ÖLÜMÜNÜN 386. YILDÖNÜMÜNDE İMÂM-I RABBÂNÎ
Yılın son ayı olan Aralık ayı çok sayıda ilim ve irfan ehli ile mana büyüklerinin ebediyete intikal ettikleri aydır. Yılın sona erdiği bu ayda ömrünün sonuna gelip hayata gözlerini yumarak ruhunu Rahman’a teslim eden Hak dostlarından bazıları şunlardır:
Resulullah’ın torunlarından Hz. Hüseyin (R.A.) 16 Aralık 680 (10 Muharrem 61 H.), Kerbela’da şehit oldu. Mevlana Celaleddin-i Rûmî 17 Aralık 1273’de, İmam-ı Gazali 18 Aralık 1111’de İmam-ı Şafi 20 Aralık 1988’de, İmam-ı Rabbânî 23 Aralık 1624’de ve Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy 27 Aralık 1936’da vefat ederek Hakkın rahmetine yürümüşlerdir. Bunlardan ölüm yıldönümleri dolayısıyla Hz. Hüseyin (R.A.), İmam-ı Şafi, Hz. Mevlânâ ve Mehmet Akif Ersoy için önceki yıllarda anma programları düzenleyen YOYAV, bu yıl İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ölümünün 386. yıldönümü dolayısıyla 23 Aralık 2010 Perşembe günü görkemli bir anma toplantısı tertipledi.
Çok sayıda davetlinin katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda, İmâm-ı Rabbânî’nin bazı özellik ve güzelliklerini dilegetiren Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şunları söyledi:
“Maneviyat büyüklerine muhabbeti meziyyet edindiğine inandığım muhterem misafirlerimiz, Hak dostlarına hürmeti ile imtiyaz eden değerli dostlarımız, evliyâûllahın izinde olmaya özen gösteren kıymetli kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
İlmi, irfanı, ihlası ve irşadıyla insanlara ışık tutan mana büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ebediyete intikâlinin 386. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz böylesine anlamlı ve önemli bir toplantıya teşrif ederek O büyük insanı birlikte anmamıza ve bazı özellikleriyle güzelliklerini dilegetirmemize vesîle olan seçkin heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyor, ehlullahın söz ve davranışlarıyla sevecen tavırlarını inceleyip, izledikleri yol ve yöntemin yücelik ve inceliğini idrak ederek benzeri davranışlarda bulunmanın gayret ve kararlılığı içinde olmamızı diliyorum.
Hayat boyu Hakka ibadeti, Habibullah’a hürmeti ve halka hizmeti hedefleyen Hak dostlarına ihtiramı ilke edinip izlerinde olmamız temennisiyle sözlerime başlarken Allah’a kul, Resulüne ümmet ve müminlere kardeş olma yolunda yürüyüp yücelen yüce ruhlu insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
386 yıl önce böyle bir 23 Aralık gününde ruhunu Rahman’a teslim ederek irtihâl-ı dâr-ı bekâ eğleyen merhum İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin manevî huzurunda olmanın haz ve huzuru içinde ruhuna ithafen okuttuğumuz hatm-i şerifin sevabının hasenât hânesine yazılarak nâil olduğu makam ve mertebenin yücelmesine vesîle olmasını Mevlâ-yı Müte’âl Hazretlerinden niyaz ederek O büyük insanı bir kere daha rahmet ve mağfiretle anıyorum.
Herkes tarafından büyük bir beğeni ve takdirle okunan Mektûbât adlı eseriyle meşhur olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ilmî liyakatı, manevî mehâbeti, müteaddid mektupları ve menkıbeleriyle ünlü öğütleri hakkında bugüne kadar mutlaka bazı şeyleri okumuş veya duymuşuzdur. O mübarek insanın manevî huzurundaki birlikteliğimize vesîle olması için ben de bugün burada sizlere O’nun hayatı, hizmeti, himmeti ve hikmetli sözleri hakkında birşeyler sunmaya çalışacağım.
Tabii benim bugün burada sizlere aktaracağım hususlar, tarafımdan tedvîn edilen yeni şeyler olmayıp, yıllardır İslâm dünyasında ilim ehlince dilegetirilen düşüncelerdir. Dolayısıyla bana aktarmada, size almada ve cümlemize anlayıp ibret almada tevfîkini refik etmesini yüce Rabbimizden niyaz ediyorum.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Hindistan'da yetişen büyük velî ve âlimlerden biridir. Ariflerin ışığı, velîlerin önderi, İslam'ın bekçisi, müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeğidir.
1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğmuş, İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sânî, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Fârûkî nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendî denilmiştir.
Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı.
İmâm-ı Rabbânî çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü olup, vefat edeceği zannediliyordu. O zamanın meşhur vâizlerinden ve Abdulkadir Geylânî yolunun büyüklerinden Şâh Kemal Kihteli Kadirî'ye götürüp duasını istediler. Şâh Kemal Kadirî, İmâm-ı Rabbânî 'yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına;
''Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak'' demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü.
İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm’i ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlânâ Kemâleddin Keşmirî'den ilim öğrendi. Mevlânâ Kemâleddin meşhur âlim Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadîs kitaplarını da Şeyh Yakûb-ı Keşmirî'den okudu.
Kadı Behlûl-i Bedahşânî'den; hadîs, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icâzet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icâzet aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sırada; Risâlet-üt-Tehlîliyye, Redd-i Revâfid, İsbât-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesâhatı ve belâgatı, sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevâzu'u ile birlikte kalbi, Ahrâriyye, Nakşibendiye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmirî ile görüştü. Mevlânâ Hasan Keşmirî, O’nu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Tâliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevî derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Muhammed Bâkibillah Hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası O’na icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası O’nun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi O’na bıraktım."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye, isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, O’nun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî Tefsiri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me'ârif, Üsûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed Aleyhisselâmın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocasını ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocasına yapılması mümkün olmayan bir edeple davranıyordu. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsâmeddin Ahmed'den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî'yi methedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabbânî gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce O’na nasip oldu" buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkibillah Hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah Efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin sa'adetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, hocası Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, O’nun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bâkibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi O’nu kabul edip bağlandılar.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadirî tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadirî'nin ruhaniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî Hazretleri talebeleri ile murakabe hâlinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hâl ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylanî'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkadir-i Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvanî'den hocam Hâce Bâkibillah'a kadar bütün hâlifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti" dediler. Kâdiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.
Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesnâ bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber Efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allah Teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi büyük bir alim yarattı. O’na derin ilimler ihsan eyledi. O’nun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmâmın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allah Teâlâ O’nu, Peygamber Efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı kuvvetlendirmek için göndermişti.
Hâce Muhammed Bakibillahın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: " İmâm-ı Rabbânî'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? O’nun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Hâşim-î Keşmî şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmâmın huzurunda oturuyordum. Onlar ma'rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'ân-ı Kerîm'in harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."
Bir gün, hâfızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı Kerîm okumaya başladı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'ân-ı Kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih yani fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeyi mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır" buyururdu.
Muhammed Hâşim-î Keşmî şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmâm-ı Rabbânî'nin Mektubât'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebu Bekri ve Hazret-i Ömeri sevmemek, bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunlara sövene verilen cezayı vermek lazımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubât'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum.
Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resulullah Efendimizin arkadaşlarını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu.
Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selam verdim. "Sakın, sakın! Resulullah Efendimizin arkadaşlarına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. İyi bir tokat vur!" dedi. Şeyh hazretleri, kuvvetli bir tokat vurdu. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyanın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî'ye ve O’nun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri 1615 senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısraını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."
Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said bir gün, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allah Teâlâ'ya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allah Teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Said! Allah Teâlâ'nın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimi bir beyanla, dert ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allah Teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymaya başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta arkadaşlarına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allah Teâlâ, Habibine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazret-i Ebu Bekri Sıddîkın; "Bu gün dininizi tamam eyledim" âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber Efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.
Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber Efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamıyacağım" buyurdular.
Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmayı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salavatları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.
Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikir ve murakabeye devam etme hakkında idi.
Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber Efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber Efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resulullah Efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah Aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah'tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefa-i raşidinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid'atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid'atler dalalettir, sapıklıktır."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resulullah Efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadîs-i şerîfi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz.
Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu.
Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allah Teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin Serverine tâbi oldu. 1624 senesi, Aralık ayının 23. Salı günü kuşluk vakti vefat etti.
Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allah Teâlânın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükür makamından hiç kimseye bir nasip verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kur'ân-ı Kerîmde mealen; "Şükreden kullar azdır" buyuruluyor. (Sebe' suresi: 13) Bu âyet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, Peygamberler olduğudur. Yahut da Peygamberlerin en büyük arkadaşlarıdır. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler" buyurdu.
Bir gün, Evliyânın büyüklerinden Abdülhakîm Arvâsî rahmetullahi aleyh hazretlerine, bir sohbet esnasında; Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi daha yüksektir, yoksa İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi? diye sordular.
Abdülhakîm Efendi, başladı Abdülkâdir-i Geylânî kuddise sirruh hazretlerini övmeye:
Gavs-ül âzam büyük bir Velî'dir. Her kim çağırsa, imdâdına yetişirdi. O zamanki Evliyânın hepsinden yüksekti. Sohbetini, sözlerini dörtyüz kişi yazardı. Her Velî'ye Onun kalbinden feyz akardı. Hem de kıyâmet gününe kadar.
Onu gören, Allahı hatırlardı. Sözleri hikmet saçardı. Abdülhakîm Efendi, bu şekilde anlatıyor, cemaat zevkle dinliyordu. Bir saat sürmüştü bu sohbet.
Öyle ki, herkes Abdülkâdir-i Geylânî kuddise sirruh hazretlerine hayran olup, kalbleri O’nun muhabbetiyle doldu. Ama birşeyi merak ediyorlardı. Acaba İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hakkında neler anlatacak? diyorlardı.
Nihâyet sıra Ona geldi. Ama düşündükleri gibi olmadı. Yani İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Hakkında fazla bir şey söylemedi.
Hatta o zat hakkında, sadece bir cümle söyledi.
Ama ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin âşıkıyım, buyurdu.
Bir mektubunda da özetle buyuruyor ki:
Resulullah Efendimiz, (İslamiyet garip, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda, başladığı gibi, garip olarak geri döner. Garip olan Müslümanlara müjdeler olsun!) buyurdu. Bundan önceki idare zamanında Müslümanlar, o kadar garip olmuştu ki, kâfirler açıkça Müslümanlığı kötülüyor, Müslümanlarla alay ediyorlardı. Dinsizliklerini, ahlâksızlıklarını, sıkılmadan açıklıyorlardı. Çarşıda, pazarda kâfirleri ve dinsizliği övüyorlardı. Müslümanların, Allah Teâlânın emirlerinden birçoklarını yapması, [söylemesi ve yazması] yasak edilmişti. İbadet edenler, İslamiyet'e uyanlar ayıplanıyor ve kötüleniyordu.
Bugün, öyle bir gündür ki, az bir iş, bir hareket, hemen kabul olunup pek çok sevab verilir. Ashâb-ı Kehf'in bu kadar kıymet ve şöhret kazanmasının sebebi, yalnız hicret etmeleriydi. Düşman saldırdığı zaman, süvarilerin az bir hareketi, çok kıymetli olur. Barış zamanında, pek ince, güç talimleri, bu kadar kıymetli olmaz. Bugün sizin, sözle yaptığınız cihâd, cihâd-ı ekber yani büyük cihâddır. Bu sözle [ve kalemle] olan cihâdı, kılıçla olan cihâddan daha kârlı bilin!
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bir sâkisi vardı ki, onyedi-onsekiz sene gibi uzun müddet tekkenin suyunu taşıyarak hizmette bulunmuştu.
Bir gün;
- Yaptığım hizmetin karşılığını görmedim. Bir menfaatim olmadı, diye düşünerek İmâm-ı Rabbânî çıkarken arkasından yetişip,
- Kurban; müsaade ederseniz, artık eve gitmek istiyorum. Bunca sene hizmet ettiğim halde bir şey kazanamadım. Avare ve eli boşum; diyerek müsaade istiyor.
İmâm-ı Rabbânî müsaade edince oradan ayrılıp yola koyuluyor.
Bir iki gün yol gittikten sonra, bir akşam üzeri bir dağın tepesine çıkıp barınacak yer, bir ışık falan ararken, bir mağara görüp içeriye giriyor.
İçeride üç âbid varmış. Malûm eskiden âbidler vardı. Halktan uzaklaşır, kendini ibadete verirlerdi.
Sofî barınmak üzere âbidler yanına giderek misafir oluyor. Akşam namazından sonra âbidlerin birisi bir diğer mağaraya gidip biraz sonra elinde sofinin daha evvel hiç yemediği nefasette gayet güzel yemeklerle donatılmış bir sofrayla dönüyor.
Yemekler o kadar güzelmiş ki, hiç dünya yemeklerine benzemezmiş. Yemekleri yiyorlar. Sabah olunca, bir diğer âbid ikinci mağaraya gidip biraz eğlendikten sonra aynı nefasette bir sofrayla dönüyor.
Sofî birkaç gün orda kalıyor. Görülüyor ki her gün bir âbid mağaraya girip çeşitli yemeklerle süslü sofralarla dönüyor.
Nihayet dördüncü gün âbidler;
- Hadi, sofî bugün yemek sırası senin, sen de bize yemek getir, diyorlar.
- Olur peki getireyim. Yalnız söyleyin bana yemeği nereden ve kimden getireceğim; deyince âbidler;
- Diğer mağaraya git, Allah'tan iste, sana sofra ikram etsin de getir karşılığını verince sofî şaşırıyor.
- Ben bildiklerinizden değilim, beni affedin, böyle bir şey yapmak benim haddim değil; diyorsa da dinletemiyor.
- Hayır bugün sıra senin, mutlaka sen gideceksin; diyorlar abidler. Çaresiz kalıyor. Mağaraya girmeden susuyor. Diyor ki;
- Bari söyleyin. Siz nasıl dua ediyorsanız ben de o duayı edeyim.
Abidler, peki, diyorlar. Bunu sana öğreteceğiz. Biz mağaraya girince iki rekat namaz kılıp boynumuzu bükerek ellerimizi açıyoruz ve diyoruz ki:
- Ya Rabbî, sen İmâm-ı Rabbânî'nin sâkisinin hürmetine bize yiyecek bir şeyler ihsan et. Gözümüzü açtığımız zaman bakıyoruz ki soframız gelmiş hazırdır.
Sofî artık gidiyor mağaraya. İki rekat sünnet kıldıktan sonra boynunu bükerek aynı duayı yapıyor. Gözünü açtıktan sonra bakıyor ki sofra yanında hazır duruyor. Hemen alıp ağabeylerin yanına dönünce onlar;
- İşte bak, sen de yemek getirdin. Hem de bizimkinden daha nefis olarak. Sofî sessizce yemeğini yedikten sonra vedalaşarak âbidlerden ayrılıyor.
Derhal yolunu değiştirerek geriye köye dönüyor. İmâm-ı Rabbânî'nin yanına varıp el bağlıyor.
İmâm-ı Rabbânî gülümseyerek, "Ancak gördükten sonra inandın öyle mi? Haydi, gel, otur şimdi," diyor.
Eserleri şunlardır:
1) Mektubat: Üç cilt olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
2) Redd-i Revafıd:
3) İsbatü-n Nübüvve:.
4) Mebde' ve Me'âd
5) Âdâb-ül-Mürîdîn
6) Ta'lîkat-ül-Avârif
7) Risâle-i Tehliliyye
8) Şerh-i Rubâ'ıyyât-ı Abd-il-Bâki
9) Meârif-i Ledünniye
10) Mükâşefât-ı Gaybiyye
11) Cezbe ve Sülûk Risâlesi
BAZI SÖZLERİ
"İslam fakir kimselerle ortaya çıkıp gelişmiştir. Yine fakirlerle devam edip gidecektir."
"Zenginlikten daha fazla imanı bozabilecek hiç bir şey yoktur."
"Bizim konuşma tarzımız, sezilmeyen şöhret gibidir. Çünkü şöhret açığa çıkarsa zararlı olur."
"Ehli kerem, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih eden kimsedir."
"En iyi ve en mükemmel nasihat: "Peygamber (SAV)'e itaat ediniz" sözüdür.
"Ehlullah'dan keramet aramayı bırakınız. Esasen onların varlığı bir keramettir."
"Hiç bir cahil, veli olmamıştır, olamayacaktır da..."
Mektubat'ta yer alan mektupların büyük bir kısmı kendi talebelerine yönelik olduğundan "Ey oğul!" şeklinde hitapları bulunmaktadır.
Ey oğul!
Bu dünya imtihan yeridir. Onun yüzü yaldızla ve çeşitli yüzlerle süslenmiştir. Sureti nakışlıdır. Çirkin bir kadın gibi kaşı çekilmiş, yanakları boyanmış. İlk bakışta tatlı gelir, göze tazelik ve canlılık hayali verir; lâkin gerçekte o üzerine koku sürülmüş cifeye benzer.
Sineklerin ve kurtların içine dolduğu bir çöplük gibidir. Su gibi görünür, o bir seraptır, Şeker suretinde zehirdir. İçi harap ve çok kötüdür. Bu süsü ve hayasızlığı ile söylenenlerin ve anlatılanların hepsinden şerlidir.
Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Dünya ve âhiret iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri darılır."
Ey oğul!
Dünya nedir, bilir misin? Kadın, çocuk, mal, makam, reislik, oyun, oyuncak, lüzumsuz işlerle uğraşmak...
Ey oğul!
Cenab-ı Hak sonsuz inayetinden sana nasip verdi. Bilhassa gençlik çağında sana tevbe nasip etti. Şimdi bilmiyorum, o tevbede sebatlı mısın? Yoksa çeşitli muzahrefat ile şeytan seni azdırdı mı?
Ey oğul!
Önemle üzerinde duracağın iş, mübah şeylerin zaruri olan miktarı ile yetinmektir. Bu zaruri miktar da ibadetlerde kuvvet bulmak niyetiyle alınmalıdır.
Sana tefekkür lâzım. Kalbe dayalı işleri yapmak gerek. Aksi halde yarın ziyandan ve pişmanlıktan başka bir şey elde edilmez.
Ey oğul!
İbadete yönelme vakti gençliktir. Akıllı olan bu vakti kaçırmaz, fırsatı ganimet bilir. Zira iş önemlidir. İnsan yaşlılık zamanına kalmayabilir.
Ey oğul!
Varlıkların özü olan insanın yaratılmasındaki gaye, oyun ve oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasındaki gaye, kulluk vazifelerini yerine getirmek, devamlı bir şekilde Allah'a iltica ve niyazda bulunmaktır.
Ey oğul!
Yalan söylediği defalarca denenmiş olan bir kimse,"Bu gece düşman hücum edecek" diye bir haber verecek olsa, bu haber üzerine o beldenin ileri gelenleri derhal savunma tedbirleri alır. Bu haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bildikleri halde o belanın giderilmesi için çareler ararlar. Çünkü tehlike ihtimaline karşı dikkatli olmak lazımdır.
Ey oğul!
Nefis kendi özünde cimridir. İlâhi emirleri yerine getirmekten kaçar. Bunun için devamlı yumuşak konuşmalıdır. Yoksa mal ve mülk bütünüyle Allah'ındır.
Ey oğul!
Dini hükümleri, fetvaları âhiret ulemasından sorup öğrenmek gerektir. Zira onların sözlerinde tesir vardır. Belki onlara sorulduğu için nefeslerinin bereketi ile amelde başarı hâsıl olur.
İlmi kendilerine makam vesilesi yapan dünya alimlerinden kaçınmak gerekir.
Ey oğul!
Hayatının en güzel zamanları heva ve heveste geçti. Allah düşmanlarının rızasını kazanma yolunda geçip gitti.
Ey oğul!
Fırsat ganimettir. Sağlık ve boş zaman ise iki ganimettir. Vakitlerini devamlı olarak Allah'ın zikrine harcamak gerekir. Hangi amel olursa olsun, dinin emri istikametinde ise o zikre dahildir, isterse alış veriş olsun.
Ey oğul!
Düşük dünya süslerine aldanmaktan sakın. Bu fani saltanata kanmamaya dikkat et. Bütün hal ve hareketlerinde şeriata göre amel et. Hayat, temiz şeriat üzere olmalıdır.
Ey oğul!
Bilmiş ol ki, ebedî kurtuluşun kolaylaşması için insana şu üç şey mutlaka lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.
İlim iki kısımdır: Birinci kısım, amel olup bunun izahını fıkıh üzerine almıştır.
İkinci kısım, bundan maksat mücerred itikat ve kalb-i yakîndir. Bunun tafsilatı kelâm ilmi üzerine yazılan kitaplarda vardır. Haliyle Ehl-i Sünnet ve'l-cemaatin görüşüne göre... Şöyle ki: Bunlar fırka-i naciye olup, bunlara tabi olmadan hiç kimse için kurtuluş ümidi yoktur. Bunlara kıl kadar muhalefet olsa, iş tehlikeye girer, hem de ne tehlike!
Ey oğul!
Tam manasıyla kul hakkının ödenmesi cihetine gidilmelidir. Bu yolda tam bir gayret gösterilmelidir. Ta ki, üzerinde hiç kimsenin hakkı kalmaya. Çünkü bu dünyada hak ödemek kolaydır, yumuşaklıkla, tatlı dille helallik dilemek mümkündür; ama âhirette iş zordur. Orada çare bulmak mümkün değildir.
Ey oğul!
Nefis, makam ve baş olmak sevdası üzerine yaratılmıştır. Bütün gayreti, akranı üzerine üstün gelmektir.
Sabah namazının iki rekât farzını cemaatle kılmak sabah namazını cemaatle kılmayı bırakıp geceyi sabaha kadar ibadetle geçirmekten çok faziletlidir.
Hâsılı; nefsin, başkanlık, üstünlük, yükseklik taslamak hususundaki boş kuruntularından pisliklerinden kurtulmadıkça kurtuluş mümkün değildir.