Peygamber Annesi Âmine
Anneler günü, yurdumuzda ve dünyamızda insanların büyük çoğunluğu tarafından coşku ile kutlanan günlerden biridir. Bir ziyaret, bir telefon, bir hediye veya bir çiçekle de olsa annelerini unutmadıklarını ifade eden insanların, onlara sevgi ve saygılarını sunup gönüllerini kazanmaya ve hayırlı dualarını almaya yönelik yapıcı yaklaşımlarda bulunmalarına vesîle olan bu günde, yıllardır tertiplediği toplantılarda annelerin önemli özellik ve güzellikleri ile anne-evlat ilişkilerinin çeşitli yönlerini gündeme getirerek annelerin ailelerdeki yerleri ile onlara karşı beslenmesi ve sürekli sergilenmesi gereken sevgi ve saygı hislerinin geliştirilip güçlendirilmesini hedefleyen YOYAV, önemli çalışmalarda bulunmaktadır.
Bu yıl anneler günü dolayısıyla örnek bir uygulamaya imza atan YOYAV, 11 Mayıs 2014 Pazar (Anneler) gününde düzenlediği kutlama programında “Peygamber Annesi Âmine” konusunu ele alarak Hz. Peygamber (S.A.V.)’in annesi Hz. Âmine Validemize duyulan sevgi ve saygıyı dile getirip ruhuna rahmet dilemenin gayreti içinde oldu. Hz. Âmine’nin ruhu için okunan hatm-i şeriflerin duası yapılıp sevabının ruhuna armağan edildiği bu anlamlı toplantı dolayısıyla Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Doç. Dr. Ayşenur İslam, Ankara Milletvekili Ülker Güzel ve TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş’e birer başarı ve iyi dilek mesajı gönderdiler. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler mesajında şu cümlelere yer verdi:
“Dr. İbrahim Ateş
YOYAV Genel Başkanı
… Cennet annelerin ayakları altındadır (hadisi şerif) akılla duygunun, heyecanla sağduyunun, yılgınlıkla azmin arasında öncelikle yol gösterici ve hikmet sahibi tüm annelerimizin anneler gününü kutlar, düzenlediğiniz programa katılan tüm katılımcılara selam ve saygılarımı sunarım.”
Mesajları ile mutluluğumuzu paylaşan devlet büyüklerine teşekkür edilen toplantıda, günümüzdeki annelerin Hz. Âmine’yi örnek almaları dilek ve temennisinde bulunuldu ve O’na ithafen okunan hatm-i şerifin duası yapılarak sevabı ruhuna armağan edildi. Bu anlamlı toplantıya katılan annelere birer gül sunuldu ve bazı ikramlarda bulunuldu.
Çok sayıda annenin katılımıyla gerçekleştirilen toplantıyı Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ile başlatan YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmada şunları söyledi:
“Saygıdeğer anneler, kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Anneler gününde sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in annesi Hz. Âmine’yi hürmet ve muhabbetle anarak ruhuna rahmet dilemek ve bilumum annelerle anne adayları tarafından O’nun örnek alınmasını tavsiye etmek amacıyla düzenlediğimiz “Peygamber Annesi Âmine” konulu programımıza teşrif ederek Hz. Âmine annemizin ruhuna ithafen okuduğumuz hatm-i şerîfin duasını birlikte yapıp sevabını, anneler günü hediyesi olarak rûh-u şerîflerine arz etme vefakârlığını gösteren güzîde heyetinizi en hâlisâne ve samîmî duygularımızla selamlıyor, hayat boyu Hakk’ın himâyesinde, hidâyetinde ve inâyetinde olmanızı diliyorum.
Allah’ın rızasının, ana-babanın rızasında olduğunu idrâk eden bilinçli ve basîretli insanlardan olmamız temennisi ile sözlerime başlarken, ebeveynimize gösterdiğimiz hürmet ve muhabbetin rızâ-i ilahî ile ödüllendirilmesini niyaz ediyorum.
Salonumuzu şereflendiren siz saygıdeğer anneler başta olmak üzere, yurdumuzdaki ve dünyamızdaki tüm annelerin bu anlamlı günlerini gönülden kutluyor, sağlık ve saadette dâim olmalarını diliyorum.
İlk ve en büyük anne olan insanlığın annesi Hz. Havvâ vâlidemiz ile sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in annesi Hz. Âmine annemiz ve diğer peygamberlerin anneleri başta olmak üzere ebediyete göçen anneleri rahmet ve mağfiretle anıyor, ruhlarının şâd, mekânlarının cennet ve makamlarının yüce olmasını niyaz ediyorum. Hayatta olan annelere de tüm sevdikleri ile birlikte sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir hayat temenni ediyorum.
Anne-baba, herkes için olmazsa olmaz niteliğinde değerli iki varlıktır. Evlat, Allah’ın kendilerine verdiği bu değerin kıymetini bilmeli, ömür boyu onların hizmetinde olmalı ve hatırlarını saymalıdır. Yaşlandıklarında evinde ağırlayıp kol-kanat germeli ve üzerlerine titremelidir. Altını temizleyen annesinin alnını silmekten çekinmemelidir. Kendini karnında taşıyan annesini sırtında taşımaktan kaçınmamalıdır. Yavrusunu rahat ettirmek için uykusunu terk eden o fedakâr insanı, âhir ömründe tedirgin edecek hâl ve hareketlerden kaçınmalıdır.
Çocukluğunda kendisini koynunda yatırıp sıcaklığında ve korumasında bulunduran ebeveyni, yaşlandıklarında evinden uzaklaştırıp evlerinde tek başına terk etme ya da huzurevlerindeki huzursuzluğa itme basiretsizliğini göstermemelidir.
Müslümanlar Allah’a ibadet ve ana-babaya ihsan (iyi davranmak) ile emredilmişlerdir. Evladın ana-babasına ihsanda bulunması o kadar önemlidir ki, Allah’a ibadetin akabinde ebeveyne ihsan emredilmiştir. Bakara Suresi’nin 83., Nisa Suresi’nin 36., En’am Suresi’nin 151., İsra Suresi’nin 23-24., Ankebut Suresi’nin 8. ve Ahkaf Suresi’nin 15. ayetlerinde ana-babaya iyi davranmakla ilgili ilahî buyruk tekrar edilmiştir.
Nisa Suresi’nin: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daime böbürlenip duran kimseyi sevmez.” mealindeki 36. ayetinde Allah’a ibadetin ardından dokuz kesimden kimselere iyi davranılması emredilmiş ve ana-baba bunların başında zikredilmiştir.
İsra Suresi’nin: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “öf!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllükle üzerlerine kanat ger ve ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!’ diyerek dua et.” mealindeki 23-24. ayetinde Allah’a kulluk etmenin ve ana-babaya iyi davranmanın emredildiği vurgulandıktan sonra evlada ana-babaları ile ilgili beş önemli talimat verilmiştir. Bunların ikisi yasak, üçü de emirdir. Yasakların ilki onlardan sıkılıp “öf” bile dememek, ikincisi de onları azarlamamaktır.
Emirler de sırası ile; ana-babaya güzel söz söylemek, onları esirgeyerek alçak gönüllükle üzerlerine kanat germek ve ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse şimdi de Sen onlara öyle rahmet et!’ diye dua etmektir.
Evlat-ebeveyn ilişkilerinde devamlı dikkat edilmesi gereken husus, çocukların ana-babalarına iyi davranıp hürmet ve itaatta kusur etmemeleri, ana-babanın da çocuklarına sevgi ve şefkatle muamelede bulunmalarıdır. Çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeyen ana-baba, onlara iyi davranmamış, ana-babasına hürmet ve hizmet etmeyen çocuklar da onlara itaat etmemiş olurlar.
Evlada karşı görevlerini ifa etmeyen ebeveyn ihmalkâr, ebeveyne itaat etmeyen evlat da isyankâr olurlar. İhmal eden kaybeder, isyan edenin de ayağı kayar. Kaybedenlerden ve ayağı kayanlardan olmamak için büyüklerin sevecen ve şefkatli, çocukların da itaatkâr ve saygılı olmaları gerekir. Dolayısıyla büyüklerin katılıktan kaçınmaları, küçüklerin de kırıcılıktan sakınmaları icap eder. Ebeveyne yakışan yufka yüreklilik, evlada yakışan da yücelik ve inceliktir.
Almanya’da yaşayan Türklerden biri, kalçası kırılan annesini hastaneye götürüp tedavi ettirir. Birkaç ay süren tedavi döneminden sonra, annesi hastaneden taburcu olurken, oğlu ona: “Anne! Artık tedavin tamamlandı, hastaneden çıkınca seni bir huzurevine yatırırız. Orada kalır, rahat edersin.” der. Bunu duyan anne, oğlunun kendini evine götürmeyip huzurevinde başkalarının yanına bırakacağını duyunca üzülüp kalp krizi geçirir. O hâlini gören oğlu, annesini tedavi sonrası taburcu eden doktora dönüp durumu anlatır. Doktor olup biteni dinleyip durumu öğrenince: “Beyefendi! Ben ortopedi mütehassıyım. Annenin kalçasındaki kırığı tedavi edip sağlığına kavuşturdum. Ama şimdi sen annenin kalbini kırmışsın. Onun tedavisi benim işim değil. Çaresine sen bakacak ve kırdığın kalbi sen tedavi edeceksin.” demiş.
Yaşanan bu ibret tablosunu tetkikinize takdim ediyor, duyduğunuzdan ders alıp, ana-babanızın kalplerini kırmamanın gayreti içinde olmanızı tavsiye ediyorum.
Evlat, ebeveynin yanında, yakınında ve hizmetlerinde olmayı her türlü dünyevî iş ve uğraştan önde tutmalıdır. Onlarla birlikteliği, tüm yakınları ile çevresindeki herkesten önde tutmalı ve onlara yakın olmanın kendini Yaradan’a yaklaştıracak değerli bir davranış olduğunu bilmelidir. Onları aslâ incitmeyip devamlı isteklerinin îfâsı cihetine gitmeye çalışmalıdır. Onlarla birlikteliği dünyaya değişmeyecek duygu ve düşünceye sahip olmalıdır. Bu hususta Hz. Peygamber (S.A.V.)’in duygu ve düşüncesini örnek almalıdır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) bir gün Hz. Ebubekir (R.A.)’e: “Ey Ebu Bekir! Hayatta yapmak isteyip de yapamadığım nedir biliyor musun?” diyor. Hz. Ebu Bekir: “Nedir yâ Resûlullah?” diye soruyor. Hz. Peygamber (S.A.V.) de: “Ana-babamın ikisi veya birisi hayatta olsaydı ve ben namaz kılıyor olsaydım, onlar veya onların birisi ben namazda iken ‘yâ Muhammed!’ diye bana seslenip çağırsaydı, ben de namazı bozup onların çağrısına icabet edip ‘buyur’ demek isterdim.” buyurmuştur.
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu buyruğundan ne denli anne-baba özlemi duyduğu anlaşıldığı gibi, ana-babanın çağrısına cevap vermek için namazı bozmanın da caiz olacağı anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, arkadaşı Ebu Bekir (R.A.)’e yaptığı bu açıklamadan öğrendiğimiz ebeveyn özleminden yola çıkarak biz bu yıl Anneler gününde O’nun muhterem annesi Hz. Âmine vâlidemiz hakkında merhum Dr. Haluk Nur Bâki’nin yıllar önce verdiği bir konferansta dile getirdiği konuşmasının bir bölümünü bazı kısaltma ve düzeltmeleri yaparak siz saygıdeğer anneler ve kıymetli konuklarımızla paylaşmak istiyoruz:
“Fahr-i Kâinât Efendimiz (S.A.V.)’in dünyaya intikali Cenab-ı Hakk tarafından murat edildiği zaman, bütün ruhların içerisinde büyük bir niyaz yarışması vardı. Acaba bu intikale vesîle olacak anne kim olacaktı, böyle bir seçime kim layık olacaktı? Efendimiz (S.A.V.)’e âşık bütün ruhlar titreyerek bekliyorlardı. Cenab-ı Hak kimi tercih edecekti?
Cenab-ı Hakk’ın o akıl almaz sırrı ile tespit ettiği bir büyük cevher vardı ki, Fahr-i Kâinât Efendimiz (S.A.V.)’in dünya mekânına intikalinde ancak o vazife alabilirdi ve Âmine annemiz hilkatin (yaratılışın) şaheseri olarak o anda tespit edildi. İnanır mısınız o yarışmada birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü olabilmek sırrına ermek, Fahr-i Kâinâta hizmet fırsatı bulabilmek için nice ruhlar çırpındılar durdular.
Bu çırpınan ruhların içerisinde Hz. Âmine annelik makamını kaptı. Bize de biraz fırsat ver Yarabbi diye niyaz edenlerin içerisinde Hz. Halîme, Hz. Şifâ, Hz. Umeyme ve Hz. Ümmü Eymen ikinci derece ikramiyeleri kaptılar.
Mana âleminde Fahr-i Kâinât Efendimiz (S.A.V.)’in öyle bir yeri vardır ki, tasavvur etmek mümkün değil. Bir âşık şair der ki, Hz. Adem, Fahr-i Kâinâtın kendi neslinden geleceğini hissedince, cennetteki yasak meyveye koştu, onu yedi. Tek benim neslimden âlemlerin kendisi için yaratıldığı Hz. Muhammed (S.A.V.) gelsin diye.
O yaratılış senfonilerinin içerisinde Hz. İbrahim ayrı bir vazife, çocukları da ayrı bir vazife aldılar.
Nihayet Mekke’de Vehb isminde fevkalade zarif yapılı, fevkalade cesur, cesur olduğu kadar merhametli bir zat, yine aynı derecede kıymetli Berre isminde bir annemizle tanışıp evlendiler. İkisi birbirlerinin gözlerinin içine bakmaya dayanamıyorlardı. O kadar mutlulardı ki, her ikisi de her türlü şerden uzak idiler. Bu çok önemlidir. O günün Mekke’sinde büyük felaket rüzgarlarından o kadar uzaktaydılar ki herkesin dikkatini çekiyorlardı.
Hz. Vehb ve Berre birbirlerine o kadar sıcaklık duyuyorlardı ki, âdetâ görüşsek de selamlaşsak diye hasret çekerlerdi. İçlerindeki manevî baskı, meydana gelecek büyük İlâhî nurun teşekkülü câzibe gibi çekiyordu onları.
Hz. Berre Hz. Vehb’in birbirlerini çok sevmelerine rağmen çocukları olmadı. Berre Sultanın o sonsuz güzelliği içerisinde nezaketi, merhameti, sabrı ve infakı çok meşhurdu. Elinde ne varsa dağıtan, her türlü hâdisât karşısında fevkalade sabırlı, Allah’a isyan etmek şöyle dursun, isyan görüntüsü vermekten korkan fevkalade zarif bir hâli vardı.
Hz. Berre ve Hz. Vehb her an Allah’ı konuşurlardı. Devamlı surette insanlara hizmet etmek isterler ve infak ederlerdi. Nerede, kimin ne derdi varsa mutlaka, Hz. Berre ve Hz. Vehb’in himâyesini görürdü. Yıllarca çocuk bekledikten sonra bir gün Hz. Berre eşine müjdeledi, hâmileyim dedi. Hz. Berre’nin hâmile olması ile büsbütün coştular. Hâmilelik sona doğru yaklaşırken Hz. Berre’yi bir hüzün kapladı. Hz. Vehb “Hasta mısın, bir derdin mi var?” diye sorduğunda; “İçime bir sıkıntı düştü, ya kız doğurursam” diye cevap verdi.
Hz. Vehb: “Bunca sohbetimiz, bunca gönüldaşlığımıza ben bu sözü aykırı buldum. Kız, erkek benim için fark eder mi? İkisi de Allah’ın emanetidir, bende bir fark olmayacağına dair Allah’a söz veriyorum” dedi.
Hz. Âmine doğduğu zaman kendisine soluk bir sesle kızınız oldu dediklerinde: “Hemen kazanlar kurulsun, bütün Arabistan’a ziyafet veriyorum” dedi. Hemen çocuğu aldı, Abdulmuttalip Hazretlerine götürdü: “Ey dostum bunun ismini sen koy” dedi. Kızı ile iftihar etmek, ziyafetler vermek o zamanki Arap ananelerine göre o kadar ters bir şeydi. Hz. Abdulmuttalip: “Bunun adı Âmine’dir” dedi ve sonra “Ey kavmim, ey Mekkeliler ben Vehb kadar haysiyetli bir adam daha görmedim. Kız çocuğunun doğumuna ziyafet verdi. Bu bir reformdur, bu çağ atlamaktır” dedi.
Hz. Âmine annemiz yeryüzüne teşrif ettiği zaman kadınlar, kadınlık çağ atladı. O zamana kadar doğunca üzüntü duyulan, hattâ diri diri gömülen kadınlık sistemini Hz. Âmine’nin babasının o latif, o zarif gönlü bir anda değiştirdi. O andaki Arap kavminin ve Asr-ı Saâdet çağında doğacak pek çok hanımefendinin babaları tarafından itibar görmesini sağladı.
İşte böyle çok zarif ve ince bir zat’ın kerimeleri annelerin annesi, kâinâtın maddede doğurucusu ama manadaki büyük sırrın, Rûh-u Muhammed’in yeryüzüne intikaline vesîle olan büyük doğum Hz. Âmine’den olmuştur.
Hz. Âmine küçük yaştan itibaren hem maddî, hem manevî güzelliğiyle herkesin dikkatini çekiyordu. Dört yaşından itibaren şiirler yazmaya başladı. Gönlündeki zerafetten diline dökülen kelimeleri zarif çizgilere bürümek sırrına sahipti.
Hz. Âmine annemiz, Hz. Vehb ve Hz. Berre’nin himâyesinde yaşarken o küçük yaşlarında bütün çocuklardan farklı bir görünümdeydi. Bu farklı görünüm güzelliğiyle beraber manasını da bir enerji gibi sarmıştı. Şöyle ki:
Hz. Âmine’nin çok güzel, çok akıllı, hali vakti yerinde biri olduğunu herkes bilirdi. O çağda, o Arap kavminde böyle bir hanımefendiyle herkes evlenmek isterdi. Ona bakanlar hayran oluyordu ama kimse evlenme teklifi etmeye cesaret edemiyordu. Hattâ dostluk bile teklif edemiyorlardı. Çünkü Hz. Âmine Allah’la beraberdi, çok özel bir şey olmadıkça kimseyle konuşmak istemiyordu.
Çok net, siyah, baktığı zaman yere düşürecek kadar güzel gözleri vardı. Yüzü, pembe soluk bir çehrenin içerisinde melek teni denen bir rengi temsil ediyordu.
Hz. Abdullah Efendimiz de tıpkı Hz. Âmine annemiz gibi müstesnâ seçilmiş bir kişiydi.
Hz. Abdullah Efendimiz, Hz. Âmine annemizden dört yaş büyüktü. Küçük yaşta Hz. Âmine’yi görmesine rağmen, ondan sonraki yıllarda bir türlü rastlaşamadılar. Çünkü Arap geleneklerine göre birbirleriyle dostluk yapmalarına imkân yoktu. Hz. Âmine’nin bir huyu vardı. Yürürken yere bakmazdı ama insanlara da bakmazdı.
Takdir günü geldiği zaman yolda yürürken Hz. Abdullah’ı gördü. Hz. Abdullah da onu gördü. Hz. Âmine’nin gönlüne bir hançer saplanmış gibi kaldı. İlk defa gönül nazarıyla fark etti ve Hz. Abdullah Efendimize hayran oldu. Çünkü Hz. Abdullah Efendimizin güzelliği o kadar meşhurdu ki, dillere destandı. Hattâ kendisine pek çok evlenme teklifi yapılırdı. Bunu din kitapları alnındaki nurdan dolayı diye yazar. Aslında güzelliği nûr-u Muhammedî’den geliyordu ve çok etkiliydi.
Hz. Abdullah o zamana kadar hiç bir kadınla evlenme arzusu duymamış, hiç bir kadın gönlüne hitap etmemişti. Eve döner dönmez babasına: “Bugün bir kız gördüm, onunla evlenmek istiyorum” dedi. Evlerini tarif ettiği zaman Abdulmuttalip ağlamaya başladı. “O benim aziz dostum Vehb’in kızı, ismini koyduğum Âmine’dir” dedi. Hz. Abdullah ve Hz. Abdulmuttalip’in geldiğini gören Hz. Âmine annemiz, yolda gördüğü gönülden sezdiği insanın Abdulmuttalip’in oğlu olduğunu o an fark etti. Acaba dünür meselesi için mi geldiler diye heyecandan kalbi durmak üzereydi.
O zamanki Arap geleneklerine göre zifaf kadının evinde olurdu. Yani nikahtan sonra evlilik formasyonu üç gün süreyle kadının evinde sürerdi. Bu, genç kızın evliliğe alışması, evliliğe uyum sağlaması ve kendisini yabancı hissetmemesi içindi.
Hz. Vehb’in evinde evliliğin ikinci gecesinde bir hâdise oldu. Allah bütün meleklere emretti. “Müjdeyi verin sevgilimi Âmine’ye intikal ettirdim” buyurdu. Ve bütün melekler kâinâtın her noktasında “Muhammed intikal etti” diye bağırıyorlardı. Bütün âlemler sevindi ve o andan itibaren Hz. Âmine, Hz. Abdullah’tan gelen acaib bir güzelliğe büründü. Evlendiğinin ikinci günü zuhûr eden bu hâdise üçüncü güne intikal ederken Hz. Vehb ve Hz. Berre kızlarındaki yepyeni çehreye baktılar, şaşırdılar. Yüzünde Allah Resûlünün güzelliği belirmeye başlamıştı.
Böyle bir motif içerisinde Hz. Âmine annemiz bir kadının kocasıyla anlaşmakta ve mutlu olmakta yaşadığı saâdetin zirvesindeydi. Hiçbir kadın kocasını, hiç bir erkek de karısını bu kadar sevemez. Hiçbir kadın kocasına Hz. Âmine gibi âşık olamaz, hiç bir erkek de karısına Hz. Abdullah gibi âşık olamaz. Bu öyle bir İlahî cereyan çakışması idi ki, âdetâ hamurlaşıp tek insan oldular. Bu kadar şiddetli bir şefkat, bu kadar şiddetli bir aşk. Ama bu aşkın mimari çatısının altında bir nûr-u Muhammedî var ki, bu nûr-u Muhammedî başka bir sevginin motifine tahammül edemez.
Cenab-ı Hak evliliğin ikinci ayında, o en zevkli zamanında Hz. Abdullah’ı kervanın başında ticaret için Şam’a seyahate çıkardı ve emanetini teslim aldı. Hz. Abdullah’ın vefatı Hz. Abdulmuttalip’e intikal ettiği zaman yıkıldı, perişan oldu. Bunu Hz. Âmine’ye nasıl söylerdi?
Hz. Âmine’ye bitmiş bir vaziyette, zor yürüyen bir halde geldi. “Kötü bir haber mi var baba?” dedi. Hz. Abdulmuttalip alıştıra alıştıra söylerken Hz. Âmine “Benim Allah’a ne kadar sıcak olduğu mu bilse hiç korkmazdı. Bir havadis ne kadar kötü olursa olsun, benim Allah’a olan sıcaklığımı bilseydi korkmadan söylerdi” diye düşündü. Ama buna rağmen Hz. Abdullah’ın vefatını öğrendiği zaman gönlünden büyük bir darbe yemiş oldu.
Çünkü çok hassas bir insandı. Çok duygusal bir yapısı vardı. Ve hayatta kendisini anlayan, seven, delice âşık olduğu eşiyle evliliği sıradan bir evlilik değildi. Bir anda sanki etine asit dökülmüş gibi ızdırap duydu. Hz. Abdulmuttalip’i yaşlı hâliyle daha fazla üzmemek için “Ne yapalım baba takdir böyleymiş” dedi ama içinde müthiş bir yanardağ patlıyormuş gibiydi. Hemen o gece rüyasında “Sakın üzülme. Sen kâinâta en büyük hayırı getiriyorsun” dediler. Sanki Abdullah, kurban olmaktan bu gaye için kurtulmuş, insanlık tarihinin en yüce şahsiyetinin dünyaya gelmesi için Âmine ile evlenmişti.
Cenâb-ı Hakk’ın takdiri saniyesi saniyesine işliyordu. O sıralarda âlemlerin nuru iki aylık bir vaziyette annenin rahmindeyken ruhun gönderileceği zamandan bir hafta önce alıyor Hz. Abdullah’ı. Efendimiz ruhu anne rahmine intikal eder etmez evvela Âmine Annemizin gönlündeki hüznü çekti aldı. Çünkü var olacağı, dünyaya intikal edeceği bir mekânın devamı o hüznün alınmasıyla mümkündü. O hüzünle bir hafta bile yaşayamazdı.
Çünkü Hz. Âmine annemizin beşerî bir nitelikten sıyrılması gerekiyordu. Karnında Allah’ın en kıymetli sevgilisini taşıyan ve onu maddeye yansıtarak Resûlullah’ı meydana getirecek bir laboratuar hâline gelmişti. Onun için Hz. Âmine’nin bir erkekle birlikteliğine imkân yoktu. Onun için Cenâb-ı Hak, verdiği kaderle Hz. Abdullah’ı manaya aldı. Bundan da yarı bir incelik, zarif bir biyolojik nezaket vardır. Efendimizi taşıyan Âmine annemizin artık beşer vasıflardan uzaklaştırılması olayıdır ki, ondan sonra da biliyorsunuz Âmine annemiz kısa süren hayatının sonuna kadar bir nevi bakirelik, maddî ayrıcalık içerisinde yaşamıştır. Fahr-i Kâinât Efendimiz anne rahmindeyken “Sen evrenlere büyük bir hayır getiriyorsun” şeklinde verilen mesajdan sonra hamileliğin altıncı ayında “Sen Muhammed’i taşıyorsun. Kâinâtın en yücesi senden doğacak ama bu rüyaların sırrını kimseye açma” şeklinde bir mesaj geldi.
Allah ondan razı olsun Süleyman Çelebi’nin çok güzel nefis bir şekilde anlattığı gibi, artık Hz. Âmine’nin evinin, muhitinin etrafında bütün manevî cereyanlar hazırlanmıştı. Atmosferin en seçkin molekülleri oraya gönderilmişti. Fahr-i Kâinâta anne seçilirken nasıl büyük bir yarışma olduysa, O’nun soluyacağı moleküller arasında da büyük bir yarışma vardı. Fahr-i Kâinâtın ciğerine girecek o moleküller ne kutsal bir moleküldü ki, O’nun maddesel hayatında vazife görecekti. Bu kadar ince çizgilerle hazırlanmış bir haldeyken Hz. Âmine’yi bir an manevî çizgiye aldılar mekânını zapt ettiler. Çünkü Fahr-i Kâinât alemlere teşrif ediyordu. Ruh âleminden madde görüntüsüyle âlemlere teşrif ediyordu.
Efendimiz (S.A.V.), Hz. Âmine’nin lisanıyla Lâilâhe İllallâh diyerek nur saçtı. İlk doğduğu anda birinci sırrı Allah demek, ikinci sırrı da ümmetim nerede demek oldu. Âmine annemiz: “Bir anda nurların içerisinde kendime geldiğim zaman yalnız parmağıyla Allah dediğini gösterdiler ama bir an kendimi kaybettim” diye anlatıyor. İşte o anda bütün ümmetiyle karşılaştırdılar. Bunu bütün doğudaki ve batıdaki inananların tanıştırılması şeklinde anlatırlar ama gelecekteki ümmetinin tümüyle tanıştırılmıştır.
Efendimiz (S.A.V.) yeryüzüne teşrif ettikleri zaman Hz. Abdulmuttalip’in önüne isim koyması için götürüldü. Hz. Âmine usulca, kimse duymadan ismi Muhammed’dir, dedi. Hz. Abdulmuttalip de bunun ismi Muhammed’dir dedi. Herkes şaşırdı. O zamana kadar Arabistan’da duyulmamış bir isimdi. Ve o zaman anladı ki, Hz. Âmine çok esrarengiz bir mesajla ismi aldı. Yavrusunu karnında nasıl taşıdıysa, üç ay da isminin gizliliğini yüreğinde taşıdı.
Bu tablo içerisinde artık Âmine normal beşerî vasıfların biraz dışına sıçramış oldu. Bir velî kelimesi kullanmak lazım gelirse, artık tam bir velâyetin, mucizenin temsilcisi oldu. Artık Hz. Âmine’nin yapacağı işler, ondan zuhûr edecek kelimeler normal düzeyden, beşerî sıfatlardan çıktı. Çünkü Fahr-i Kâinât Efendimiz (S.A.V.)’in nazarlarında eridi. Doğan çocuğun o manevî perdenin altından madde dünyasına getirildiği zaman onu ilk sezen, onu çok yakın bir muhabbetle yakalayabilen sırra sahipti.
Bir anne düşünün ki, yavrusu karnında iki aylıkken sevdalısı bu dünyadan ayrılmış. Bütün gücünü toplamış, yavrusunu doğurmuş ama aynı yıl Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi Mekke’de aşırı sıcak çıkmış. Bundan kurtulması için Mekke’yi terk etmesi lazım. Buna Hz. Âmine’nin yüreği nasıl dayanır? Hz. Abdullah’ı kaybetmekten yüreği paramparça olmuş. Hasretle beklediği yavrusu gelmiş ama şimdi de Allah diyor ki, “Bu iklim uygun değildir, burada olmaz. Ver bakalım yavrunu bir süt anneye” Bir an tereddüt etmedi. Yavrusunu Hz. Halîme’ye teslim ettikten sonra iki yıl hasretle yaşadı. İki yıl sonra Hz. Halîme, Hz. Abdulmuttalip’e gelip: Acaip bir şeyler oluyor, yürürken tepesinde bir bulut geziyor. Ben korkuyorum. Bu benim kaldıramayacağım bir yük” dediğinde, Hz. Abdulmuttalip, Hz. Âmine’ye gelip: “Müjdeler olsun, işte yavruna kavuştun” dedi. Bunun üzerine Hz. Âmine annemiz “Hayır. Eğer onun sağlığı için gerekliyse iki sene değil iki yüz sene hasret çekmeye razıyım. Çünkü o alemlerin sırrını taşımaktadır. Analık hasreti feda olsun. Benim gönlüm parça parça olsun ama Muhammedimin üstüne bir tek gölge düşmesin” diye cevap verdi.
Hz. Halîme “Acaba bu görüntüler sihir zannedilir de çocuğa bir zarar gelir mi” diye sorduğunda Hz. Âmine annemiz “Korkma onların hepsi sihir değil, rahmettir. Senin gördüğün şeyler cin de şeytan da olamaz. Ancak meleklerin himâyesi olur” dedi.
Hz. Âmine bu hasretin akıl almaz dayanılmaz sıkıntılarına, gönlünde yanan Muhammedî ateşle dayanmayı başardı. Hz. Âmine annemiz “Sevda odur ki uğruna her şeyi feda edeceksiniz” diyor. Çünkü o eşini feda etmiş, annelik hasretini feda etmiş, çocuğunu görmeyi feda etmiş. Bunları hep sevdâ-i Muhammedî uğruna yapmış. Tek o yaşasın, tek o ışık yansın diye.
Hz. Âmine’nin sevdâ-i Muhammedî’nin ışığı altında sürdürdüğü hüzün hâlini Cenâb-ı Hak daha fazla uzatmadı ve emanetini aldı.
Hz. Âmine annemiz oğluyla huzurlu, bereketli bir hayat sürdürürken içine sevgili eşinin hasreti çöktü. O’nu ziyarete gitmeye karar verdi. Hazırlıklarını yapıp yola çıktılar. Bu yolculuk sırasında Hz. Âmine sürekli elemli durdu ve gözyaşlarını tutamadı. Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları bu zor ve yorucu yolculuk sonunda tamamlanmıştı. Hz. Âmine kocasının kabri başına gelince daha fazla ayakta duramayıp yıkılıverdi. Öyle çok ağladı ki, gözyaşları Hz. Abdullah’ın kabrini sular içerisinde bıraktı.
Hz. Âmine annemiz kâinâtın efendisi olan oğluyla bir ay kadar Medine'de kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verir. Eş, dost ve tanıdıklarıyla vedalaşarak memleketine döner. Ama Hz. Âmine bu dönüş esnasında daha çok hüzünlenerek gözyaşları akıtır. Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Âmine aniden hastalanır. Yol üzerindeki Ebvâ köyü yakınlarındaki bir ağacın gölgesinde konaklarlar. Hz. Âmine’nin dizlerinin artık gücü kalmadığı için olduğu yere düşüverir. Birkaç kelimelik konuşmadan sonra kendinden geçer. Artık konuşacak takati kalmamıştır.
O dönemde Hz. Âmine annemiz muhteşem bir şiir söyledi. Bu şiir çok meşhurdur.
"Ey mübarek çocuk! Ey dünyaya bulaşmadan bir konup, sonra uçup giden güvercin (Abdullah)'ın oğlu! Baban her şeyin sahibi ve her şeyi bilen Allah'ın yardımıyla oklarla kura çekildiği günün sabahı yüz güzel deve karşılığında kurban edilmekten kurtulmuştu. Eğer rüyamda gördüklerim çıkarsa sen bütün insanlığa gönderilecek ve helâli-haramı öğreteceksin. İnsanları hakikate ve İslam'a ulaştıracaksın. Baban İbrahim'in dininde olacaksın. Allah seni bütün putlardan korusun. Senin davan insanlık durdukça devam edecektir. (Bu sözlerden sonra dedi ki;)
Her doğan ölecek, her yeni eskiyecek
Her açan çiçek solacak, bütün zahirde
Var olan şeylerin hepsi Allah’a dönecek
Ben de öleceğim ama ben ebediyen kalacağım
Çünkü Kâinâtın gözlerini açacak nur’u
Doğurmak şerefeni verdi Allah bana
İnanınız ki insanların yaşaması, insanların Allah’a gidebilmesi için açılan bu caddenin tek sahibi Muhammed’dir. Benim namım da ebedîleşecektir. Yoksa bir varlık olarak ben de diğer varlıklar gibi ecele mahkûmum diye sözlerini bitirdi. Bu şiirin hemen arkasından dudağındaki son kelime “Ben Muhammed’i bıraktım” anlamına gelen Muhammed kelimesi oldu. Âmine annemizin dudaklarındaki son kelime Kelime-i şahadetin çok müthiş bir yansımasıdır.
Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva Köyü’nde miladi 577 tarihinde ruhunu Hakk'a teslim etmiştir.
O mübarek anneyi, iffetli ve asil bedeni Ümmü Eymen ve çevresindekiler Ebva’da defnettiler. Ümmü Eymen orada kalamayarak hemen Muhammed (S.A.V.)’i de alıp oradan ayrıldı. Âlemlerin Efendisi’nin boynu bükük, yüreği buruk… Annesinden geriye yalnız şu sözler kalmıştı kulaklarında:
Her diri ölecek, her yeni eskiyecek, her yaşlı dünyadan ayrılıp gidecektir. İşte ben de ölüyorum. Fakat adım ebediyen kalacak. Çünkü arkamda hayırlı ve tertemiz bir evlat bırakıyorum."
Hz. Âmine’nin son sözü olan:“Her diri ölecek, her yeni eskiyecek, her yaşlı dünyadan ayrılıp gidecektir. İşte ben de ölüyorum. Fakat adım ebediyyen kalacak. Çünkü arkamda hayırlı ve tertemiz bir evlat bırakıyorum." Cümleleri, günümüz annelerinin kulaklarına küpe olması temennisi ile sözlerimi noktalarken, bir kere daha Hz. Âmine vâlidemizle bizleri doğurup dünyaya getiren annelerimize rahmet ve mağfiret niyaz ediyor, hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.”