadet ederim ki söyledikleri doğrudur” cevabını verdi. Onlar: “Bir gecenin içinde onun şam diyarına kadar gidip tekrar sabah olmadan Mekke’ye döndüğüne inanıyor musun?” dediler. Bu sözlerine karşılık Ebu Bekir: “Evet, ben onun daha uzak ihtimalle bakılan sözlerine dahi inandım. Ben onun semadan getirdiği haberlere inanmış kimseyim!” cevabını verdi. Bu sebeble kendisine “Sıddık” lakabı verildi.
İsrâ ve Mirâc hâdisesini inkâr edenler arasında Kudüse gitmiş, oraları görmüş olanlar vardı. Bunlar Peygamberimizden Mescid-i Aksa’yı tarif etmesini istediler. Mescid-i Aksa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in gözleri önünde canlandı ve Peygamberimiz (S.A.V.) Mescidin vasıflarını tek tek saymaya başladı. Onlar: “Evet, bu vasıflar tamamen doğru” dediler. Sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)’e: “Kervanımız hakkında bize bilgi ver” dediler. Resûlullah (S.A.V.) de kervanlarının evsafını ve kaç deve bulunduğunu haber verdikten sonra: “Kervanınız filan gün güneş doğarken gelecek. Kervanın önünde siyahı daha çok olan siyahlı bozlu bir deva bulunuyor” buyurdu. İşaret edilen günü iple çekercesine beklediler. O gün gelince -kafilenin önündeki deveyi görmek için- kervanın geleceği yola çıktılar. İçlerinden biri: “Vallahi işte güneş doğdu” dedi. Bir diğeri ise: “Vallahi işte kafile geliyor. Önünde de Muhammed’in tarif ettiği deve var” dediler... Ve buna rağmen iman etmediler!... Hz. Peygamber (S.A.V.)‘in Mescid-i Aksa’dan semaya urûc etmesi (yükselmesi) yani Mirâc hâdisesi de İsrâ hâdisesinin olduğu gece olmuştu.
İsrâ hâdisesinin uyku hâlinde mi yoksa uyanıkken mi olduğu hakkında da çeşitli görüşler vardır. Hz. Âişe naklettiği bir hadiste şöyle diyor: “Vallahi Resûlullah’ın bedeni gözden kaybolmuş değildi. Ancak ruhu semaya urûc ettirildi.” Hasen olan bir rivayette ise uyku hâlinde, rüya olarak gördüğü belirtiliyor. Diğer taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hem ruh, hem beden olarak bu yolculuğa çıktığına ve yatağı soğumadan tekrar yatağına döndüğüne dair de bir çok rivayetler vardır.
Bütün bu rivayetler arasında tercihe şayan olan şudur ki: Ümmühânî’nin evinde yatmakta olan Resûlullah (S.A.V.) yatağından kalkıp Kâbe’ye gelmiş, Hicr-i İsmail’de uyku ile uyanıklık arasında dururken oradan alınarak İsrâ ve Mirâc yolculuğuna çıkarılmış ve yatağı soğumadan avdet etmiştir.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in hayatında vâki olduğu katiyetle tespit edilmiş bulunan bu hâdisenin mahiyeti hakkında, ister geçmişteki ister günümüzdeki yapılan uzun uzadıya münakaşaları biz lüzumsuz buluyoruz. Allah tarafından Resûlüne İsrâ ve Mirâc’ın ruhen veya bedenen yaptırılmış olmasında, yahut rüyada veya uyanıklık hâlinde tahakkuk ettirilmesinde hiçbir fark düşünülemez. Hâdisenin şu veya bu şekilde tahakkuk etmiş olması ne meselenin mahiyetinde birşey değiştirir, ne de Allah’ın, Resûl-i Ekremi tecellisine mazhar kılarak kısa bir zamanda uzak yerleri, uzak âlemleri göstermiş olmasında... Kudret-i ilâhînin ve peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu azıcık idrâk edebilenler bu hâdisede bir gariplik görmezler. İnsanoğlunun sahip olduğu kudret kapasitesi vardır. Hâdiseleri bu kapasite içinde değerlendirdiği zaman bazı şeylerin güç, bazı şeylerin kolay olduğu hükmüne varır. Ama, insanoğlu için güç, kolay veya imkânsız görülen şeylerin hepsi kudret-i ilâhî önünde müsâvîdir. Hepsi aynı kolaylıkla tahakkuk ettirilir. Beşer âlemindeki belli nazariyeler Allah’ın kudretine taallûk eden meselelerde ölçü olamaz.
Peygamberlik mertebesindeki hususiyete gelince; Peygamberlik, Mele-i Âlâ ile irtibatı olan bir mahiyete sahiptir. Bu durum, diğer beşerin sahip olduğu normal ahval ile mukayese dahi edilemeyecek bir fevkalâdelik taşır. Bir peygamberin Allah’ın tecellisine mazhar olarak, bilinen veya bilinmeyen vasıtalarla uzak bir mekâna veya uzak bir âleme götürülmüş olması, onun Mele-i Âlâ ile ittisal edip oradan emirler almasından daha dehşet verici değildir. İsrâ ve Mirâc hâdisesini büyütüp dehşete düşenlere karşı Hz. Ebu Bekir, hadiseyi tabiî karşılayarak onlara şu cevabı vermişti: “Evet, ben onun daha uzak ihtimalle bakılan sözlerine dahi inandım. Ben onun semadan getirdiği haberlere inanmış kimseyim!”
Ortada, tahakkuk etmiş bulunan bir İsrâ ve Mirâc hâdisesi vardır. Ve o gün bu hâdiseye inanmak istemeyenlerin talebi üzerine Peygamberimiz (S.A.V.) kervanlarının vasıflarını tek tek sayarak onlara maddî deliller vermiştir.
Burada bir hususu belirtmek gerek. Hz. Muhammed (S.A.V.) vâkıayı Mekkelilere anlatmak üzere Kâbe’ye gitmek isteyince Ümmühânî Mekkelilerin bu hadiseyi hayretle karşılayıp kendisini yalanlayacaklarını söylemiş ve bırakmak istememişti. Fakat Resûl-i Ekrem (S.A.V.) onu dinlemeyerek gidip hâdiseyi anlattı. Çünkü Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Allah tarafından getirdiği hak ve mazhar kılındığı hakikatler O’na sonsuz bir güven vermekte idi. Karşı tarafın görüşü ne olursa olsun, kendi bildiklerini ve gördüklerini onlara açık açık bildirmesi lâzımdı. Hz. Peygamber (S.A.V.) İsrâ ve Mirâc hâdisesini anlattıktan sonra İslâm dinini bilfiil terk edenler oldu. Bazıları da müslümanların inancıyla istihza etmek, onları şek ve şüpheye düşürmek için bu hâdiseyi dillerine dolayıp istismar ettiler. Fakat bütün bunlar, Resulullah (S.A.V.)’in, inandığı hakikatı açıkça ortaya koymasını engelleyemedi. O’nun bu hareketi, İslâm davasını benimseyen herkes için örnek sayılmalıdır. İslâmı tebliğ etmek yolunda, insanlar ne düşünürse düşünsün hakikatleri çekinmeden söylemek gerekir. Bu yolda müşküllerle de karşılaşılsa, yine, haktan taviz vermek, kuvvete boyun eğmek veya insanlara hoş görünmek yollarına sapmak gibi şeyler olamaz.
Dikkati çeken diğer bir şey de Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, risaletini kabul ettirmek için mucizeyi vasıta kılmamasıdır. -İsrâ hâdisesinde müşriklerin isteklerine karşı ortaya bazı deliller koymuş olmakla beraber- ısrarlı mucize talepleri karşısında mucizeyle onları dine dâvet ederken yegâne dayanağı fıtratla kaynaştırmak üzere getirdiği gerçeklerdi. İnsan fıtratı düzeltilip terbiye edilerek İslâm prensiplerine uygun hâle getirilecek ve iki unsur birbiriyle kaynaşacaktı. Hz. Peygamber (S.A.V.) beşeriyete gerçekleri beyan ederken peygamberliğinin her hangi bir hususiyetini vasıta kılmamış, ancak gerçekleri mücerret gerçek olarak ortaya koymuştur.
Öteyandan bu büyük hâdisenin ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleştirildiğinin bilinmesi de büyük önem arzetmektedir. Dolayısıyla o hususa da kısaca değinmeyi faydalı görüyorum.
Müşriklerin müslümanlara uyguladıkları şiddet ve eziyetlerle ambargo kıskacına rağmen Mekke’de zor şartlar altında mücadelesini sürdürüp insanları Allah’a ve islama davet eden Hz. Peygamber (S.A.V.), yılların yorgunluğunu iyice hisseder olmuş ve müşriklerin ardı arkası gelmeyen işkencelerinden bunalmıştı. Öteyandan çocukluğundan beri himmet ve himayesine alıştığı amcası Ebu Talip ile değerli destek ve kıymetli katkılarının yanında sonsuz sevgisi ve yakınlığı ile motive olduğu eşi Hz. Hatice (R.A.)’nin vefatıyla üzüntüsü artmıştı.
Mekkeli müşriklerin muzâyakasından kurtulmak ve davasına destek aramak için Taif’e gittiğinde orada aradığını bulamamış, tersine Taiflilerin tepkisiyle karşılaşmış, taşlamalarına tahammül etmiş ve mübarek ayaklarından kanlar akmaya başlamıştı. Dünya daralmış, gözleri kararmış, yürekleri taşa kesmiş insanlar, O’nun değerini bilmez ve yüceliğini görmez olmuştu. Aç, susuz, kanlar içinde kalıp perişan olan O büyük insan Yaradan’a yalvarıp yakarmış ve: “İlâhî! Kuvettimin za’fa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arzederim. Ancak Sana şekvâ ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbi Sen’sin! İlâhî, huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hattâ hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgersin. İlâhî! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belalara aldırmam. Fakat Sen’in af ve sıyânetin bana bunları da göstermeyecek kadar geniştir. İlâhî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığa dûçâr olmaktan, Sen’in o karanlıkları parıl parıl parlatan, dünya ve ahirete ait işlerin medar-ı salahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlâhî! Sen razı olasıya kadar işte affını diliyorum. Her kuvvet, her kudret Sen’inle kaimdir.”
Rebîa oğulları O’na dikkatle bakıyorlardı. İçlerinde bir merhamet duygusu kımıldandı. Gördüğü bu kötü muameleye üzüldüler. Hıristiyan bir köleleri olan Addas ile O’na bir salkım üzüm gönderdiler. Hz. Muhammed (S.A.V.) üzümü eline alarak: “Bismillah = Allah’ın adıyla” diyerek yemeye başladı. Addas hayret etti ve:
“Bu sözü bu diyar halkı söylemezler, onlar Allah’ın adını bile bilip anlamazlar, dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) onun nereli ve hangi dine mensup olduğunu sordu. Ninevalı bir Hristiyan olduğunu anlayınca:
“Demek sen saih bir adam olan Mettâ oğlu Yunus Peygamber’in diyarındansın?” dedi. Addas:
“Sen Yunus’u nereden biliyorsun?” dedi. Hz. Muhammed (S.A.V.) de:
“O Benim bir kardeşim demektir, O Peygamberdi, ben de Peygamberim” dedi. Bunun üzerine Addas hemen Hz. Peygamber (S.A.V.)’in eline ayağına sarıldı ve öptü. Rebîa oğulları uzaktan bu hâli seyrediyorlardı. Gördükleri manzaraya hayret etmişlerdi. İman erbabının birbirine kalpten bağlı olduklarını, ruhlarının ezelden bağdaştıklarını ne bileceklerdi! Addas, yanlarına döndüğü zaman ona şöyle bir ihtarda bulunmayı ihmal etmediler:
“Bu adam seni dininden ayırmasın, çünkü senin dinin O’nun dininden hayırlıdır!...”
Addas bu söze cevap vermedi, hiç ses çıkarmadı.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Tâif’ten dönüşünde birkaç gün Nahle’de kalmış, sonra Hira’ya gelmiş, oradan Mut’im b. Adiyy’e haber göndererek onun himayesini istemişti. Mut’im kendisi müşrik olduğu halde Hz. Peygamber’i himayesine almıştı. Oğullarını silahlayarak Resûl-i Ekrem’i alıp Mekke’ye getirdiler. Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf edip Harem-i şerifte namaz kılarken Ebû Cehil görünce, Mutim’e sordu: “Himayende mi? Yoksa arkandan mı geliyor?” Mut’im himayesinde olduğunu söyleyince Ebû Cehil ses çıkarmadı. Mut’im’in bu iyiliğini müslümanlar hiçbir zaman unutmamamışlardır. Mut’im Bedir Harbinde müşrik olarak ölmüştür. O zaman Peygamber (S.A.V.)’in şairi Hassan b. Sabit onun hakkında güzel bir mersiye yazmış, onun bu iyiliklerini sayıp dökmüştür. Bu hal de müslümanların ahlâkını göstermek bakımından mühimdir. Müslümanlar kimsenin yaptığı iyiliği unutmazlar. Kadirşinaslık gösterirler. Bizzat Hz. Peygamber Mut’im’in bu iyiliğini unutmadığını zafer günlerinde bile anmıştır. Bedir esirleri hakkında konuşmak için Mut’im’in oğlu Cübeyr, Medîne’ye gelmişti. Hz. Peygamber (S.A.V.) onu kabul etmiş, onun ricasını dinledikten sonra şöyle demişti: “Eğer baban Mut’im sağ olup da o gelseydi, şu kokmuş herifleri, ona bağışlardım!”
Duha Suresi’nin 3. ayetinde Hz. Peygamber (S.A.V.)’e hitaben: “Rabbin Seni bırakmadı ve sana darılmadı” buyuran ve Maide Suresi’nin 67. ayetinde: “... Allah Teâlâ seni insanlardan koruyacaktır. ..” diyen Allah Teâlâ Cebrail (A.S.)’i Resûlünün yardımına gönderdiğinde O’nun Allah’a niyazı: ”Allah’ım! Kavmimi hidayet et. Zira onlar bilmiyorlar.” idi. Yorgun, bitkin ve buruk bir şekilde Mekke’ye dönmüştü. Allah’ın inayetinden ve insanların icabetinden ümidini kesmemiş, davasına devam etmiştir. Yorgundu ama kırgın değildi. Bitkindi ama bitmemişti. Eşini ve amcasını kaybetmişti ama Rabbi O’nun yanında idi. Sürekli yanında olup himayesine alan Allah, acısını ve sıkıntısını giderip rahatlatmak için O’nu huzûruna aldırmıştı. Bu ağırlama benzeri olmayan büyük bir olay olduğu gibi bu olayla huzûr-u Hakka aldırılan Hz. Peygamber (S.A.V.) de hiçbir peygamberle kıyaslanmayacak kadar değeri büyük bir Peygamberdi.
“Muhammed’den diğer yok dâhil olmuş “Kâbe Kavseyn”e
Kirâm-ı enbiyâdan girmedi bir ferd o mabeyne
Haremgâh-ı visâle Ahmed’i tenhâ alup Mevlâ
O halvet oldu mahsus Hazret-i Sultân-ı kevneyne...”
Yani “Muhammed’den başka Kâbe Kavseyn’e (Mirac gecesinde Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Allah’a iki yay kadar yaklaşması) giren yoktur. Ulu Peygamberlerden hiçbir kimse o saraya girmedi. Sevgiliye kavuşma haremine yüce Allah Ahmed’i yalnız aldı. O halvet (baş başa kalma) iki cihan sultanına tahsis edildi.”
Hz. Peygamber (S.A.V.), peygamber olmadan önce Allah’a kuldu. Kulluk kademelerinde yükselerek Hakkın huzûruna ermişti. İsrâ hâdisesini ifade eden İsrâ Suresi’nin 1. ayetinde O’nun bu kulluğu ön plana çıkarılarak şöyle buyurulmuştur: “Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksanlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, herşeyi hakkıyla işitendir, herşeyi hakkıyla görendir.”
Dikkat edildiği üzere sûre, Allah’ı tesbih ve tenzih ederek başlıyor. İsrâ hâdisesiyle mütenasip olan bu başlangıç hem gönüllerin feyiz hareketine mutabık düşmekte, hem de o aydın ufuklarda kul ile Rab arasında kurulan irtibata münasip bir giriş mahiyetini taşımaktadır.
Âyette Hz. Muhammed (S.A.V.)’in kulluk sıfatı zikredilmektedir: “Kulu Muhammedi ... götüren Allah...” deniyor. Böylece, beşer olarak hiç kimsenin ulaşamadığı İsrâ ve Mirâc makamlarına erdirilen Hz. Muhammed (S.A.V.)’in ancak bir kul olduğu, ulûhiyetle ilgili hiçbir vasfa sahip bulunmadığı hatırlatılıyor. Zira Hz. İsa’nın doğum ve vefat hadiselerindeki hârikul’âde haller ve kendisine bahşedilen bazı mucizeler dolayısıyla Hıristiyanlık akîdesinde bozulmalar olmuş, bir kısım Hıristiyanlar Hz. İsa’ya ulûhiyet vasıfları vererek, kullukla ilâhlığı birbirine karıştırmışlardır. Bu sebeple âyet-i kerimede İslâm akîdesinin sadeliği ve nezâheti korunmak istenmekte, uzaktan yakından hiçbir suretle Allah’ın ulûhiyetine gölge düşürülmemesi temin edilmektedir.
Kandilinizin mübarek, ibadetlerinizin makbul ve dualarınızın müstecab olması dileğiyle sözlerimi noktalarken, sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimizin ömür boyu izinde ve yolunda olup sünnet-i seniyyesine uyan ve sevgisini gönlünün derinliklerinde duyan duyarlı ve dirayetli müslümanlardan olmamızı diliyor, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.