Mİ’RÂC-I MUHAMMEDÎ’NİN MERHAMET BOYUTU
Her sözü hikmet, her fikri hakikat ve her fiili fazilet olan Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hayatı boyunca sergilediği her hâl ve hareketinde sevgi, şefkat ve merhamet yansımaktadır. O, sadece insanlara değil, âlemlere rahmettir. Bu gerçek Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Suresi’nin 107. ayetinde şöyle vurgulanmaktadır: “(Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” İsra ve Mir’âc mucizesi de Allah’ın O’na rahmet ve muhabbetinin müstesnâ bir tezahürüdür. Başka hiçbir Peygamberin mazhar olamadığı bu mübarek mucizenin bildiğiniz veya bilmediğiniz birçok boyutu vardır. Bunların başta gelenlerinden biri de rahmet ve merhamet boyutudur.
Tarihte benzeri görülmeyen bu hârikulâde hâdisenin 1433. yıldönümü dolayısıyla ülke genelinde gerçekleştirilen kutlama programlarından biri de 28 Haziran 2011 Salı günü YOYAV Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Mi’râc-ı Muhammedî’nin Merhamet Boyutu” konulu programdı. Salonu dolduran davetlilere duygulu dakikalar yaşatan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Kıymeti konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in İsra ve Mi’râc mucizesinin 1433. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz böylesine anlamlı ve önemli bir toplantıya teşrif ederek bu büyük mucizenin merhamet boyutuyla ilgili düşüncelerimizi dilegetirmemize vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularla selamlıyor, eşiğinde olduğumuz mübarek Mi’râc kandilinin feyiz ve faziletinden faydalanarak Yaradan’a yaklaşan ve rahmet-i Rahman ile kucaklaşan bahtiyar insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
Bu gece bir kere daha idrak etme bahtiyarlığına ereceğimiz İsra ve Mi’râc mucizesi, Allah Teâlâ’nın emriyle Cebrail Aleyhisselamın gelip Peygamber (S.A.V.) Efendimizi 52 yaşında iken Recep ayının 27. gecesi, Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Haram’dan Kudus-u Şerîfteki Mescid-i Aksa’ya götürmesini, oradan da yedi kat göklerin ötesine, sidre-i müntehâya kadar kendisine refakat etmesi ve Cebrail’in daha fazla gidemeyeceği noktadan itibaren Efendimizin huzur-u Hakka yüceltilip aracı olmaksızın Allah Telâlâ ile görüşmesini, taltîf ve tekrim edilmesini, bazı buyrukları alması ve bilgilendirilmesi sonucu aynı gece Mekke-i Mükerremeye döndürülmesini içeren müstesnâ ve mübârek bir mucizedir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Mi’râc’da cenneti, cehennemi, sayısız şeyleri görüp, kürsi, arş ve ruh alemlerini geçip bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allah Teâlâ’yı gördü. Hiçbir mahlukun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup bir anda Kudüs’e ve oradan da Mekke-i Mükerreme’ye döndü.
Hatırlanacağı üzere daha önceki yıllarda İsra ve Mi’râc kandili münasebetiyle bu salonda düzenlediğimiz kutlama programlarında bu tarihî hâdisenin bazı yönleriyle ilgili açıklamalarda bulunmuş, Mi’râc’ın mana ve mahiyetiyle, müminlerin motivasyonundaki yeri hakkında önemli bilgiler sunmuştuk. Örneğin:
1- 2004 yılı Mi’râc kandili programında “Mi’râc ve Namaz”,
2- 2005 yılı Mi’râc kandili programında “İsrâ ve Mi’rac Mucizesi ve Kulluk”,
3- 2006 yılı Mi’râc kandili programında “Mevlâ’nın Müminlere Mi’râc Armağanları”,
4- 2007 yılı Mi’râc kandili programında “Mi’râc Kandilinde Manalı Birliktelik”,
5- 2008 yılı Mi’râc kandili programında “İsra ve Mi’râc Mucizesinin Düşündürdükleri” konulu sohbetlerimizde bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
Bugünkü birlikteliğimizde de “Mi’râc-ı Muhammedî’nin Merhamet Boyutu” ile ilgili açıklamalarda bulunmaya çalışacağız. Mevlâ-yı Müteâl Hazretlerinden bana anlatıp aktarmada, sizlere anlayıp almada ve hepimize bu mübarek gecenin feyiz ve fazîletinden faydalanmada tevfîkini refîk etmesini niyaz ediyorum.
Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed (S.A.V.)’e rahmet ve merhameti, O’nu Mescid-i Haram’dan Burak’a bindirip kısa bir süre sonra Mescid-i Aksa’ya erdirdi. Oradan da ne olduğunu bilmediğimiz ancak manevî bir asansör diyebileceğimiz başka bir binitle gökleri aşırıp bilinmeyen yerlere ulaştırdı, huzuruna aldırıp ağırlayarak değerini dünyaya duyurdu ve ruhunu rahmetiyle doyurdu. Müminlere müşfik olan rahmet Peygamberi Resûlullah’ı muhabbet ve merhametiyle kuşatarak merhametin mihrakı hâline getirdi. Öyle ki, O’nu Tevbe Suresi’nin aşağıda meali arzedilen 128. ayetinde Raûf ve Rahîm isimleriyle tesmiye etti.
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı Raûf (çok şefkatlidir), Rahîm (merhametli)dir.”
Bu ayet-i kerimenin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere Resûlullah (S.A.V.)’e Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden Raûf ve Rahîm isimleri verilmiştir. Allah Teâlâ hiçbir Peygamber’e güzel isimlerinden iki isim birden vermemiştir. Ancak bizim Peygamberimiz (S.A.V.) hakkında “Raûf” ve “Rahîm” buyurmuştur. Kendi zât-ı sübhânîsi hakkında da: “Muhakkak ki Allah insanlara Raûf ve Rahîmdir.” buyurmuştur. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili eserinde belirtildiği üzere Allah Teâlâ’nın Resulüne bu isimleri vermesi ve O’nu böyle vasıflandırması, O’nun hakkında büyük bir ikram ve tekrim demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin hepsi “Allah, Rahman ve Rab” gibi sırf Allah’a mahsus olan isimlerden değildir. Resûlullah (S.A.V.)’in kendisi ilahî ahlak ile mütehallik olduğundan dolayı müminlere Raûf ve Rahîm’dir. Getirdiği din de bütün yönleriyle müminler için ayniyle nimet ve rahmettir.
O, müminlere merhametli olduğu gibi O’nun maiyetindekiler de birbirlerine merhametlidirler. Bu husus kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Fetih Suresi’nin 29. ayetinde şöyle beyan buyurmuştur: “Muhammed Allah’ın elçisidir. O’nun yanında bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi arasında merhametlidirler. Onları ruku’a varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrattaki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir.”
Hz. Peygamber (S.A.V.) huzûr-u Hakka kabul buyurulduğunda, Allah Teâlâ’ya selâm ve saygısı ile kulluk ve ibadetlerini: “Ettahiyyâtü lillahi ve-s salevâtü ve-t tayyibâtû” cümlesiyle arzetti. Yani “Selâm ve saygıların en yücesiyle sözlü, bedenî ve malî ibadetlerin tamamı Allah Teâlâ’ya mahsustur.” dedi. Allah Teâlâ’da O’na: “Esselâmü aleyke eyyuhennebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühû” diye karşılık verdi. Yani: “Ey Peygamber! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun.” buyurdu.
Hz. Peygamber (S.A.V.) ile Allah Teâlâ arasındaki bu selamlaşma cümlelerinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Allah Teâlâ Resûlünü huzuruna aldırdığı bu mübarek gecede O’na üç önemli lütufta bulunmuştur. Bunlar Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketleridir. Selam ile Allah’ın esenlik ve korumasında olduğu vurgulanmış, Allah’ın rahmet ve bereketlerinin üzerine olması ile de rahmet-i Rahmân’a daldırılarak merhametin mihveri ve bereketin kaynağı hâline getirildiği ifade buyurulmuştur.
Yüce Rabbimiz Mi’râc’daki manevî atmosferi bizim de teneffüs edebilmemiz için, Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) vasıtasıyla bizlere bazı armağanlar vermiştir. Bunlardan biri beş vakit namaz, bir diğeri de Bakara Suresi’nin aşağıda mealleri arzedilen son iki (285-286.) ayetleridir. Dolayısıyla namaz müminin mirâcıdır. Şairin dediği gibi:
“Ey birader! Kıl namazı çün saadet tacıdır.
Sen namazı öyle bil ki, müminin miracıdır.”
Mi’râc vesîlesiyle namazın anlam ve önemini bir kere daha dikkat ve dirayetle hatırlayarak namaz yörüngeli bir hayat yaşamanın gayreti içinde olmalıyız. Öteyandan Bakara Suresi’nin sözü edilen son iki ayetini her akşam yatmadan okuyup, içerdiği inanç ve dualarla Yaradan’a yönelip yakarmayı ihmal etmemeliyiz. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in bu hususla ilgili: “Kim bu ayetleri yatmadan okursa, o gece ona yeter.” mealindeki uyarısına uymanın basîreti içinde olmalıyız. Hz. Ömer ve Hz. Ali (R.A.) Efendilerimizin: “Biz hiçbir âkil (akıllı) insan görmedik ki bu ayetleri okumadan yatsın.” dediklerini unutmamalıyız. Dilerseniz bu ayetlerin mealini birlikte okuyalım:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.” (Bakara, 285)
“Allah her şahsı, ancak güocünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (Bakara, 286)
Bakara Sûresi’nin son iki ayetini oluşturan ve “Âmenerresûlü” diye anılan bu mübarek ayetler, ilahî emirler karşısında mutlak itaate yönelen müminlerin inançlarındaki sadâkatlerini ifade etmektedir. Ayrıca bir önceki ayette geçen “İçinizdekileri açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi hesaba çekecektir” haberiyle endişeye kapılan müminlere bu ayetlerle kolaylık bahşedilmiş, mükellefiyetler hafifletilmiştir. Böylece Allah’a tam itaat ve iltica meyvelerini verirken yersiz kuşkular da bertaraf edilmiştir.
Mirac gecesinde Peygamberimize vasıtasız şekilde vahyolunan bu ayetler, Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerinde övülmüş, her zaman ve özellikle yatmadan önce okunması tavsiye edilmiştir. Yukarıda meali arzedilen hadîs-i şerîf bunlardan biridir.
Mevlâ-yı Müteâl Hazretlerinin müminlere armağan ettiği Mi’râc hediyelerinden biri olan bu iki ayetin sonuncusunda Allah Teâlâ, kullarının kendisine dua ve niyazda yedi önemli istekte bulunmalarını beyan buyurmuştur. Bunlar sırasıyla şunlardır:
1- Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.
2- Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.
3- Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme.
4- Bizi affet.
5- Bizi bağışla.
6-Bize acı (merhamet et).
7- Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.
Görüldüğü gibi bu isteklerden biri Allah’dan rahmet dilemektir. Allah Teâlâ kullarına rahmet etmeyecek olsa idi onların kendisinden rahmet dilemelerini istemezdi. Kullara düşen Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakararak rahmet ve mağfiret niyazında bulunmak ve Allah’ın kullarına merhametli davranmayı ilke edinmektir.
Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) herkese ve herşeye merhametle muamele etmesinin yanında, müminlere sürekli merhametli olmalarını tavsiye etmiş ve merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîfinde “merhamet edenlere Rahmân (olan Allah) marhemet eder” buyuran sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bir başka hadîs-i şerifinde “yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” buyurmuştur.
Merhametin mihrak ve mihmandarı olan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) kendisini hakaretlerle taşlayarak kovan Taifliler için ettiği dua da: “Allah’ım kavmime doğruyu göster, çünkü onlar bilmiyorlar...” niyazında bulunmuştur. Kendisini, yurdundan yuvasından çıkarıp hicrete mecbur bırakmış, bununla da kalmayıp her fırsatta düşmanlıklarını açığa çıkaran teşebbüslerle bulunmuş Mekkelilere Fetih günü: “Artık size kınama yok...” demiştir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) bir çarpışmanın yapıldığı yerden geçerken atların ayakları altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Yâ Rabbî! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Yâ Rabbî Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hâli devam eder. Nihayet arkadaşları O'nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber'e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medenî dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Yâ Rabbî bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O'na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam'a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime'dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber'i ziyarete gideceğini haber verir. Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime'nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil'in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime'yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah'tan korkmazsın. O'nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Rahmet Peygamberi Resûlullah (S.A.V.)’i her iş ve uğraşında örnek alarak yetişen ashâb-ı kirâmda O’nun gibi dost-düşman herkese merhametle muamelede bulunmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Örneğin Hz. Ebubekir (R.A.), sürekli yardımda bulunduğu, destek olduğu, akrabasından bir sahabenin de “ifk” hâdisesine karışmasına çok üzülmüş ve artık o kişiye yardımcı olmayacağına yemin etmişti. Söz konusu ayet bunun üzerine indi ve en çirkin iftiralar karşısında bile, erdemli kişinin nasıl tepki vermesi gerektiği hususunda yol gösterdi. Büyük Sıddik derhal yeminini bozdu, kararından vazgeçti, bağışlamanın huzur veren iklimine girerek sonsuz mutluluğa erdi.
Şefkat ve merhametiyle insanları ve tüm canlıları gözetip kuşatan Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in çocuklara, yaşlılara, yoksul ve yorgunlara merhameti daha yoğun bir şekilde tezahür ederdi.
Yoksullara yardım etmeyi çok sever, sıkıntı içinde kalanlara çare bulmayı bir görev bilirdi. Bir gün yine âdeti olduğu üzere davet ettiği miskin derecesindeki muhtaçlara önceden hazırladığı yardımı sırayla dağıtmış, alanlar da sevinçle evlerine dönmüşlerdi. Tam bu sırada bir başka yoksul adam uzaklardan koşarak gelip duruma bakmış, herkes alacağını alıp gitmiş, kendisine verilecek bir şey kalmadığını anlayınca orada yığılakalmıştı. Efendimiz (S.A.V.) yoksulu teselli etti:
- Üzülme dedi, sana da bir çare bulabiliriz!.. Bulduğu çareyi de hemen anlattı:
- "Buradan doğruca Medine çarşısına git, ihtiyaçlarını satan dükkânlara gir, ne lazımsa al, sonra deki: "Mal benim borç Resûlullah'ındır."
Adam, böyle şey olmaz, demek istemişse de Efendimiz (S.A.V.), onu ihtiyaçlarını satan dükkânlara doğru yönlendirerek tembihini tekrarladı:
- Şuradan doğruca dükkânlara girecek, ihtiyaçlarını alacaksın, sonra da, "Mal benim, borç Resûlullah'ındır." diyerek çıkıp gideceksin, ödemesi bana ait olacaktır.
Böylece verecek bir şey bulamayınca, yoksulun borcunu üstlenmekten çekinmediği görüldü.
Günümüz yazarlarından Senai Demirci’nin yaklaşık beş yıl önce 5 Kasım 2006 tarihli Zaman Gazetesi’nin eki olan Turkuaz’da yayınlanan “Rahmetin Heykelini Sele Vermeyin..” başlıklı güzel bir yazısını okumuştum. Kendisine takdir ve teşekkürlerini ileterek çok beğendiğim o yazının önemli bir bölümünü konumuzla ilgisi dolayısıyla burada sizlerle paylaşmak istiyorum:
Ne güzeldir ki, biz yağmura “rahmet” deriz. Yağmur yağarken “rahmet yağıyor” derdi dedelerimiz. Diyeceğim o ki, yağmur rahmetin cisimleşmiş hâli gibidir; rahmet heykeli gibidir her damla... Bir düşün, rahmetin heykelini yapmaya kalksaydık nasıl bir şey yapardık...
Öyle bronzdan yahut taştan olmamalı o heykel; çünkü bronz da taş da meydan okur gibi durur insana.. “Hadi oradan!” dercesine tepeden bakar sana.. Yanaştırmaz kendine..
Ama rahmet öyle değil... İçindedir o; içinin de içinde... Sırılsıklam sarmış seni... Kanında, terinde, gözünde, yüzünde... Yağmura bir bak; kıpır kıpır, şıpıl şıpıl yanında yörende.. Gönlünce şekiller alır her damla... Rahmet de işte öyle sokulgandır; sessizce süzülür teninden içeri, adeta parmak uçlarına basarak girer yüreğinin odacıklarına...
Sonra, rahmetin heykeli öylece hareketsiz duruyor da olmamalı. Hiç kıpırtısız duran bir şey küskün gibidir; vurdumduymazdır, seninle ilgilenmez, umurunda değil gibisindir. Ama rahmet öyle değildir... Rahmet sana doğru koşar; sen gelince kıpırdar, yakınlığını önemser. Üstelik sen dursan da o sana akar, eline yüzüne sarılır, seni okşar... Bak; yağmur öyle değil mi... Rahmet de öyledir işte, gözüne yaş olacak kadar sırdaş, kanında dolaşacak kadar kıvrak, hamarat..
Hem sonra, rahmetin heykeli şeffaf olmalı... Ardını göstermeli sana.. Kendini saklamamalı senden. Kabuğu, boyası, foyası, kılıfı, kabı, kapağı, kapısı, duvarı, kozası olmamalı... İçyüzü de dışyüzü de bir olmalı... Kimseye sırtını dönmemeli. Olduğu gibi görünmeli, göründüğü gibi olmalı... Rahmet de öyle işte... İnce ve içten davranır sana. Gizli saklısı yoktur. Aranızdan su sızmaz.... Kabı yok ve senin için her kaba girmeye razı... Rengi yok; ama her rengi giyinmeye razı. Tadı yok; ama senin için her tada sızmaya razı... Şekli yok; ama her şekle girmeye razı...
Rahmetin heykelini öyle şehir meydanlarına dikmek de doğru olmaz... O zaman ayrıcalıklı görünür rahmet. Erişilmezmiş gibi, şefkatsizmiş gibi durur. O “heykel” her köşeden görünmeli, her sokağa girmeli, isteyen herkesin penceresinin önüne gelmeli... Öyle değil mi ya yağmur? Rahmet de öyle işte. Hiç beklemediğin anda geliverir başına... Başına gelenlerin en güzelidir... Herkesi eşitçe kucaklar, kimseyi kimseden ayırmaz. Fakiri de ıslatır, zengini de... Yetimi de öksüzü de sevindirir. Her sokağa taşar, her çatıya iner...
İnsan yağmur gibi olmalı bence, herkesi ıslatabilmeli... Rahmeti kuşanıp herkese her şeye merhamet etmeli... İnsan sözünü yağmur gibi yumuşakça indirmeli kulaklara; kırıp dökmemeli, damla damla söylemeli, ince ince sevmeli... Şefkatli olup kimseyi küçümsememeli, hor görmemeli, kimsenin dalını kırmamalı...
İnsan yağmur gibi, bir görünmeli bir saklanmalı... Öyle ince olmalı ki, ihtiyaç duyan onu dizinin dibinde bulmalı, ihtiyaç bittiğinde hiç şikayetsiz ortalıktan kaybolmalı...
Yağmur göklerden yere serinliktir; yağmur yukarıdan aşağıya minnetsiz iniştir. Yağmura “rahmet” diyenlere yağmur damlaları sayısınca rahmet okumalı...
Vesselam...”
Program bu sohbetten sonra okunan hatm-i şeriflerin duasının yapılması ve ikram edilen kandil simitlerinin alınmasıyla noktalandı
.