ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE HZ. MUHAMMED (S.A.V.)
Habîbullah’ın Hayatımızdaki Yeri
Doğumundan ölümüne kadar hayatının her anı her Müslüman tarafından
bilinmesi ve örnek alınması gereken Hz. Peygamber (S.A.V.)’e sevgi ve saygı ile
yolunda ve izinde olmanın önemini anlatıp O’na bağlılık ve sünnet-i seniyyeye
saygıyı sağlamanın gayreti içinde olan YOYAV, Mevlid Kandillerinde ve kutlu
doğum haftalarında tertiplediği takdire şâyan olan etkinliklerde olduğu gibi,
vefatının yıldönümü dolayısıyla düzenlediği örnek toplantı ile de bir ilke imza
attı. Kâinâtın Efendisi, iki cihan güneşi ve gönüller sultanı olan Hz.
Peygamber (S.A.V.)’in ebediyete irtihâlinin 1377. yıldönümü dolayısıyla 8
Haziran 2009 Pazartesi günü saat 14.00’de YOYAV Kültür Merkezi’nde anlamlı bir
anma toplantısı düzenlendi.
YOYAV’ın yürüte geldiği bilgi ve beceri kurslarından Afet Tan’ın
sınıflarının ikram ettiği öğle yemeğinden sonra konferans salonunu dolduran
davetlilere hitap eden Dr. İbrahim Ateş,
haz ve huzur içinde dinlenen konuşmasında şunları söyledi:
1377 yıl önce böyle bir 8 Haziran Pazartesi günü kuşluk vakti rûhunu
Rahmân’a teslim ederek refik-i a’lâya irtihâl eden sevgili Peygamberimiz
(S.A.V.)’in vefatının yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz bu manalı ve
muhtevalı toplantıya teşrif ederek salât, selâm, muhabbet ve ihtirâmımızı
birlikte arz etmenin yanında yolunda ve izinde olma azmimizle O’na olan
bağlılığımızı yinelememize katkıda bulunan güzîde heyetinizi sevgi ve saygı ile
selamlıyor, Cennet ve Cemâlullah ile şefaat-ı Resûlullah’a nâil olmamızı niyaz
ediyorum.
Her iş ve uğraşımızda Resûlullah’ı örnek almamız temennisiyle sözlerime
başlarken, ervâh-ı âcizânelerimizin rûh-u Resulullah ile iletişim içinde
olmasını diliyorum.
Doğumu dünyaya sevinç, hayatı herkese övünç olan ve ölümü âlemi üzüntüye
boğan Hz. Peygamber (S.A.V.), hicretin 11. yılında 13 gün süren hastalığı
sonunda Rebî’ülevvel ayının 13. (8 Haziran
Hakkın Habîbinin vefat haberini duyan Hz. Ömer (R.A.) üzüntüye gark
olarak kılıcını çekip: “Kim Resûlullah öldü derse, onu bununla cezalandırırım.”
diyerek duygularını dile getirdi ve Efendimizin öldüğünün söylenmesine
tahammülü olmadığını ifade etti. Sabah namazı esnasında Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in odasının kapısında görünmesini iyilik alâmeti addederek Mescide
uzakça bir mahalledeki evine gitmiş olan Ebû Bekir (R.A.) meş’um haberi alınca
derhal koştu. Bağıra çağıra durumu münakaşa etmekte olan Hz. Ömer ve
etrafındakilere ehemmiyet vermeden Aişe’nin odasına girdi. Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in renkli çizgili bir harmaniye ile örtülü olduğu halde yerde
yattığını gördü. Nâ’şa yaklaşarak örtünün bir köşesini kaldırdı. Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in yüzünden öperek: “Sen benim için anamdan, babamdan daha aziz idin,
şimdi öldün, fakat ölümün bile hayatın kadar güzel” dedi. Bundan sonra Mescide
girdi. Hz. Ömer (R.A.) hâlâ büyük bir heyecan içinde bağırıp çağırıyor: “Hz.
Muhammed öldü diyeni öldürürüm.” diyordu. Ebû Bekir (R.A.) söz söylemek
istediğini anlatınca galeyan hâlindeki ashâp sustular. Ebû Bekir (R.A.) söze
şöyle başladı: “Ey insanlar! Kim Hz. Muhammed (S.A.V.)’e tapıyor idiyse, bilsin
ki Hz. Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyor idiyse, bilsin ki Allah baki
ölmez.” dedi ve Zümer Suresi’nin: “Ey Muhammed! Şüphesiz sen de öleceksin,
onlar da ölecekler.” mealindeki 30. ayeti ile Al-i İmran Suresi’nin: “Muhammed,
ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür
veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi
üzerine geri dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri
mükâfatlandıracaktır.” mealindeki 144. ayetini okudu. Bu ayetler, dinleyenler
üzerinde derin bir tesir uyandırdı. Hz. Ömer (R.A.)’in üzerine baygınlık geldi
ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in gerçekten vefat etmiş olduğunu anladı. Mezkûr
ayetin Uhud gazvesi sırasında Müslümanların bir ara “Muhammed öldü” diye
bağıran Kureyşlilere aldanarak paniğe kapılmaları üzerine nâzil olduğu kabul
edilmektedir. Hz. Ebû Bekir (R.A.)’ın böyle fevkalâde mühim bir anda gösterdiği
metanet, hiç şüphesiz dünyada gelmiş geçmiş en büyük devlet adamlarına bile az
nasip olmuştur.
Karanlıklarla dolu cihana aydınlık prensipler getirdikten, adaletli
davrananların zayıf ve güçsüz sayıldığı bir dünyaya adaleti yaydıktan ve sınıf
sistemine dayalı o günkü cemiyete, eşitlik diye haykırdıktan sonra Hz. Muhammed
vefat etti.
Müslümanlar Peygamber’in vefatıyla büyük bir üzüntüye gark olmakla
birlikte Devletin başı boş bırakılmaması ve bir halifenin seçilmesi
gerekiyordu. Dolayısıyla bir taraftan Resulullah’ın vefatıyla sarsılan ashab-ı
kiram, diğer taraftan da seçilecek halifenin kim olacağı konusunu düşünüp
karara varma zorunluluğunu hissediyorlardı. Ensar ve Muhacirlerin ileri
gelenlerinin yaptığı görüşmeler sonucunda Hz. Ebu Bekir (R.A.)’e biat edildi.
Halife seçildi ve Resulullah defnedildi ama ashab-ı kiramın gözyaşları dinmedi.
Her evde hüzün, her yerde ağıt, herkeste gözyaşı vardı. Hasseten Hz. Fatıma’nın
feryadı ile Hz. Aişe’nin ağıdı yürekleri dağlıyordu. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
ebediyete irtihalinden sonra O’nun ayrılığına dayanamayan Hz. Ömer (R.A.) bir
gün oturup hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıp
yere damlıyordu. Biraz teselli olmak için Hz. Ebu Bekir (R.A.)’ın yanına gitti.
Selam verip girdi ve O’nun da gözyaşlarına yenik bir şekilde ağladığını gördü.
“Sen de mi Hz. Peygamber’i özlediğin için ağlıyorsun? Resulullah’ın ayrılığına
dayanamayıp ağladım, teselli olmak için Sana geldim. Ama görüyorum ki senin
durumunda benden farklı değil.” dedi. Hz. Ebû Bekir “Hadi Ümmü Eymen’e gidelim.
Onda Resulullah’ın kokusu vardır. Onu ziyaret edip, Resûlullah’ın özlediğimiz
kokusunu ondan koklayalım.” dedi. Ümm-ü Eymen’e geldiklerinde onu da aynı
şekilde ağlar gördüler ve “Sen de mi Resulullah’ı özlediğin için ağlıyorsun?”
dediler. Ümmü Eymen: “Evet gördüğünüz gibi gözyaşlarımı tutamıyorum. Ama benim
ağlamam yalnız Resûlullah’ı özlediğim için değil, O’nunla birlikte Kur’an’ın
indirilmesinin sona ermesine de üzülüyorum ve ağlıyorum. Resûlullah’ın
vefatından sonra göklerin dudağı sustu. Sıcak sıcak Kur’an inmeyecek, ona
ağlıyorum.” dedi.
Ümmü Eymen, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in annesi Amine’nın azadlısı idi.
Doğumundan sonra annesinin ölümünün ardından O’nu Ebvâ’dan alıp getirmişti.
Kıymetli kardeşlerim!
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in en yakın arkadaşı ve kayınpederi olup,
kendisinden sonra ilk halife seçilen Hz. Ebû Bekir ile ilgili iki hususu bugün
burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunların biri Hicret yolculuğunda Sevr
mağarasında mazhar olduğu ilâhî ihsândır. Diğeri de Resûlullah’ın vefatından
sonra Hz. Aişe (R.Anha) vâlidemizin gördüğü rüyadır.
Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hicrette mağarada üç gün
kaldılar. Ebû Bekir Sıddık çok susadığını bildirince, Peygamber Efendimiz
buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekir! Dışarı çık, oradan akan nehirden isteğin kadar su
iç!” Hz. Ebû Bekir, dışarı çıkınca, şaşırdı. Kardan soğuk ve beyaz, baldan
tatlı ve miskten daha güzel kokulu bir ırmağın aktığını gördü ve kana kana
varıp içti. Dönüşünde şöyle sordu: “Yâ Resûlallah! Bu nasıl âb-ı hayattır ki,
bu dağın başında akar. Böylesini hiç kimse görmemiştir.
Peygamberimiz buyurdu ki: “Hak Te’âlâ, Cennet ırmaklarına memur olan
meleğe, senin içmen için Cennet-i Firdevs’ten bu mağaranın önüne bir nehir
akıtmasını emretti.” Hz. Ebû Bekir, ağlayarak yine dedi ki: “Anam babam sana
feda olsun! Ebû Bekir’in Cenâb-ı Hak indinde bu kadar değeri var mıdır ki, onun
için Cennetten ırmak akıta?” “Hak Te’âlâ indinde pek çok değerin vardır. Beni
peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, sana düşmanlık edenler yetmiş
yıllık iyi işleri olsa bile, Cennete giremezler.” buyurdu.
Bilâl-i Habeşî Hazretleri, Resûlullah’ın vefatından bir müddet sonra,
müminlerin annesi Aişe vâlidemizin evinin önüne gidip kapısını çalar. Aişe-i
Sıddîka vâlidemizin içerden ağlayarak şöyle dediğini işitir:
- Ayrılık ateşiyle yanan kalbin kapısını çalan kim?
- Resûlullah’ın hizmetçisi Bilâl’im... Nasılsınız efendim?
- Ey Bilâl! Sudan uzakta kalan balığın hâli nasıl olur? Bu gece rüyâda
gördüm ki, Resûlullah gökyüzünde meleklerle dolaşıyordu. Nereye gittiğini sordum.
Babamın ruhunu karşılamaya gittiğini buyurdu.
Hz. Bilâl, Ebû Bekir Sıddîkın yanına giderek, Aişe vâlidemizin rüyasını
anlatır. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki: “Allahu Te’âlâ’ya yemin ederim ki, dün gece
ben de aynı rüyayı gördüm. Ben kızımın yanına gideyim de beni bir defa daha
görsün.
Aişe vâlidemiz babasını karşılayıp der ki:
- Babacığım! Lâzım olur diye sana temiz bir kefen getirdim.
- Yavrum o kefeni bırak! Müslüman olduğum gün üzerimde bulunan elbisemi
bana kefen yapın! Çünkü çok zamanlar, Allah sevgisinin verdiği korku ile ağlar,
gözyaşımı o elbiseye sürerdim. Allahu Te’âlâ, o gözyaşlarımın hürmetine belki
bana rahmet eder. Hz. Ebû Bekir o gece vefat etti.
Kıymetli kardeşlerim!
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in vefatından iki gün önce yaptığı son
konuşmayı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Az önce arz edildiği üzere Hz.
Peygamber (S.A.V.) Medine’de 13 gün süren ateşli hastalığının şiddetlendiği 11.
gününde mescidine çıkmış ve en mühim son konuşmasını yapmıştır. Acaba O’nun
âlemindeki en mühim konular nelerdi? Neleri anlatacaktı bu son konuşmasında
yönettiği halkına?.. Bu mühim konuşmayı takdimden önce o günkü dünyanın iki
büyük devletindeki halk ile yönetici münasebetine (mukayese için) bir göz
atalım. Sonra bu eşsiz örneğin üzerinde düşünme imkânı bulmuş olalım...
O günkü dünyanın iki büyük devletinden biri olan İran’ın ateşperest
hükümdarı, koyduğu vergileri anlatmak için halkına konuşurken, fakirin birinin
şöyle bir feryadına muhatap olur:
- Efendimiz, susuz araziden de vergi alacağım, diyorsunuz. Kurak arazide
yaşayan fakir, yağmur yağmazsa mahsul vermeyen araziden ne gelir elde edecek ki
size vergi versin?..
Halkın içinde isyan teşvikçiliği yaptığı gerekçesiyle İran hükümdarı,
zavallı fakiri kalabalığın gözleri önünde ateşe attırarak yaktırmaktan çekinmez,
kimse de buna karşı çıkma cesaretini kendinde göremez.
Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olan Bizans’ta, yani İstanbul’da da
durum farklı değildir. İmparator, Süleyman aleyhisselamı geçmek iddiasıyla
inşasına başlattığı Ayasofya Kilisesi’nde ülkesinin halkını karın tokluğuna
çalıştırıyordu. Bu cebrî çalıştırmaya katılmak istemeyenler ise Sultanahmet
Meydanı’ndaki o günkü hipodrumda yağız atların kuyruğuna bağlanarak paramparça
ettiriliyor, karın tokluğuna çalışmak istemeyen halka böylece gereken ders
verilmiş oluyordu.
İşte o günkü iki büyük devletin yönetiminin halka karşı uygulaması böyle
idi...
Şimdi de aynı günlerde Müslümanların Medine’de yaşadıkları yönetimle
halk münasebetine bir göz atalım. Bakalım onlar nasıl bir yönetim örneği
yaşamışlardı?..
Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri vefatından iki gün önce halka hitap ettiği
son hutbesinde bakın onlarla nasıl bir gönül birliği sağlamayı düşünüyor, ne
türlü bir titizlikle helallik istiyordu?
- Ey insanlar! Yönetiminizde bulunduğum ilk günden bugüne gelinceye
kadar kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam işte sırtım gelsin o da bana vursun!..
Kimin kalbini kıracak bir söz söylemişsem işte kalbim, gelsin o da bana aynı
sözü söylesin!... Kimin bir dirhem hakkını almışsam işte malım, gelsin o da
benden hakkını alsın!..
Sadece bu teklifle kalmıyor, isteklerine şu ikazları da ekliyordu: Sakın
içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim; ama Resûlullah’ın
darılacağından korktum da istemedim. Şunu kimse unutmasın ki, benim inancımda
hakkını isteyene darılmak yoktur. Hatta benim en çok sevdiğim kimse, benden
hakkını alan yahut da helal eden kimsedir. Ancak bu suretle Rabbimin huzuruna
üzerimde kul hakkı olmadan çıkabilirim! Bu sırada dinleyenlerden biri ayağa
kalkarak: Ya Resûlallah, der, öyle ise benim zatınızda üç dirhem alacağım var,
onu istiyorum!.. “Borcum nereden kaldı hatırlatır mısın?” sorusuna adam şu
cevabı veriyor: Size çölden gelen bir fakir yardım istemişti de, sizde
bulunmadığından emriniz üzerine ben vermiştim üç dirhemi. İşte onu talep
ediyorum. Bu hatırlatmadan sonra Efendimiz (S.A.V.)’in cevabı aynen şöyle olur:
Amcamın oğlu Fazlı! Borcum sabit olmuştur, hemen öde, beni kul hakkından
kurtar!...
Evet... Vefatından iki gün önceki son konuşmasında böyle helalleşiyor,
böyle örnek oluyordu demokrasi dünyasındaki tüm yöneticilere ve halka... Acaba
bu hedefe 21. asrın insanı bugün varabilmiş, yöneticilerle halk böyle bir
demokrasi örneğiyle kucaklaşıp helalleşebilmişler mi?... Yoksa ufukta bu örnek
mi var, varabilirse oraya varacak, nefesi yeterse orada mı karar kılacak?...
Ashab-ı Kiram, Resûlullah’a ulaşıp O’nunla kucaklaşma ve birlikte yaşama
saadetine ermişlerdir. Günümüz insanları da Resûlullah’ı görmemekle beraber
O’nunla birlikte yaşama şansına sahiptirler. O’nu görmeden nasıl birlikte
yaşanacak derseniz? Bugün Peygamberimiz (S.A.V.) ile yaşamanın hem mümkün, hem
gerekli, hem de çok kolay olduğunu arz ederek sözlerimi noktalamak isterim.
Ebul Hasan Harkanî Hazretleri Harkan’da yaptığı vaazlarında
Peygamberimiz (S.A.V.) ile birlikte yaşama tarifini şöyle yapıyordu o günkü
Müslümanlara: “Ey Müslümanlar! Günlük hayatınızı Peygamberimizle birlikte
yaşamayı ister misiniz? Cemaat hep birlikte feryat ediyor:
- İstemez olur muyuz? O’nunla birlikte olmak bizim hayatımızın en yüce
gayesidir. Ama nasıl olacak O’nunla birlikte olmak? Bu mümkün mü bugün? Şöyle
açıklıyor Peygamberimizle yaşamak isteyenlere. Diyor ki:
- Her sabah günlük hayatınıza başlarken, herhangi bir günaha düşmeden
günü tamamlamaya niyet etmeli ve o günü günahsız tamamlamalısınız. İşte
günahsız tamamladığınız o gün Peygamberimizle yaşadığınız gündür. Öyle ise ilk
hedefiniz günlük hayatınızı günahlara bulaşmadan tamamlamak olmalı, böylece gün
boyu Peygamberimizin ruhaniyeti ile birlikte olmanın huzurunu duymalısınız...
İşte bu manada bugün günlük hayatını günahsız tamamlamaya niyetlenen her
Müslüman’ın Peygamberimizle yaşaması mümkündür. Yeter ki sabah günlük hayatına
başlarken karar versin, huzurunda bulunacağım Resûlullah’ın yanında günaha
bulaşmak büyük bir cüret olur, diyerek nefsini ikaz edip günlük hayatını
günahsız tamamlamaya azimli ve kararlı bulunsun. Akşam da eve gelip de şöyle
bir köşeye oturunca:
- Elhamdülillah! Bugün Peygamberimizle birlikte yaşadım, Efendimizin
ruhaniyeti benimle beraberdi; çünkü bir günaha bulaşmadan tamamladım günümü...
diyebilsin.
İbretlidir ki, Ebul Hasan Harkanî Hazretleri’nden “Peygamberimizle
yaşamayı” dinleyenlerin başında o günkü Türk hükümdarı Sultan Mahmud Gaznevî de
vardı. O da artık günlük hayatına Peygamberimizle birlikte yaşamaya niyet
ederek başlıyordu. Bu sebepledir ki, Muhammed adındaki hizmetçisine her
defasında çok sevdiği Muhammed adıyla hitap ettiği halde bir defasında Muhammed
adıyla değil de babasının adıyla çağırmıştı. Alışık olmadığı bu hitap şeklinden
endişeye kapılan hizmetçi:
- Sultanım dedi, bir kusur mu işledim acaba ki çok sevdiğiniz Muhammed
ismimle değil de, babamın adıyla çağırdınız beni?.. Sultan şöyle açıkladı
durumu:
- Seni Muhammed isminle çağırdığım sıralarda hep abdestli oluyordum. Bu
defa ise abdestim yoktu. Günlük hayatımı kendisiyle yaşamaya niyet ettiğim
Resûlullah’ın yanında o yüce ismini abdestsiz ağzıma almaya cesaret edemedim
de, onun için babanın adıyla çağırdım seni...
İşte bu da günlük hayatını “Peygamberimizle yaşama”ya niyetlenenlerden
bir günahsız yaşama azim ve aşkı...
Hayatını Hz. Peygamber (S.A.V.)’in yaşantısına benzeterek yaşamaya
çalışan her Müslüman geçirdiği her günü O’nunla yaşamış gibi olacağını bilmeli
ve bu hususta Ahzab Suresi’nin: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha
yakındır...” mealindeki 6. ayetini göz önünde bulundurmalıdır.
Resûlullah’ın yolunda ve izinle olma azmini arttırmak amacıyla
düzenlediğimiz bu anlamlı toplantıya katılarak gayretimizi kamçılayan siz
muhterem misafirlerimize takdir ve teşekkürlerimizi iletiyor, sevgili
Peygamberimiz (S.A.V.)’e sayısız salât ve selamlarımızla birlikte sevgi ve
saygılarımızı arz ediyor, Cennette civarında olmamızı niyaz ediyorum.”
Toplantı, okutulan 6 hatm-i şerifin sevabının ruh-u Resulullah’a armağan
edilmesiyle