ÖLÜMÜNÜN 1232. YILDÖNÜMÜNDE İBRAHİM BİN EDHEM
İslamî literatürde, ashâb-ı kirâmdan sonra gelen müslümanlara tâbi’în, onlardan sonra gelenlere de teba’i tâbi’în denilmektedir. Resûlullah’ın yaşantısını yansıtan ashâb-ı kirâmın davranışlarını dikkatle izleyip, yaptıklarını yapmanın ve aktardıkları dinî bilgilerle donanmanın gayret ve kararlılığı içinde olan tâbi’în dönemi müslümanlarından, büyük bilgin ve veliler yetişti. Çağdaşlarına ve kendilerinden sonra gelen müslümanlara öncülük eden bu büyük insanlar, bilgileri, düşünceleri ve yaşantıları ile insanları aydınlatma, islamiyeti yaşatma ve yayma yolunda önemli adımlar attılar. Bu dönemde yetişen büyük bilgin ve velilerden biri de İbrahim bin Edhem Hazretleridir.
Devrinin devlet büyüklerinden biri iken tacını, tahtını terkedip saltanat ve sarayından sıyrılarak sıradan ve sade bir insan olarak zâhîdâne bir hayat yaşamaya yönelmişti. Döneminin din bilginleri ile ma’nâ büyüklerinin ilim meclisleriyle sohbet toplantılarına katılmış ve kısa bir sürede büyük mesafeler katederek, aldığı tasavvufî terbiye ve sergilediği takvâkâr tavırlarıyla toplumunun takdirini toplamıştı. Kıyıda köşede kalan bir insan görünümünde olmakla birlikte, gönüller sultanı olacak konuma gelmişti. Gördüğü bu değer ve itibar, yaşadığı yıllara münhasır olmayıp, ebediyete intikalinden sonra da devam etmişti.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de inanan insanların gönüllerindeki yerini koruyan bu büyük insan, ölümünün 1232. yıldönümü dolayısıyla 23 Şubat 2011 Çarşamba günü YOYAV’da düzenlenen toplantıda bir kere daha rahmet ve mağfiretle anıldı. Ruhuna ithafen okutulan hatm-i şerîfin duasını yapan Dr. İbrahim Ateş, O büyük insanın bazı meziyetleriyle menkıbelerini dilegetirdiği konuşmasında şunları söyledi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Uyarı, öğreti ve örnek hayatı ile insanlara ışık tutan ma’nâ büyüklerinden biri olan İbrahim bin Edhem Hazretlerinin ebediyete intikalinin 1232. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz böylesine önemli ve anlamlı bir anma toplantısında sizlerle biraraya gelmenin sevinç ve saadeti içinde seçkin heyetinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, saadet-i sermediyeye nâil olmanızı diliyorum.
Makam ve mevkiini elinin tersiyle itip, ma’nâ âleminde ilerleyerek Hak dostları arasındaki mümtaz yerini alan İbrahim bin Edhem Hazretlerinin, debdebeli bir saltanat hayatından sonra yaptığı dönüşüyle Yaradan’a yaklaşma yolunda sergilediği duyarlı ve dirayetli davranışlardan bir kısmını dikkatinize getirmenin gayreti içinde olacağım inşaallah. Bu arada O büyük insanın, dönemindeki ilim ve irfan ehliyle ma’nâ büyüklerinden bazılarıyla yaptığı görüşmelerde aralarında geçen konuşmalarda sergilenen sevecen tavırlarla, dilegetirilen değerli düşüncelerden bir kısmını sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Çünkü ahiret âlimleri ile Allah dostu gönül erlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri sevgi ve saygı ile ortaya koydukları samîmî, sevecen ve edepli davranışların bizlerce bilinmesi, ibret alınması ve ikili ilişkilerimizde uygulanması, hepimiz için büyük önem arzetmektedir. Dolayısıyla dilegetireceğimiz hususları, dikkatle ve dirayetle dinleyip alıcı bir kulak, algılayıcı bir kalp ve uygulayıcı bir kalıpla değerlendirmenizi diliyorum.
Değerli dostlar!
Allah Teâlâ insanın hidayetini dilerse, bazen bir yolcuyu, bazen bir kalabalığı, bazen bir kuşu, bazen bir kuzuyu, bazen bir kurdu, bazen bir deveyi, bazen de bir ceylanı karşısına çıkarır. Kafasına dank ettirecek ve şok tesiri yapacak ibretli bir davranışla karşılaştırır. Ummadığı bir şeyi uyanmasına vesîle kılar. Konuşmayanı konuşturur, yürümeyeni yürütür, uçmayanı uçurur, akmayanı akıtır, bakmayanı baktırır. Bugün bir kere daha birlikte anıp, ruhuna rahmet dilediğimiz merhûm ve mağfûrun leh İbrahim bin Edhem Hazretlerinin uyanışına da böylesi bazı olaylar vesîle olmuştur.
Dünyâ ile âhiretten birini tercih etme söz konusu olduğunda âhireti seçenler, ebediyet sultânı olarak sonsuz mükâfatlara nâil olurlar. Ancak dünyâyı seçenler bu âlemde zâhiren sultan da olsalar, hakîkatte ebedî âlemin, ellerine hiçbir şey geçmeyecek olan dilencileri hükmündedirler. İşte bu sırrı anlayan İbrâhim bin Ethem Hazretleri, kendi ıslâhının ancak hükümdarlığı bırakmaktan geçtiğini görünce, bu fedâkârlığı ve ferâgati yapmış ve bir ebediyet sultânı olmuştur. O’nun karşısına çıkan kendisini îkâz edici sebepler ise, bir bakıma gönlünde bulunan ihlâs ve samimiyet cevherinin bir bereketidir. Daha doğrusu O’nun gönül hâli, ilâhî iklîme adım attıracak sebeplerin karşısına çıkmasına ve Hakk'ın yüce tecellîlerine nâiliyyetine, sultanlığı terk gibi büyük bir ferâgatin kendisine kolaylaştırılmasına ve nihâyet bir lâhzada nice ihsânlara ermesine vesîle olmuştur.
Yedinci yüzyılda yetişip, insanlığa ışık tutan bilgin ve bilge kişilerden biri olan İbrahim bin Edhem Hazretleri 714 (H.96)'te Belh şehrinde doğdu. 779 (H.162)'da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi Hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunmuş, Veysel Karânî Hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.
İbrâhim bin Edhem, önceleri Belh'te saltanat ve debdebeye düşkün bir hükümdardı. O’nu bu düşkünlükten kurtarıp âhiretini de ihyâ edebilmesi için, devrin ârif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli îkâzlar yapılıyordu.
İbrahim bin Ethem Hazretleri'nin takva yoluna meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesindedir:
Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Edhem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağırışıp çağrışmalar gittikçe çoğaldı ve en nihâyet sultânı uyandırdı.
Sultân İbrahim bin Edhem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:
"- Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?"
Derinden bir cevap geldi:
"- Kaybolan devemizi arıyoruz sultanım!"
İbrahim bin Edhem hiddetle seslendi:
"- Damda deve aranır mı bre ahmaklar?!."
Bu seferki cevap çok mânidar ve irşâd niteliğindeydi:
"- Ey İbrahim bin Edhem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk'ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!"
Bu hâdise, İbrahim bin Edhem'in ruhunda uzun zamandır başlamış bulunan manevî med-cezirleri sıklaştırdı. O’nu kararsız ve şaşkın bir hâlde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayâtından tamamen kopamadı.
Sarayında oturduğu bir gün gayet heybetli bir zat, bir deve yularını çekerek saray kapısından içeri girer. Kimse onu engelleyemez, kapıcılar ve diğer görevliler ne kadar uğraşırlarsa da dışarı çıkaramazlar. Sultan bu durum karşısında yerinden kalkar ve adamın karşısına dikilir:
- Ne istiyorsun? diye sorar. Adam:
- Bu handa konaklamak istiyorum, der. İbrahim bin Edhem:
- Burası han değil, benim sarayım, der. Adam:
- Öyle mi? Peki bu saray senden önce kimindi? diye sorar.
- Babamındı.
- Ondan evvel kimindi?
- Filan zatın.
- Ondan evvel kimindi?
- Filan oğlu filanın.
- Bunlara ne oldu?
- Öldüler.
Bunun üzerine adam:
- Ey İbrahim! Bu bir saray değil, han imiş. Onlar konmuş göçmüş. Sen de göç, ben konaklayayım! Biri gelmeden birinin gittiği yer saray olmaz, deyip geldiği gibi gider.
İbrahim bin Edhem Hazretleri adamın peşine düşüp kim olduğunu sorar. "Ben Hızırım" cevabını alınca bunun bir işaret olduğunu anlar, kalbi yanmaya başlar.
Ancak İbrahim bin Edhem'in mûtâd olan avcılık tiryakiliğinde karşılaştığı manevî işaret ve îkâzdır ki, onu hakîkî bir Hakk yolcusu eyler. Bu av macerası şu şekilde vuku bulmuştur:
İbrahim bin Edhem Hazretleri, birgün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan-ter içinde kalmıştı. Fakat İbrahim bin Edhem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o narin ve güzel hayvan hâl lisanıyla:
"- Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın. Allah, seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?" dedi.
İbrahim bin Ethem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı.
"Ey lutf u keremi sonsuz olan Allâh'ım! Benim hâlime de nazar kıl! Nice zamandır debdebe içinde ömür nefeslerimi zâyî etmişim... Ey Allâh'ım! Lutfunla gönlümü yıka; kalbimde muhabbetinden başka bir şey bırakma!"
Artık İbrâhim bin Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklîmin temâşâsına dalmıştı. İşte bu temâşâ, ondaki diğer güzellik telâkkîlerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimâmla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, artık gönlünde bütün ihtişâm ve süsünü, hâsılı bütün ehemmiyetini kaybetti ve gözüne iğreti görünmeye başladı.
Bu hâlet-i rûhiye içinde gözleri tevbe yaşlarıyla nemli, yüreği nedâmet ateşleriyle yanık olan İbrâhim bin Edhem, sahrâlara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında kocaman sahrada bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı:
"- Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, padişahlık elbiselerimi, silâhlarımı ve atımı benden al da, senin giydiğin abayı bana ver! Kimseye de bir şey söyleme!" dedi.
Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi. O anda gönlünde büyük bir rahatlık hissetti. Ve sonra gözden kayboldu. Bu hâl karşısında şaşkına dönen Çoban onun arkasından: "Pâdişâhımız herhâlde aklını yitirmiş olmalı..." diyordu. Oysa İbrahim bin Edhem, delirmemiş, bilakis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı.
İbrahim bin Edhem Hazretleri tacını tahtını bırakıp gitmiş ve gariban bir hayata girmiştir. Gariban hayat derken zahirde, görünüşte. Karnı doyacak kadar yemek yemiyor, sırtı yeni elbise görmüyor. Sırtında bir cübbesi varmış vücudunu örtmek için ve bu cübbenin de doksan tane yaması varmış. Şeyh Efendisinin dergahına yedi sene odun çekmiş. Her sabah kalkıyor, ipi boynuna atıyor, dağa çıkıyor. Odunları alıp getiriyor dergaha. Yedi sene boyunca her gün bunu yapıyor. Bir gün, beş gün, on gün, bir ay değil, üç - beş ay değil yedi sene bu hizmeti görmüş.
Yedi seneden sonra yine ipi eline alıp oduna giderken Şeyh Efendisine demiş ki:
- "Efendim bana bir himmet edin." Şeyh Efendisi:
- "Hadi yürü. Sen himmeti kazandın mı ki, himmet istiyorsun. Bostancı bostanının su zamanını bilir." demiş. Azarlamış, göndermiş. Başka bir dervişe görev vermiş. Demiş ki:
- "Ayaklarına mahmuz tak, şu giden Belh Padişahı İbrahim bin Edhem. Onun arkasından kavuş. Onun çıplak ayaklarını o mahmuzla vur. O döner sana bakar, bakınca yüzüne tükür. Yüzüne tükürdüğün zaman elbet bir şey söyler. Ne söylerse gel bana haber ver." Derviş gidiyor, İbrahim bin Edhem'e kavuşuyor, mahmuzlarla ayağına vuruyor. Vurdukça kanıyor. Bir oluyor, iki oluyor, üçüncüde dönüp bakıyor, derviş yüzüne tükürüyor. Şöyle bir ifadede bulunuyor İbrahim bin Edhem.
- "Git babam, Senin dediğini ben Belh'te bıraktım." Bu cevabı alınca derviş, dönüp geliyor. Şeyh Efendi soruyor;
- "Yaptın mı görevini?"
- "Yaptım Efendim. Emriniz üzerine tabanlarına, çıplak ayaklarına vurdum, vurdum deldim. İki defa vurduğumda bakmadı. Üçüncü defa vurduğumda döndü baktı, tükürdüm yüzüne. Şu ifadede bulundu. "Git babam, senin dediğini Belh'te bıraktım." Şeyh Efendisi;
- "Hâlâ Belh'i unutmamış." diyor. Yani Belh'teki padişahlığını hatırlıyor. O zaman hiddet vardı, gadap vardı. "O zaman ki hâlimle ben sana bir şeyler yapardım, şimdi ben hiddetimi, gadabımı Belh'te bıraktım," demek istemiş. Ama o Belh kelimesi ağzından çıkmış. Gelince kovuyor Şeyh efendisi.
- "Git. Sen Belh'i unutmamışsın, himmet mi istiyorsun?" diyor ve kovuyor. O da gidiyor. Kiyafeti değişmiş, kişiliği değişmiş, tam manası ile derviş olmuş. Bu vaziyette memleketine gidiyor, saraya varıyor, ama O’nun padişah olduğunu kimse bilmiyor. Bilseler zaten arıyorlardı, kurbanlar kesecekler. Sarayın nöbetçileri O’nu almak istemiyorlar. O da bir gece kalıp gideceğim diyor. Hayır kalamazsın diyerek; döverek merdivenlerden aşağıya yuvarlıyorlar. Kafası gözü kanlara bulanıyor. Sabaha kadar orda tarlalarda kalıyor. Sabah olunca ağlayarak Şeyhinin memleketine doğru dönüyor. Geliyor şeyhinin memleketine. Tabii orada yedi sene kaldığı için kaç tane kapısı var; nereden girilecek, biliyor. Şeyh Efendisi iki tane dervişe emir veriyor. Diyor ki:
- "Belh Padişahı geliyor. Polis kıyafetine girin kapıda bekleyin. Hangi kapıdan girmek isterse dövün de onu içeri koymayın. Bütün kapıları dolaşmak ister. Hangi kapıya giderse oraya gidin bırakmayın. Ne zaman ki öldüreceksiniz beni. Öldüreceksiniz bari bu kapıdan içeriye akıtın kanımı, dışarı akıtmayın derse, o zaman bırakın gelsin."
Dervişler aldıkları emri uyguluyorlar. Kaç tane kapı varsa hepsine gidiyor, her kapıda dayak yiyor. En son kapıda diyor ki:
- "Öldürseniz de ben buradan gireceğim. Yalnız öldürecekseniz kanım içeri aksın. Kanımı dışarı akıtmayın." deyince bırakıyorlar giriyor. O zaman buna himmet ediyor şeyhi. Yani buna hilafeti veriliyor. Haydi git, tekkeni kur, insanları topla onları irşad et. İrşad sohbettir. Sohbetsiz irşad olmaz. İnsanı kitap irşad etmez, insanı amel irşad etmez, irşad ettirecek sohbettir.
Bu da gidiyor, derya kenarında tekke yapıyor. Etraftan üçer, beşer halk toplanıyor. Yeri belli oluyor, duyuluyor. O zaman halkı geliyor ki, bunu götürsünler padişah yapsınlar. O da derya kenarında oturmuş, cübbesini yamıyor. Zaten cübbesinde doksan tane yama varmış.
- "Haydi seni götüreceğiz. Yedi yıldır arıyoruz, artık bırakmayız" demişler.
Diyor ki:
- "Ben gelmem, siz padişahınızı bulun."
-"Olmaz, götüreceğiz" diyorlar.
- "Peki bir şartım var, yerine getirirseniz gelirim."
- "Nedir?" demişler. İğneyi atmış deryaya.
- "Bu iğneyi bulup getirirseniz ben de gelirim" demiş.
Onlar demişler ki:
- "Hiç deryadan iğne bulunur mu? Sen bunu bahane ediyorsun. Biz seni yine götüreceğiz."
Anlamış ki yine kurtulamıyor, O zaman manevî gücünü onlara göstermiş.
- "Siz aciz kaldınız, iğneyi getiremiyorsunuz ama benim iğnem gelir şimdi." Deryaya seslenmiş.
- "Ey balık! Allah'ın izniyle benim iğnemi getir." Bir balık iğne ağzında başını sudan uzatmış. Getirmiş, hepsi görmüşler. Korkmuşlar, bir daha götürelim dememişler.
- "Gidin babam, padişahınızı bulun. Ben daha size padişahlık yapamam. Ben Belh'te padişahlık yaparken insanları yönetiyordum. Allah beni maneviyat padişahı yaptı. Bakın balıklara da sözümü geçiriyorum."
Şeyhinin himmetine mazhar olup, manevî mertebelerin merdivenlerini tırmanmak için çok çile çeken, çeşitli sıkıntılara katlanan, sabır ve tahammül gösteren İbrahim bin Edhem Hazretleri hizmette muvaffak ve himmete mazhar olmuştur.
Birbirinden güzel duyarlı ve dirayetli davranışlarla dolu hayatında karşılaştığı kişilerden bir kısmından etkilenmiş, bir kısmını da etkilemiştir. Bu hususlarla ilgili birer ibret tablosu niteliğinde olduğuna inandığım menkıbelerinden bir kaçını ıttılaınıza arzetmekte fayda mülahaza ediyorum.
Bir gün yolu, İmâm-ı A'zam Hazretlerine uğradı. İmâm-ı A'zam'ın etrafındakiler ve talebeleri İbrahim bin Edhem'e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı A'zam bu hâli gördü ve sonra İbrahim bin Edhem'e seslendi.
- Buyurun, meclisimize şeref verin efendimiz, büyüğümüz!
İbrahim bin Edhem özür edasıyla bir selam verip geçti gitti. İbrahim bin Edhem uzaklaşınca İmâm-ı A'zam'a etrafındakiler ve talebeleri sordular:
- Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zat ona nasıl efendimiz, büyüğümüz der?
İmâm-ı A'zam, sözün verebileceği en üstün cevabı verdi:
Şunun içindir ki, o ara vermeden Allah'la, Allah'ın zatıyla meşgul, biz ise işin dedikodusuyla.
İbrahim bin Edhem ile Şakîk-i Belhî arasında geçen ibretlik bir olay şu şekilde cereyan etmiştir:
Şakîk-i Belhî, İbrahim bin Edhem'e sorar:
"Ey İbrahim nasıl geçiniyorsun?"
İbrahim bin Edhem, "Bulunca şükrederiz, bulmayınca sabrederiz" diye cevap verir.
Şakîk-i Belhî, "Belh'in köpekleri de böyle yapar."
İbrahim bin Edhem; "Ya siz ne yaparsız?"
Şakîk-i Belhî; "Biz bulunca dağıtırız, bulmayınca şükrederiz" deyince İbrahim bin Edhem yerinden fırlayıp O’nu kucakladı, öptü ve "Vallahi, billahi sen üstadsın" dedi.
İbrahim bin Edhem Hazretleri ile Şakîk-i Belhî Hazretleri Mekke'de karşılaşırlar. İbrahim bin Edhem Şakîk'e sorar:
- Rızık için çalışmayı terk etmişsin, sebebi nedir?
Şakîk-i Belhî Hazretleri şöyle cevap verir:
- Çölde yolculuk yaparken yerde kanatları kırık bir kuş gördüm. Kuşun nasıl rızıklanacağını merak ettim, karşısına oturup beklemeye başladım. Derken, gagasında çekirge bulunan bir kuş belirdi. Çekirgeyi getirip kanadı kırık kuşun gagasına bıraktı. Bunu görünce kendi kendime dedim ki: "Şu kanadı kırık kuşu başka bir kuşu sebep kılarak besleyen Allah Teâlâ, nerede olursam olayım, beni de rızıklandırmaya kadirdir!" Böylece rızk için çalışmayı bırakıp ibadetle meşgul oldum.
Bunun üzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri şöyle der:
- Peki neden sakat kuşu besleyen sağlam kuş gibi olmayı tercih etmiyorsun? Resûlullah (S.A.V.) "Veren el alan elden hayırlıdır." buyurmadı mı? Ayrıca, her işinde en iyiye ulaşmaya çalışmak müminin alametlerindendir. İyiler derecesine ancak bu yolla yükselinebilir.
Bu sözler üzerine Şakîk-i Belhî Hazretleri, İbrahim bin Edhem'in elini öperek şöyle der:
- Ey İbrahim! Doğru söylüyorsun. Bununla birlikte, insan rızkını temin için sadece sebeplere bağlanıp kalmamalı, sonucun tamamen bununla sağlanacağını sanmamalıdır. Asıl rızkı verenin Mevlâsı olduğunu unutmamalı ve dikkatini O'na vermelidir. Bu durum dilencinin hâline benzer. Dilenci elinde tuttuğu kaba değil, ellerini uzatarak kendisine bir şeyler verenlere bakar. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur: "Kim zengin olmak isterse, kendi elinde olandan çok Allah Teâlâ'nın katında olanlara güvensin."
Bir gün, varlıklı bir kişi İbrahim bin Edhem'e acıyarak yardım etmek istedi.
İbrahim bin Edhem Hazretleri:
- Senin yardımını eğer sen gerçekten zenginsen kabul edebilirim, dedi.
Adam gerçekten zengin olduğunu, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri sordu:
- Ne kadar paran var?
- Üç bin altınım var.
- Dört bin altının olmasını ister misin?
- Elbette isterim!
- Beş bin altının olmasını?
- İsterim!
- On bin altının olsa çok sevinirsin değil mi?
- Tabii ki çok sevinirim!
Bunun üzerine İbrahim bin Edhem adama şöyle dedi:
- Zengin olduğunu söylüyorsun ama sen gerçekten züğürdün birisin. Sen, on bin değil, yüz bin altının olsa, kanaat etmez, fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan, zengin değildir. Gerçek zengin olsaydın yardımını kabul edecektim. Fakat bu durumda kabul edemem, kusura bakma…
Ma'nâ sultanı İbrahim bin Edhem yaya olarak hacca gidiyordu. Yakıcı güneş altında, çöl denizinde aşk ve şevkle yol alıyordu. Yolda, deve üstünde bir Arap ile karşılaştı. Arap hayret edip sordu:
''Ey yalnız adam! Nereye böyle? İbrahim bin Edhem gülümsedi:
''Ya sen nereye gidiyorsun?''
''Beytullah'ı ziyarete...''
''Bende Beytullah'a gidiyorum.
''Nasıl olur? Bineğin yok, azığın yok. Bu uzun yolları, kızgın çölleri nasıl yürür gidersin ki?''
''Benim birçok bineğim var ama sen göremezsin.''
Arap büsbütün hayretle sordu:
''Bunlar nedir? Nasıl şeylerdir? Bana da anlat ki bileyim...''
O gönül sultanı şöyle cevap verdi:
''Benim ''sabır'' adlı bineğim vardır. Başıma bir bela geldi mi onun sırtına atlarım. Nimete kavuştuğum zaman,''şükür'' bineğim vardır, onunla giderim. Bir kazaya uğradığım zaman hemen ''rıza'' adlı bineğim imdadıma koşar...''
Arap'ın gönlüne şevk ve heyecan dalgaları doldu ve saadetle sordu:
''Daha başka neyin var?'' İbrahim bin Edhem'in Hazretleri bir de; ''Nefsim beni bir şeye zorladığı zaman düşünürüm ki, ömrümün çoğu gitmiş azı kalmıştır. Bu durumu hatırlayarak nefsime uymaktan son derece sakınırım...''
Arap nihayet kendine gelmişti:
''Vallahi, desene asıl yaya benmişim de binek sahibi senmişsin.''
Hikmetli sözleriyle halkı Hakka yönlendiren İbrahim bin Edhem Hazretlerinin, insanları uyarmaya ve duyarlı davranmaya yönelik olan bir çok önemli öğütleri de vardır. İşte size onlardan birkaçı:
Ramazan sohbetlerinde diliyle çokça cömertlikten söz eden, ama hiç de cömertlik yapmayan bir adam İbrahim bin Edhem'e rica etti:
- Herkese nasihat ediyorsun, bana da nasihat et. İbrahim bin Edhem bu adama tek cümlelik nasihatini şöyle yaptı:
- Sen açığı kapa, kapalıyı da aç sana yeter!.
Adam bir şey anlamamıştı. Mecburen sordu:
- Açık nedir ki onu kapayayım, kapalı nedir ki onu da açayım?
İbrahim bin Edhem kısaca anlattı:
- Açık olan hep cömertlikten söz eden ağzındır, onu kapa. Kapalı olan da yoksula hiç açmadığın kesendir. Onu aç. Bu sana yeter!
Düşünmeye başlayan adam, tebessüm ederek söylendi:
- Vallahi bir doğru ancak bu kadar veciz söylenebilir!. Bu söz gerçeğin ta kendisidir! Bu güzel ikazdan sonra ben de hep cömertlikten söz eden çenemi kapıyor, yardım için hiç açmadığım kesemin ağzını açıyorum!.
İbrahim bin Edhem Hazretleri otururken adamın birisi gelerek:
- Ey şeyh! Ben kendime zulmetmiş bulunuyorum. Bana bir iki nasihat et de onları kendime rehber edineyim, der.
İbrahim bin Edhem Hazretleri ona şu cevabı verir:
- Eğer şu altı öğüdü kabul edersen, bir daha zarar ziyan görmezsin.
Birincisi: Allah Teâlâ'ya karşı âsî olmak ya da günah işlemek istediğin vakit, artık O'nun rızkını yeme.
Adam:
- Âlemde her ne varsa O'nun rızkı. Peki ben rızkımı nerden temin edeceğim, diye sordu. İbrahim bin Edhem Hazretleri dedi ki:
- Peki, O'nun rızkını yiyip kendisine âsî olman hiç yakışır mı?
İkincisi: Âsî ve günahkâr olmak istediğinde Hak Teâlâ'nın mülkünün dışına çık.
Adam:
- Bu dediğinizi yerine getirmek çok daha zor. Doğu ve batı, her yer O'nun mülkü olduğuna göre ben nereye gidebilirim ki, diye sorunca İbrahim bin Edhem Hazretleri dedi ki:
- Peki, mülkünde ikâmet edip O'na âsî olman hiç yakışır mı?
Üçüncüsü: Âsî ve günahkâr olmak istediğinde, öyle bir yerde ol ki Hak Teâlâ seni görmesin.
Adam:
- O bütün sırları bilirken, her şeyi görürken bu nasıl mümkün olur, diye sorunca İbrahim bin Edhem Hazretleri dedi ki:
- O'nun rızkını ye, mülkünde ikamet et, O her şeyi bilip gördüğü halde sonra da utanmayıp O'na âsî ol! Bu hiç yakışır mı?
Dördüncüsü: Canını almak için ölüm meleği geldiği vakit ona, "Tevbe etmem için bana mühlet ver" de.
Adam:
- Ölüm meleği bu isteğimi kabul etmez ki, deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri dedi ki:
- Ölüm meleğini kendinden bir an bile uzaklaştırma gücüne sahip olmadığına göre, o sana gelmeden evvel tevbe etme imkânını kullan, hemen günahlarına tevbe et.
Beşincisi: Kabirde Münker ve Nekir melekleri sorgulamak için geldikleri vakit onları kendinden uzaklaştır.
Adam:
- İşte buna hiç gücüm yetmez, deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri şu cevabı verdi:
- O halde onlara vereceğin cevabı şimdiden hazırla.
Altıncısı: Yarın kıyamet günü, "Günahkârları cehenneme atın!" diye ferman geldiği vakit seni de götürürlerse sakın gitme!
Adam:
- Meleklere karşı gelmem ne mümkün! Söylediklerin çok doğru, deyip tevbe istiğfar eder, hâlini düzeltir.
İbrahim Bin Ethem bir gün Basra çarşısında gezerken halk başına toplandı ve ''Bana dua edin icabet edeyim'' mealindeki ayet-i celileyi sordular ve:
''Biz Allah'a dua ediyoruz fakat müstecap ( kabul ) olmuyor. acaba neden?'' diye yakındılar.
Dedi ki: ''Kalbiniz 10 şeyden ölmüştür.''
1- Allah'ı tanırsınız, ama hakkını eda etmezsiniz.
2- Allah'ın kitabını okursunuz, ama O'nunla amel etmezsiniz.
3- İblis'in düşmanlığını iddia edersiniz, ama ona tabi olursunuz.
4- Resulullah'ın sevgisini iddia edersiniz, ama O'nun izini ve sünnetini terk edersiniz.
5- Cennetin sevgisini iddia edersiniz, ama onun için amel etmezsiniz.
6- Cehennem korkusunu iddia edersiniz, ama günahlardan çekinmezsiniz.
7- Ölümün hak olduğunu iddia edersiniz, ama onun için hazırlanmazsınız.
8- Başkalarının ayıpları ile meşgul olursunuz, ama kendi ayıplarınızı terk etmezsiniz.
9- Allah'ın verdiği rızkı yersiniz, ama Allah'a şükür etmezsiniz.
10- Ölülerinizi gömersiniz, ama onlardan ibret almazsınız.
Duyarlı dostlar!
Ne dersiniz? Makam ve mevkiine dört elle sımsıkı sarılıp, koltuğundan kopmamanın gayreti içinde olan gafillerle, yönetim yetkisini ele geçirip, insanlara tahakküm etmeye çalışan kimselerin, İbrahim bin Edhem Hazretlerinin açıklanan hayat hikayesinden çıkarmaları gereken sonuçlar ve almaları gereken dersler yok mu?
Mevla cümlemize gerçekleri görmeyi, geçenlerden ibret almayı, Hakka, hakikate ve hakkaniyete yönelmeyi, Allah’a kul, Resûlüne ümmet ve müslümanlara kardeş olma yolunda bilinçli ve basîretli adımlar atmayı nasip eylesin. Hepimizi rızası, cenneti ve cemaliyle ödüllendirsin.