ÖLÜMÜNÜN 604. YILDÖNÜMÜNDE İBN-İ HALDUN
Bilgi ve bulgularıyla insanlığın aydınlanmasına ve ilerlemesine katkıda bulunan bilginlerin doğum veya ölüm yıldönümlerinde anma toplantıları tertipleyerek kişilik ve kimlikleri ile düşünce ve eserlerini dilegetirerek günümüz insanlarına tanıtmanın gayreti içinde olan YOYAV, İbn-i Haldun’un ölümünün 604. yıldönümü dolayısıyla 22 Şubat 2010 Pazartesi günü anlamlı bir anma toplantısı düzenledi. Dr. İbrahim Ateş’in derslerine devam eden kursiyerlerden tecvid ve makam sınıfı kursiyerlerinin hazırlayıp ikram ettikleri öğle yemeğinden sonra konferans salonunu dolduran davetlilere hitabeden Dr. Ateş yaptığı konuşmada, büyük bilgin İbn-i Haldun hakkında önemli açıklamalarda bulundu ve özet olarak şunları söyledi:
“İnsanlığa ışık tutan ilim ve fikir ehlinin minnet ve mağfiretle anılmasına, düşüncelerinin dilegetirilmesine ve eserlerinin yaşatılmasına özen gösteren kıymetli kardeşlerim, basınımızın değerli temsilcileri!
Buluşları benimsenen ve düşünceleri değer gören dahi insan İbn-i Haldun’un ebediyete intikalinin 604. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz bu toplantıya teşrif ederek düşüncelerini dilegetirmesine vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, büyüklerimizi birlikte anmamıza gösterdiğiniz gayret ve katkıdan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi arzederek hoşgeldiniz diyorum.
İyilerin anıldığı anlarda rahmet indirileceği inancıyla tertiplediğimiz bu anma toplantısında, ebediyete intikal eden tüm büyüklerimizle yakınlarımıza rahmet-i Rahman ve mağfiret-i Mennan niyazıyla sözlerime başlarken, her zaman ve her yerde hayırla anan ve anılan insanlardan olmamızı diliyorum.
Yoğun ve yorucu çalışmalarla geçen 74 yıllık bir hayatın hitamında, 604 yıl önce böyle bir 22 Şubat gününde ruhunu Rahman’a teslim ederek hayata gözlerini yuman merhum İbn-i Haldun islam dünyasının yetiştirdiği dahi düşünürlerden biri idi. Tunus’ta 732/1332’de doğan ve Kahire’de 808/1406’da vefat eden İbn-i Haldun, dünya çapında bilinen ve düşüncelerinden takdirle sözedilen büyük bir bilgindi. Sosyolojinin kurucusu, tarih felsefesinde deha ve psikoloji usullerini tarihe uygulayan ilk âlimdi.
Babasından ilim tahsil etti. İlk önce Kur'an'ı ezberledi. Yedi kıraat şeklini öğrendi. Edebiyat, fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendikten sonra aklî ilimleri de tahsil etti. Genç yaşında âlimlerin meclisine girdi. Bilgi ve faziletlerinden istifade etti. Herbirinden icazetnameler aldı. Bir seyahatte, Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Ebu İnan vefat edince yeni Emir onu serbest bıraktı ve umumî kâtipliğine tayin etti. Kabilelerin isyanı üzerine Emir iktidarı kaybetti. Bunun üzerine İbn-i Haldun Gırnata'daki Beni Ahmer devletine gitti ve burada tarih çalışmaları için müsait zemin buldu.
Tunus'ta, Fas'da, Cezayir'de ayrı hanedanlar hüküm sürüyordu. Köylerin ve kervanların kabilelerce yağma edilmesi, hanedanlar arası savaş, şehirlerin emniyetsizliği, sahradaki otorite boşluğu istikrarlı bir hayatı engelliyordu. 47 yaşına gelmişti ve devamlı okumaları, siyasî tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti. Siyasî hayatı bırakarak kendi tabiri ile "yeni bir ilim" yazmaya karar verdi. Bu suretle Selâme Oğulları Kalesi'ne çekilerek dört yılda meşhur "Mukaddime"sini yazdı. Eserini Sultan'a ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. İbn-i Haldun neticeyi beklemeden Hacca gitmek için Tunus'tan gemiye bindi. Dönüşünde onu hayranlıkla karşılayan Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kâdî'l-Kudât (kadıların kadısı) tayin edildi. Timurlenk Beyazıt'ı yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn-i Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Vaktinde yapılan bu hareket tesirini gösterdi ve Mısır'ı istiladan kurtardı.
İbn-i Haldun'un hükümdarlar katında dolaşmasını bir kusur olarak isnat edenler, ıstıraplar ve kargaşalıklar içinde çalkalanan o devrin Endülüs'ü ile Batı Afrikası gibi ülkelerde yaşayanlar için bunun bir kusur teşkil etmeyeceğini unutuyorlar. Birbiriyle çekişen bu hükümdarlar arasında bulunmanın, bir ilim adamı ve bir müşahedeci olarak İbn-i Haldun'a çok yönlü faydaları olmuştur. Sanki hükümdar ve idareciler İbn-i Haldun için bir tecrübe tahtası olmuştur. Devletlerin hallerini gözleriyle görmüş, yüksek dehası ile hâdiselerin sebep ve âmillerini incelemiş ve bu incelemeler, eserini bu metoda göre yazmasına da bir âmil olmuştur. Eğer İbn-i Haldun'un bu renkli hayatı olmasa idi Mukaddime'sini bu şekilde mükemmel olarak yazamazdı.
İbn-i Haldun sosyal hâdiseler üzerinde coğrafî tesire büyük ehemmiyet vermektedir. İklimin kişiliğe, coğrafyanın aktiviteye; gıdaların insan karakterine tesir ettiğini söyler. Batıda bu anlayış, fazla abartılarak, "insan yediğidir" denmiştir. Dağlılar sert, mert ve az konuşan insanlardır. Sahillerde yaşayanlar yayvan ve nemli vücutlu olurlar. Aşırı iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bundan ötürü medeniyetler ılımlı iklimlerde kurulmuştur. Bu medeniyetler daha istikrarlı ve çevreye intibaklıdırlar. Modern sosyoloji ve coğrafyacı ekol de aynı kanaat ve görüşlere iştirak etmektedirler. Zencilerin hafifmeşrep, oyun ve eğlence düşkünü olmalarını iklimlerinin fazla sıcaklığının beyinlerine olan tesirinde görür. Ona göre kanaat, darlığa ve yoksulluğa tahammül, sade yaşayış, kişiler için en güzel faziletlerdendir. Kendisi göçebe hayatına düşkündür. Göçebelerin ahlâk, terbiye, mertlik, insaniyet, kahramanlık, bahadırlık ve cesaret bakımından şehirlilere nispetle çok yüksek bir derecede bulunduğunu bu eserinin birçok yerinde tekrarlar. Şehirlere yakın, tekellüflü yaşayışın itiyat ve icaplarına düşkün olan kavimlerle temasta bulunan göçebelerin mertlik, fedailik ve bahadırlık meziyetleri o nisbette eksilir.
Devletlerin kuruluş çağı fedaîlik, hamiyet ve kahramanlık devresi olduğu için tekâmüle doğru yürüme çağıdır. Servet kazanılmış olduğu için, ikinci devre rahatlığa ve tekellüflü hayatın âdet, itiyat ve israflarına dalma çağıdır. Üçüncü devre, tekellüflü hayatın neticesi olarak yorulma, yıpranma ve ihtiyarlama çağıdır. İhtiyarlık bir kere çöktü mü artık ondan kurtuluş yoktur. Ancak taze kuvvetler kullanmak suretiyle tamir ve revizyon sayesinde devletlerin ömürleri uzatılabilir. Fakat her halde yıkılma mukadderdir. İnsanlar ölümden kurtulamadıkları gibi, devletler için de yıkılmaktan kurtuluş yoktur. Her kemalin bir zevali vardır.
Medenî hayatın lezzet ve nimetleri içinde yaşayarak yıpranmamış olan kavimlerin diğerlerine nispetle devlet kurmaya ve memleketler fethetmeye daha muktedir olduğunu söyler. Cenab-ı Hakkın, İsrail Oğullarını kırk yıl Tîh Sahrasında dolaştırmaktan maksadının; onları istiklâl kazanmaya ve korunmaya alıştırmak; kendilerine va'dedilen mukaddes toprakları fethedebilmeleri için şecaatli ve cesaretli olarak yetiştirmek; zillet ve hakirliğe alışmış olan neslin yerine dayanıklı, mert ve cesur yeni bir nesil yaratmak olduğunu ileri sürer.
İbn-i Haldun'a göre tebaa veya hükümdar olmak izafi şeylerdir. Hükümdar halkın maslahatına riayet etmeye mecburdur. Hükümdarın kıyafetinin, şekil ve suretinin, akıl ve fikrinin keskinliğinin halk için ehemmiyeti yoktur. Hükümdar demek, halkının iş ve maslahatına bakan, tebaa ise, başlarında işlerine bakan hükümdarları bulunan cemiyettir. İdaresi, güzel ve halkı için faydalı olursa, hükümdardan maksat ve gaye meydana gelmiş olur. Aksi halde hükümdarın vücudu, halk için zararlıdır.
İbn-i Haldun'a göre, hükümdarın ve memurların ticaretle meşgul olması, tebaa için zararlıdır. Çünkü bunların ticaretle meşgul olmaları zulme yol açar. Zulüm ise sosyal hayatın düzenini bozar, medeniyetleri ve mamureleri yıkar. Halka ağır vergiler yükletmek ve mecburi hizmetlere tabi tutmak zulümdür, bu da sosyal hayatın düzenini bozar, halkın çalışma duygusunu öldürür.
İbn-i Haldun, sosyolojinin kurucusudur. Her ne kadar ondan önce Farabi'nin eserlerinde, bilhassa sosyal ve siyasî hayatın kanunlarına ait ilk temellerin atılmış ve tohumlarının ekilmiş olduğu görülürse de bunların hiçbiri İbn-i Haldun'un ortaya koyduklarını ve dehasını küçültmez, bu ilmi müstakil bir hale getiren ve koyduğu kanunlara göre inceleyen O’dur. Ayrıca İbn-i Haldun'u Osmanlı Sultanlarının en çok okudukları bir şahsiyet olarak görüyoruz.
İbn-i Haldun, kazanç ve hayatta faydalandığımız herşeyin insanın emek ve çalışmasının kıymeti olduğunu söylemekle yeni bir nazariye ortaya atmış oluyor. Emek hakkındaki bu görüşlerine bakarak onu sosyalistlere yaklaştırmak isteyenler vardır. Hâlbuki o, mülk ve sermayeler meşru yollarla elde edildikten sonra masundur, ne devlet ve ne de cemiyet bu sermaye ve mülklere el uzatamaz demektedir. İbn-i Haldun, emek ve çalışmaya bu yolla kıymet biçtikten sonra, kazanım çeşitlerini, kazanç temin eden hüner, sanat ve zanaatları anlatmaya başlar. Sanayinin inkişafının en mühim âmillerini anlatır. İhtikârcılığı, ilmî fakat şiddetli bir dil ile kötülüyor. İhtikâr yapmanın neticesi, muhtekir için çok kötü olacağını anlatıyor. Sanat ve zanaatın, bilhassa sanayinin inkişafını ihtiyaç ve kültür bakımından çok güzel ve çok ilmî bir şekilde izah ediyor.
İbn-i Haldun'a göre ilim ve fenlerin gelişmesi ve ilerlemesi, sosyal ve medenî hayatın inkişafına bağlıdır. Yani sosyal hayat geliştikçe onlar da gelişecektir.
Avrupalılar gerek İbn-i Haldun'un şahsına ve gerek tarihine ve bilhassa Mukaddime'sine pek büyük ehemmiyet vermişlerdir. Avrupa dillerinde yazılan büyük ve küçük hacimdeki ansiklopediler başta olmak üzere İbn-i Haldun'dan ve Mukaddimesinden bahsederler. Arab ve Arab edebiyatı tarihine dair eserler yazan bütün yazarlar, İbn-i Haldun ve eserleri hakkında bilgi vermişlerdir.
Mukaddime İbn Haldun'un özümsediği bilgilerinden ve müşahedelerinden oluşmuştur. Çünkü o, okuduğu kitapları "ezberlememiş, sadece anlayarak okumaya ve tedkik etmeğe çalışmıştır." Bu hususu teyid için o şöyle demektedir: "Herhangi bir ilimde bilgin olmak için gereken ilk bilgileri, o ilmin kaide ve kurallarını ve ilimde incelenen meseleleri asıl ve esaslarından, başka bir deyimle küllî olan usullerinden fer'î olan meselelerini çıkarabilmekle olur. Herhangi bir ilimde bu hususlarda meleke kesbedilmedikçe, o ilimle meşgul olan kimse onu iyice kavramış ve bilmiş sayılmaz.
İbn-i Haldun’un geniş bir kültür birikimini içeren Mukaddime'nin incelenmesi başlıbaşına bir sorundur. Bu sorunun çözümüne sağlıklı bir yaklaşım, Mukaddime'deki her konunun ayrı ayrı dikkate alınmasını değil, fakat konular arasındaki iç bağıntıların karşılıklı etkilerindeki bütünlüğün ihmal edilmemesini gerektirir. Böyle olunca da ne sadece Satı el-Husrî'nin belirttiği gibi bir sosyoloji kitabı, ne de bir tarih kitabıdır. O hem çözümleyici, hem birleştirici bir tarzda incelenen ögelerden oluşan dev bir medeniyet ve "beşeri ilimler ansiklopedisidir." Çünkü İbn Haldun bu eserinde medeniyetlerin ve kültürlerin doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü çözümlemekte, özellikle İslam medeniyetiyle ilgili tutarlı görüşler ileri sürmektedir. Yine İbn Haldun, "Mukaddime'de yalnız tarihle uğraşmaz, aynı zamanda İslam dünyasındaki sanatları, ilimleri gözden geçirir, bunların herbirinin amacını ve kapsamını belirler. İbn Haldun'un yaptığı ilimler sınıflandırması da, nihai İslamî bölümleme sayılabilir."
O’nun nazarında “tarih küllî bir ilimdir." Yine ona göre "tarih, siklet merkezliği yapan bir bilgidir." İbn Haldun "tarihin bir ilim olduğunu, geçmişi bilmekle insanların hâli değerlendirebileceklerini söylemektedir. İbn Haldun bir su damlası nasıl diğer su damlalarına benzer ise, bir milletin geleceği de geçmişe aynen benzer demektedir."
İbn Haldun tarihi şöyle tanımlar: "Tarih, bir çağa veya bir nesle has haberlerin anlatılmasıdır." Ancak bu anlatımda sosyal hayatın oluşup gelişmesinin nedenlerinin bilinmesini gerekli görür. İbn Haldun'un tarihçiliği yüzeysel değil bir tarih felsefesi geliştirecek kadar derindir. "Tarihin içinde saklanan mana, incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın (kâinatın) sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır."
İkbal, İbn Haldun'un Mukaddimesinin bütün ruhunun Kur'an-ı Kerim'den aldığı ilhama dayandığını belirtir.
Kur'an'a göre toplumlar da bireyler gibi canlı organizmalardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi doğar, büyüyüp gelişir ve nihayet ölüp giderler. A'raf Suresi 34.ayet bu gerçeği evrensel bir kanun halinde şöyle veriyor:
"Ve her toplum için bir vade belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda onu bir tek an olsun, ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler."
Yine Kur'an'a göre milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışlarının cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. İbn Haldun'un vurgulamak istediği noktalardan biri de işte budur. O bu noktaya, Fındıkoğlu'na göre, ömr-i beşerle ömr-i cemiyeti analoji ile yaklaştırarak, bir başka ifade ile biyolojik determinizmini içtimai determinizmle devam ettirerek ulaşmıştır. Böylece o, bütün kanunları "bir"e irca etme niyetini ortaya koymuştur.
İbn Haldun hiç şüphesiz İslam medeniyetinde yetişmiş ve onun ürünü olan dahî bir şahsiyettir.
"İbn Haldun'un en büyük meziyeti, kültürel hareket ruhunu iyice kavramış olması ve sistemli bir şekilde bunu ifade etmiş olmasıdır. Kendisi de bu kültürün en parlak ürünüdür.
El-İber isimli kitaba yazdığı Mukaddime'ye¸ eserin kendisinden daha fazla rağbet edilmiştir. Çünkü Mukaddime¸ aklî ve naklî (şer'î) ilimlerin büyük çoğunluğunu bünyesine almış nadir bir eserdir. Batı'da ve Doğu'da en çok okunan¸ takip edilen ve taklit edilen/faydalanılan bu eserin en tipik özelliği¸ yaşadığımız çağların ulaştığı bilimsel yöntem ve usûllerle kaleme alınmış olmasıdır. Bununla birlikte aradan yaklaşık altı asır geçmesine rağmen¸ eser bu çağda yazılmış izlenimini vermektedir.
İbn Haldun, sadece sosyoloji biliminin ilk kurucusu değil, bunun yanında Batı dünyasında sosyoloji biliminin gelişmesiyle ortaya çıkacak olan birçok uzmanlık dalının da temellerini atmıştır. Onun sosyolojisi, göçebelik-yerleşiklik ikilemi üzerine kurulduğu için o aynı zamanda kır ve kent sosyolojisi alanlarında da görüşler ileri sürmüştür. Ancak ne var ki, onun bu görüşleri belli bir coğrafya ve zamanla sınırlı gözlemlere dayandığı için her zaman genel ve evrensel değil, daha çok tarihsel ve yerel özellikler taşımaktadır. Onun kır ve kent yaşamının farklılıklarını belirleyen görüş ve gözlemleri kutupsal bir mahiyet arz etmektedir.
Ona göre göçebeler, kent halkına kıyasla hayır ve iyiliğe daha yatkın olup, onlara kıyasla daha yüreklidirler. Kentliler, siyasal yönetimlerin ve eğitim kurumlarının disiplini altında giderek cesaret ve yiğitliklerini kaybetmektedirler.