Müslüman Mutlu ve Umutlu İnsandır
Mutluluk; kendimiz, ailemiz, yakınlarımız, milletimiz, memleketimiz ve bütün insanlık ailesi için dilediğimiz dileklerin önde gelenlerindendir. Onu istemekle kalmaz, elde etmenin gayreti içinde oluruz. Herkesin huzur, güven ve esenlik içinde olmasını arzu ederiz. Kimsenin kimseyi üzmesini ve ezmesini istemeyiz. Kimsenin kimseyi horlamasından ve zorlamasından hoşlanmayız. İnsanların karşılıklı iyi ilişkiler içerisinde yekdiğerini sevip saymasından hoşlanır, bireylerin birbirine hürmet ve muhabbetle muamelede bulunup üzerlerine düşeni yaparak toplumun kalkınmasına katkıda bulunmasından memnuniyet duyarız. Kişilerin kendileri için istediğini başkaları için de isteyip, kendileri için istemediklerini başkaları için de istemediklerini görmekten büyük bir sevinç ve saadet hissederiz.
Bunlar ve benzeri güzelliklere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşmaktan duyulan kıvanca, mutluluk deriz. Bu hâlin hâsıl olması için de bir arada yaşadığımız insanların tümünün benzeri düşünceleri benimseyip, başkalarıyla paylaşmalarını dileriz. Zira hepimiz bilmekteyiz ki, mutluluğun yolu mutlu etmekten geçer. Mutlu olmak isteyen de bu yolu seçer. Herkes mutlu olmak istediğine göre, bu yolu seçmeli ve işe başkalarını mutlu etmekle başlamalıdır.
Mutluluğu yaşamak ve yaymak isteyenlerin duyması ve uyması îcâp eden hususları, dostlarına duyurmak amacıyla 2017 yılında programına aldığı “Sorun Söyleyelim” sohbet toplantılarının ilkinde “Mutluluk” konusunu gündemine alan YOYAV, 14 Ocak 2017 Cumartesi günü “Müslüman Mutlu ve Umutlu İnsandır” konulu bir sohbet programı düzenledi.
Dr. Ateş, öğrencilerinin ikram ettiği görkemli kahvaltıya katılan konuklarının konferans salonunda yerlerini almalarından sonra, kürsüye gelerek besmele, hamdele ve salvelenin sonunda “selâm kelâmdan öncedir” vecizesi uyarınca davetlilerini sevgi ve saygıyla selamlayıp, yeni yılın millet ve memleketimiz için yararlı yenilikler, hayırlı hizmetler ve faydalı faaliyetlerle güzel gelişmelere vesîle olması temennîsinde bulundu ve beklenen sohbetine şöyle başladı:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Fevkalâde faydalı faaliyetlerle dolu bir yılı daha geride bırakıp, yeni bir yıla girmenin sevinç ve saadetini yaşayan siz saygıdeğer konuklarımızla yılın ilk sohbetinde bir araya gelmenin bahtiyarlığı içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, gününüzün dününüzden, yarınınızın bugününüzden güzel ve son ânınızın en güzel olması temennisiyle sözlerime başlarken, yurdumuzun yücelmesini, ordumuzun güçlenmesini, millet ve memleketimizin her türlü felâket ve musîbetten emîn olmasını, devlet-millet elele huzur, güven ve istikrar içinde hızlı adımlarla parlak yarınlara doğru ilerleyip, mutlu ve müreffeh günler yaşamamızı yüce Rabbimizden niyaz ediyorum.
Milletimizi tedirgin ve tahrik etmeye çalışan teröristlerle, ülkemizde tefrika tohumlarını ekerek birlik ve beraberliğimizi bozup, hısımları hasım ve dostları düşman hâline getirip, halkın huzûrunu kaçırmanın gayreti içinde olan iç ve dış düşmanları tel’în ediyor, hânelerinin harap olmasını ve hayatlarının azapla dolmasını diliyorum.
Kıymetli kardeşlerim!
Günlük hayatımızda sıkça söylediğimiz sözlerden biri de “mutluluk” sözcüğüdür. Örneğin mutlu insan, mutlu aile, mutlu toplum, mutlu millet, mutlu ülke deriz. Hepimiz mutlu bir hayat yaşamayı dileriz. Birbirimize iyilik dilerken; “mutlu günler, mutlu yıllar” deriz. Huzur içinde olmalarını istediğimiz yakınlarımızla, evlenen çiftlere mutluluklar dileriz. Bu arada çocuklarımıza “Mutlu” ismini verdiklerimiz dahi olur. Ama mutluluğun ne demek olduğunu ve nasıl elde edileceğini pek düşünmeyiz. Oysa aslolan budur. Bunun üstünde durup düşünmek gerekir. Öyleyse onu bilmek ve nasıl elde edileceğini araştırıp öğrenmek gerekir. Gerçek ve kalıcı mutluluğun yol ve yöntemlerini öğrenmek için de bizleri yaradan ve yaşatan yüce Rabbimizin insanlığa gönderdiği hayat prospektüsü mahiyetinde olan kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ile O’nu bize ileten sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetini ve hayatını bilmemiz îcâp eder.
Bunun için biz bugünkü sohbetimizde sizlere Kur’ân ve sünnetten bazı objeler sunarak, hakikî ve kalıcı mutluluğun ne olduğunu ve nasıl elde edileceğini anlatıp aktarmaya çalışacağız. Cenâb-ı Allah bana anlatıp aktarmada, sizlere de anlayıp uygulamada tevfîkini refîk eylesin, cümlemizi mutluluk yurdu olan cennete girecek mutlu ve umutlu kullarından kılsın.
Efendim, mutluluk bazılarınca sanıldığı gibi dünyevî zevk, eğlence ve bolluk içinde hoş ve rahat yaşamaktan ibaret değil, endişe, korku, üzüntü ve sıkıntıdan uzak huzûr-u kalp içinde Yaradan’ın râzı olacağı inançlı, bilinçli ve hoşnutluk hâlinin hâkim olacağı bir hayat yaşamak demektir.
Hak dostu bir gönül ehlinin dediği gibi:
“Kahrında hoş lütfunda hoş,
Hoştur bana Senden gelen.
Ya hil’at-ü yahut kefen,
Ya gonca gül yahut diken.” diyebilmektir.
Müslüman darda ve zorda kalsa da, her sıkıntıyı bir ferahlığın, her darlığı bir bolluğun, her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanır.
Bu inanç ve bilince sahip olduğu için herhangi bir sıkıntı, darlık ve zorlukla müptelâ olduğunda, feryâd-ü figan edip isyankâr tavır takınmaz, bu hâllerin geçici olduğunu düşünür, sabır ve sebat gösterir. Allah’a güvenir, Kur’ân’a sarılır, İnşirâh Suresini okur ve: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” Mealindeki 5 ve 6. ayetlerini döne döne dikkatle okuyup, her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğini düşünür ve huzur bulur.
Öte yandan Allah Teâlâ’nın, kulunu gücünün üstünde bir yükümlülükle mükellef kılmayacağını (Bakara 286) ve katlanamayacağı bir musibetle müptelâ etmeyeceğini bilir. Allah Teâlâ’nın kendisini ondan kurtaracağına inanır. Hâlini Allah’a arz edip, kendini o sıkıntıdan halâs etmesi niyazında bulunur. Ölüm dışında her derdin dermanı, her sıkıntıdan bir çıkış yolu olduğunu düşünür ve deva bulacağı o derman ile halâs olacağı o çıkış yolunu ihsân etmesini Allah’dan ister.
Her felâketten daha büyük bir felâketin ve her musîbetten daha büyük bir musîbetin olduğunu bilir. Kendinden daha kötü ve daha düşük bir durumda olabilecek birilerinin bulunabileceğini düşünerek, hâline hamd eder ve “elhamdülillâhi alâ külli hâl, sive’l küfrü ve’d dalâl” yani “küfür ve sapıklık hâriç, her hâlûkârda Allah’a hamd olsun” der.
Dûçâr olduğu durumu gözünde büyütmez, benden daha beteri var, dolayısıyla ben hâlime şükretmeliyim der ve üzülmez. Kendisi hiçbir sıkıntıya üzülmediği gibi başkalarını da üzmez. Birileri tarafından kendisine yapılan eziyet ve hakaret gibi haksız davranışların, Allah tarafından onların elleriyle yapıldığını düşünür. Haksızlığa karşı haksız davranışlarla mukabelede bulunmaz. Hâlini Hakk’a arz etmekle yetinir. Gönül ehli bir mana büyüğünün dediği şu sözü dikkatle dinler ve dirayetle değerlendirir:
“Ne kahrı dest-i â’dâdan, ne lutfu âşinâdan bil.
Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâdan bil.”
Hiçbir şeye üzülmediği gibi hiçbir kimseyi de üzmez. Üzülmenin kendisine, üzmenin de başkasına zararı olduğunu bilir. Üzme ve üzülme hâlinden uzak durur. Hem ve kederden kaçınır. Bu bakımdan: “Yiğidi hem, duvarı nem yıkar” diyen atasözünü kulağına küpe edinir. İşlerin olumsuz yönden gelişmesine üzülmez, işi oluşuna bırakır. Üzerine düşeni yapar, gerisini Allah’a bırakır. Olan bir şeyi durdurmada ve olmayan bir şeyi oldurmada üzülmenin faydası olmayacağını bilir, boş yere üzülerek hâlini hârap etmez.
“Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinim.
Aşkım ile avunurum, bana Seni gerek Seni.” diyen Yunus Emre’yi örnek alır.
Darda, zorda ve herhangi bir sıkıntıda kaldığında, kurtuluşu Kur’ân’da arar. Sıdk ile O’na sarılır, rıza suyu ile yoğrulmanın ve takva sığınağına sığınmanın gayreti içinde olur. Bu sığınağa sığınanın er geç bir çıkış yolu bulacağına inanır. Bu meziyete mazhar olmak için de kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Talâk Suresi’nin aşağıda mealleri verilen 2, 3, 4 ve 5. ayetlerini dikkatle ve dirayetle okuyup, Allah’tan korkan muttakilerin nelere nâil olacağını öğrenmeye çalışır.
“… Kim Allah’dan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir…” Talâk, 2-3
“… Kim Allah’dan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” Talâk, 4
“… Kim Allah’dan korkarsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını arttırır.” Talâk, 5
Allah Teâlâ kullarının mutlu olmalarını ister. Ancak, kendilerini dünya ve ahiret saadetine götürecek olan doğru ve düzgün yollara yönelmeyip, nefislerinin dürtülerine uyarak sahte saadet yönlerine yönelip, nefsanî arzularını tatmine tevessül edenlerin, hakikî manada mutlu olmayıp, geçici heves müptelâsı olanların ebedî mutluluğa değil de, geçici mutluluğa kapılıp kısa bir süre sonra onu da kaybedip şakavete (mutsuzluğa) sürükleneceklerini bildirir.
Zira bizleri yaratıp, çeşitli nimetlerle dolu geniş bir dünyada bolluk ve bereket içinde yaşatan yüce Rabbimizin bizim mutsuz olmamızı dilemesi düşünülemez. Bu gerçek Tâhâ Suresi’nin ilk üç ayeti ile 123. ayetinde açıkça dikkatimize getirilmiştir:
“Tâhâ, biz, Kur’ân’ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’dan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” Tâhâ, 1, 2, 3
Bu ayet-i kerîmenin incelendiğinde anlaşılacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm, insanları mutsuz etmek için değil, iyiyi, doğruyu ve güzeli gösterip, onlara yönelmelerini tavsiye ve telkin eden ilahî öğüt ve uyarılara uyup, mutlu olmaları için indirilmiştir. Aynı Sure’nin:
“… Artık benden size hidayet geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa, o sapmaz ve bedbaht olmaz.” mealindeki 123. ayet-i kerimesinde de, ilahî uyarılara uyup, davranışlarını o doğrultuda dizayn edenlerin sapmayacakları ve mutsuz olmayacakları beyan buyurulmuştur.
Hûd Suresi’nin: “O (kıyamet günü) geldiği gün Allah’ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbaht ve kimi mutlu.” mealindeki 105. ayetinde ise, insanların ebedî hayatta bir kısmının mutsuz, bir kısmının da mutlu olacağı ifade edilmiştir. Tabii kıyametten sonraki ebedî hayatta bu ayrımın yapılmasında, dünya hayatındaki inançlılık ve inançsızlıkla davranışların iyi veya kötü olması etkili olacaktır.
Aynı Sure’nin 106. ayetinde bedbahtlar (mutsuzlar)ın, 108. ayetinde de mutluların akibetleri şöyle beyan buyurulmuştur:
“Bedbaht olanlar ateştedirler. Orada ah edip inlerler.” Hûd, 106
“Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Onlar da orada ebedî kalacaklardır.” Hûd, 108
Bu ayetlerden çıkarılması gereken sonuçlardan biri, dünyadaki mutluluk ve mutsuzluğun geçici, ahiretteki mutluluk ve mutsuzluğun da kalıcı olduğudur. İkincisi de, kalıcı mutluluk ve mutsuzluğun kazanılacağı yerin dünya, yaşanacağı yerin de ahiret olduğudur. Üçüncüsü ise, akılcı olanın, kalıcı olanı geçici olana tercih etmek olduğudur. Dördüncüsü de, en mükemmel mutluluğun, mümin ve Müslüman olup, dünya ve ahiret saadetini yaşatacak duyarlı ve dirayetli davranışlarda bulunup, saadet-i sermediyeye sahip olmak ve şakavet-i ebediyeye sürükleyecek hal ve hareketlerden kaçınmaktır.
Kıymetli konuklar!
İslamî öğretiler, insanların kendilerine dikkatle baktıklarında, hedefi sürekli yemek ve içmekten ibaret olan beden, helal haram ayrımı yapmadan arzularına ermek ve günahlara giriftar olmaktan ibaret olan nefis, taşıdığı hem, keder ve üzüntülerle yorulup halden hale dönüşen kalp, yerli yersiz ve gelişi güzel söylediği sözlerle kapatılmaz yaralar açan dilden oluştuklarını gösterir.
Bu gerçeği gören ünlü İslam tabibi Sabit bin Kara’nın mutluluğa götüren yol olarak ifade edip, “bedenin rahatı az yemede, nefsin rahatı arzularla günahları azaltmada, kalbin rahatı az üzülmede, dilin rahatı da az konuşmadadır.” diyerek özetlediği düşünceyi Mutluluğun Dört Direği olarak açıklayan Mısırlı yazar Ahmed Şerabasî’nin ifade ettiği Mutluluk Metodunu dinî düşüncelerle dizayn ederek dikkatinize getirmek ve “saadet sarayını taşıyan dört direk ve onları ayakta tutan bir yürek” olduğunu ifade etmek istiyorum.
Yürekleri huzur ve sükûna erdiren unsur Allah’ı anmaktır. Bu husus kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Ra’d Suresi’nin 27 ve 28. ayetlerinde dikkatimize getirilmiştir. Dilerseniz bu ayet-i kerîmelerin meallerini birlikte okuyalım:
“… De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de hidayete erdirir.” Ra’d, 27
“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Ra’d, 28
Geçmişin güzîde bilginlerinden olup, görüş ve düşünceleriyle günümüze ışık tutan Müslüman tabib Sabit bin Kara’nın belirlediği mutluluk metodunun temelini teşkil eden dört direğin ilki: Bedenin rahatı az yemektedir.
İnsan vücudu, yakıtı yemek olan bir alettir. Bu yakıt vücuda belirli miktarlarda verilmelidir. Bol miktarda verilmesi tehlikeli olduğu gibi, aşırı derecede azaltılması da tâkatten düşmesine yol açar.
İnsan vücudu, başıboş ve serbest bırakıldığında, istediği her şeyi bol miktarda yer ve içerse sahibine felaket faktörü olup, onu insanlık sıfatından soyutlayıp, hayvanlık kategorisine katar ve bir an önce yok olmasına yol açar.
Hayat yiyip içmekten ibaret değildir. Akıllı insanlar, yaşamak için yerler. Câhiller de yemek için yaşarlar. Müslüman, kendini ayakta tutacak kadar yemelidir. Oburluğa aslâ yönelmemelidir.
Kullarının yeteri kadar yiyip içip, aşırılıktan kaçınmalarını isteyen Allah Teâlâ kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in A’raf Suresi’nin 31. ayetinde: “… Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyurmuştur.
Bir hadîs-i şerîfinde: “Biz öyle bir kavimiz ki, acıkmadıkça yemeyiz. Yeyince de doymayız.” diyen sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadîs-i şerîfinde: “Mide hastalık evi, perhiz de devanın başıdır.” buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfinde ise: “Adem oğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Ademoğluna belini dik tutacak birkaç lokmacık yeterlidir. Eğer mutlaka yiyecekse (midesinin) üçte biri yiyeceği, üçte biri içeceği, üçte biri de nefesi için olmalıdır.” buyurarak az yemenin lüzumuna işaret etmiştir.
İkincisi: Nefsin rahatı arzuları ve günahları azaltmaktadır.
Nefis, devamlı kötülüğü emreder. Kurallardan kurtulup, ipini koparırsa şeytanla birlikte hareket eder, sinsi davranışlarıyla sahibini aldatıp kötülüklere yönelmesine yelken açar. Dolayısıyla kişi, nefsinin arzularına uyarsa onun esiri olur. Heva ve hevesine uymayıp, nefsine gem vurursa, doğrulukta daim olup, Yaradan’a yar ve yakin olma yolunda ilerler ve kurtuluşa erer. Bu gerçek Şems Suresi’nin 7-10. ayetlerinde şöyle beyan buyurulmuştur:
“Nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
İmam-ı Busayrî’nin dediği gibi: “Nefis çocuk gibidir. Eğer onu ihmal edersen, süt emme isteğiyle büyür. Sütten kesersen de kesilir.”
Üçüncüsü: Kalbin rahatı az üzülmededir.
Kalbin huzuru, hem, keder, korku ve üzüntünün azalmasındadır. Zayıf ve korkak olan kalp, sahibine sürekli za’f ve bunalım kapılarını açar. Onunla bereket ve nimetlerin arasını açar. Azim ve ilerleme alanlarından uzaklaştırır. Böylesine korkak ve ürkek olan bir kalp, çıt sesinden çekinir, hayaletten korkar. Geceleri hem ve hüzün içinde geçirir. Geçmişi düşünüp pişman olur. Gününden sıkılır, dünyayı kendisine dar eder. Hayatın güzellik ve parlaklığını kaybeder. Geleceği tasavvur eder, kendini parçalayacak vahşi bir varlık gibi görür, huzuru kaçar.
Haktan gelene rıza gösterip inancında sebat eden, Allah’ın ipine (Kur’ân’a sarılıp) himayesine sığınan kalp ise, huzura erer. Al-i İmran Suresi’nin:
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” mealindeki 139. ayeti ile Yunus Suresi’nin:
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” mealindeki 62-63. ayetleri ve Fussilet Suresi’nin:
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; korkmayın, üzülmeyin, size va’d olunan cennetle sevinin derler.” mealindeki 30. ayetinde belirtilen müjdeye mazhar olmanın ümit ve temennisiyle üzüntüden uzak olan huzurlu bir hayat yaşar.
Dördüncüsü ise: Dilin rahatı az konuşmaktadır.
Çok konuşan çok yanılır. Dil, çok konuşmaya alışırsa, sahibini içinden çıkılması zor olan sıkıntılara sokar. İnsan, ağzından çıkana dikkat etmeli, sözlerini ölçüp tartıp öyle söylemelidir. Şairin dediği gibi:
“Söz altundur, gönül dercine dercet.
Teraziye koy, andan sonra harcet.”
Bir başka şairin dediği gibi de:
“Kelâmın fıdda ise, sükûtun olsun zehep.
Kemal ehli, kemâlâtı sükût ile buldu hep.”
Yerli yersiz konuşmanın doğru olmadığına dikkat çeken sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Ya hayır söyle, ya da sus.” buyurmuştur. Bir başka uyarısında ise: “Dilini tut.” demiştir.
Ashâb-ı kiramdan Abdullah bin Abbas (r.anhüma) dilini tutar ve ona şöyle hitap edermiş: “Vay hâline. Hayır söyle, kazan. Kötülükten sus, selamete er. Yoksa bil ki pişman olacaksın.”
Hakîmlerden (hikmet ehlinden) birine: “Adam ne zaman güçlü olur?” diye sorulmuş, o da: “Dili hikmetli olmayan bir şey söylemek istediğinde, ona kuvvetle ve güçle engel olduğu zaman.” demiştir.
Dinî düşünceler doğrultusunda Sabit bin Kara’nın tespit, Ahmed Şerabasî’nin takdim ettiği, bizim de tavzîh etmeye çalıştığımız mutluluk yolu budur ki, biz onu: “Saadet sarayını taşıyan dört direk ve onları ayakta tutan bir yürek” olarak ifade ettik. Vücut çok yemekten, nefis kötülüklere yelken açmaktan, kalp üzüntünün ağırlığını taşımaktan, dil de gereksiz konuşmaktan korunursa, sahibi doğru yolda devam ederek mutlu yaşar, dünya ve ahiret saadetine erer.
Mevlâ-i Müte’âl Hazretleri cümlemizi mezkûr metoda uyup, davranışlarını o doğrultuda dizayn ederek saâdet-i sermedîyeye eren mutlu ve umutlu olan bahtiyar kullarından eylesin. (Âmin)