RAMAZAN, YOKSULLARIN YÜZÜNÜ GÜLDÜREN ZAMAN
Ramazan dolayısıyla düzenlemeyi kararlaştırdığı dört konferansın üçüncüsünü 28 Ağustos 2010 Cumartesi günü gerçekleştiren YOYAV, önemli güncel konulardan birine daha parmak bastı. Bu konu “Ramazan, Yoksulların Yüzünü Güldüren Zaman” şeklinde belirlenen ve bir ay imsâk saatinden iftar saatine kadar aç kalan herkes tarafından önemi daha iyi bilinen hayâtî bir konu idi.
Tabii, tatmayan bilmez. Tok olan cümle cihanı tok sanır. / Aç olan âlemde ekmek yok sanır. Karnı tok, sırtı pek olan açlık ve yokluk içinde kıvranan aç ve muhtaçlarla dar gelirli insanların ızdırabını anlamaz. Oruç ibadetiyle varlıklı-varlıksız herkesi aynı süre ve aynı derecede açlığa mecbur eden Ramazan ayı, yoksulların bir yıl yaşadıklarını varlıklılara bir ay yaşatarak onları görüp gözetmede daha duyarlı davranmalarına vesîle olacak duygu ve düşüncenin doğmasında etken olmaktadır. Dolayısıyla denebilir ki yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma duygularının doruk noktaya erdiği Ramazan ayı, sosyal saadeti sağlamada ve refahı tabana yaymada müessir olan mübarek bir zaman dilimidir.
Dar gelirlilerin düşünülmesine, güçsüzlerin gözetilmesine ve yoksulların yüzlerinin güldürülmesine yönelik çaba ve çalışmaların yoğunlaştığı bu mübarek ayda, yardım hizmetlerini yoğunlaştıran YOYAV, kültürel faaliyetlerini de belirli bir program çerçevesinde sürdürmektedir. Bu cümleden olarak 28 Ağustos 2010 Cumartesi günü gerçekleştirdiği konferans yoğun ilgi gördü. Salonu dolduran davetlilere hitap eden Dr. İbrahim Ateş şunları söyledi:
“Dar gelirlilere destek olmanın, güçsüzleri gözetmenin ve düşkünleri düşünmenin gayret ve kararlılığı içinde olduğuna inandığım kıymetli konuklar, değerli zamanda değerli davranışlarda bulunmanın idraki içinde olup, imkânlarını muhtaç insanların ihtiyaçlarını gidermede değerlendirmelerini dilediğim dirayetli dostlar, muhabbet, merhamet ve muavenet motifleriyle duyguları dokuyan mübarek Ramazan ayında yüzlerde sürur, yüreklerde nur ve hanelerde huzur vesîlesi olacak hayırlı hizmetleri arttırmanın önemini idrak eden sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Bir kere daha manevî iklimine girme bahtiyarlığına erdiğimiz mâh-ı gufran olan mübârek Ramazan-ı şerîfin mağfiret diliminin 8. gününde düzenlediğimiz “Ramazan, Yoksulların Yüzünü Güldüren Zaman” konulu bu toplantıya teşrif ederek, yoksul yurttaşlarımızın yanında ve yardımında olmamızın önemini içeren açıklamalarda bulunmamıza vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, ilgi ve inâyetimizi onlara ihtiyacı olanlardan esirgemeyerek ilahî ihsan ve inâyete mazhar olmamızı diliyorum. Sahip olduğumuz imkânları onlardan yoksun olanlarla paylaşmayı prensip edinmemiz temennisiyle sözlerime başlarken, yaratılmışlara yardım elini uzatarak Yaradan’ın yardımına nail olmamızı niyaz ediyorum.
Mübarek Ramazan ayı, bereketiyle gönüllerimizi aydınlatmaya devam ediyor. Rahmet ayı Ramazan, sadece nefsin arındırılması için değil, bencillikten kurtulup yardımlaşma ve özveriyi de yeniden keşfetmek için eşsiz bir fırsattır. Yüce Rabbimizin, “Hayırda yarışın” emri de bizlere Ramazan’ın bir özveri ve aşkınlaşma ayı olduğunu açıkça hatırlatmaktadır. Rahmetiyle kâinâtı kuşatan Cenab-ı Hak, açları doyurmayı, çıplakları giydirmeyi, muhtaçlara yardım elini uzatmayı ve bol bol infak etmeyi özellikle emretmektedir. Dolayısıyla Ramazan ayı başkalarını da hatırlama ve yardımlaşma ayıdır.
Bu ayda kalpler yumuşar, gönüller genişler, cömertlik hisleri canlanır. Varlıklı olanlar fakirlerin hâlini ve ihtiyaçlarını kendileri de aç kalınca daha iyi anlarlar.
Çevremizde, mahallemizde, sokağımızda, belki de komşumuzda fakir fukara insanlar vardır. Yoksul ve muhtaç kimseler yaşıyor. Bu fakirler içinde bir tas çorbayı, bir dilim ekmeği dahi bulamayanlar, alamayanlar bile bulunur.
Kendi yakınımızda ve mahallemizde olmasa bile, başka yerlerde, ulaşabilceğimiz bölgelerde çok fakir insanlar yaşıyordur. Hayatta hiç aç kalmamış, açlık sıkıntısını çekmemiş, açlık nedir bilmeyen, yediği önünde, yemediği arkasında olan birisi bu acı hâli nasıl anlar? Bunu anlamanın tek yolu Ramazan orucudur. Bir ay boyu oruç tutunca, bazı günler iyice acıkacak, acından kıvranacak, ekmek bulamayan o fakir insan gibi bir dilim ekmeği özleyecektir.
Hani denir ya, “tok acın hâlinden ne anlar?” diye. Oruç günlerinde, tok insanlar da acıkacak ve açların acısını anlayacaklardır. Böylece onların içinde yardım etme duygusu belirecektir. Açları doyurma, ihtiyaçlarını karşılama gibi bir güzelliği tanıma imkânına kavuşacaklardır.
İnsan kendi cinsine karşı şefkatli davranmakla gerçek anlamda bir şükür kapısını açmış olacaktır. Çünkü kim olursa olsun, kendinden daha fakir birisini bulabilir. Ona karşı şefkatle sorumlu olduğunu anlar.
Bu açıdan Ramazan, fakir fukaranın gözetildiği, yoksulların yardımına koşulduğu, yalnız ve kimsesiz insanların elinden tutulduğu mübârek bir mevsimdir.
Hayır yaparken, sadaka ve infakta bulunurken, bu işi yapanlar bundan çok büyük bir haz duyarlar ve ferah dolu bir zevk alırlar. Çünkü en savaplı yardım ve sadaka bu ayda verilen sadakalardır.
Enes bin Mâlik’in rivayet ettiği bir hadis-i şerîfte Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e: “Hangi oruç daha faziletlidir?” diye sorulduğunda Resulullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ramazan’a hürmeten Şaban ayında tutulan oruç” diye cevap vermişlerdir. “En faziletli sadaka ne zaman verilendir?” diye sorulduğunda da Resulullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ramazan ayı içinde verilen sadakadır.” buyurmuşlardır.
Bizim için en güzel örnek olan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), insanların en cömerdi idi. O, açları doyurur, kendisi aç kalırdı. Ramazan ayında cömertliği doruk noktasına ulaşır, elinde ne varsa yoksullara dağıtırdı.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: “Allah’ın Resulü üç gün peşpeşe karnını doyurmamıştır. İsteseydi doyururdu. Lakin yoksulları doyurup, kendisi aç kalmayı tercih ederdi.”
Hz. Aişe (R.A.), Peygamberimiz (S.A.V.)’in vefatından sonra ne zaman bir yemek yese ağlamaya başlardı. Bir defasında niçin ağladığı kendisine sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Hz. Muhammed (S.A.V.) sağlığında doyasıya bir günde iki defa yemek yiyemedi. Onu hatırladığım için ağlıyorum.”
Resulullah (S.A.V.)’i örnek alan ashâb-ı kirâm ve tâbi’în ile daha sonra gelen Hak dostları, günümüz insanlarına parmak ısırttıracak duyarlı, dirayetli ve dostca davranışlar sergilemişlerdir. Tarihin hafızasına nakşedilen bu ibret dolu insanlık tablolarından dördünü bugün burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunların biri, darlığın sıkıntısını paylaşma, ikincisi Müslümanın sıkıntısını gidermeye yönelme, üçüncüsü cömertliği cömertlikle ödüllendirme, dördüncüsü de ölüm anında bile başkasının ihtiyacını kendisininkine tercih etme ile ilgilidir.
Bu tabloların ilki Hz. Ömer (R.A.)’in hayatından, ikincisi Hz. Abdullah bin Abbas (R.A.)’ın hayatından, üçüncüsü Hz. Abdullah bin Cafer (R.A.)’in hayatından alınan birer önemli örnektir. Dördüncüsü de Hz. Hâris, Hz. Ayyâş ve Hz. İkrime’nin hayatlarının hitamında sergiledikleri isâr örneğidir.
Hz. Ömer (R.A.)’in halifeliği zamanında dokuz ay süren bir kıtlık olmuştu. Ömer: “İhtiyaç sahipleri bize gelsin” diye halka duyuru yapmış, kendisi de müslümanlar bolluğa kavuşuncaya kadar ekmekle beraber zeytin yağından başka katık yemeyeceğine yemin etmişti. Halkın sıkıntılarını yüreğinde hisseden ve onlardan farksız olarak yaşayan bu büyük insan, elbisesi yıkandığı ve başka elbisesi olmadığı için bir cumaya geç gitmiş ve bu yüzden cemaatten özür dilemiştir.
Abdullah bin Abbas bir Ramazan günü Peygamberimiz (S.A.V.)’in mescidinde itikâfa çekilmişti. Sürekli ibadet halindeydi. İtikâfta olduğu için çok mecbur kalmadıkça mescitten çıkmaması gerekiyordu.
Bir gün birisi geldi, selam verdi, yanına oturdu. İbn Abbas adama:
“Ey falan, seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sordu.
“Evet üzgünüm ey Allah Resulünün amcası oğlu! Falan adamın benim üzerimde hakkı vardır. Beni ücret karşılığında kölelikten kurtardı, özgürlüğe kavuşturdu. Ancak şu kabirde yatan Allah Resulünün hakkı için bunu ödemeye gücüm yoktur.”
İbn Abbas, “Peki, senin için onunla konuşmamı ister misin?”
Adam: “İsterseniz bir konuşun!”
İbn Abbas da nalınlarını giydi, mescitten çıktı.
O kişi sordu: “Ey İbn Abbas! Yoksa itikâfta olduğunu unuttun mu?” dedi.
İbn Abbas, “Hayır unutmadım. Ancak ben, aramızdan bir zaman önce ayrılan Resulullah (S.A.V.)’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
“Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışır ve onu giderirse, bu onun için on senelik itikâftan daha hayırlıdır. Yüce Allah, kendi rızası için bir gün itikâfa çekilen kişiyle Cehennem ateşi arasına üç hendek koyar. Her birisinin büyüklüğü doğu ile batı arasındaki mesafe kadardır.”
İbn Abbas bunları söylerken bir taraftan da ağlıyordu.
Hz. Ali’nin ağabeyi Hz. Cafer b. Ebu Talib’in oğlu Hz. Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü.
Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi.
Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:
“Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?”
Köle sıkılarak cevap verdi:
“İşte bu üç parça ekmek.”
“O halde neden kendine hiç ayırmadın?”
“Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim.”
“Peki sen ne yiyeceksin şimdi?”
“Oruç tutacağım.”
Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi:
“Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum.”
Cömertliğiyle meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve “Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin” dediklerinde, şu karşılığı verirdi:
“Ama o elindeki her şeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını...”
Bu, nasıl bir cömertlik anlayışıdır insanın aklı almıyor. Herhalde bir insan ancak bu kadar cömert olabilir. Hani şaka gibi derler ya. Ama bu şaka değil bir gerçekti.
Yermük Savaşı’nda İslam ordusu kendisinden yaklaşık yedi kat daha kalabalık olan Bizans ordusu karşısında tarihe şanla geçecek bir mücedele veriyordu. Müslümanlar, şehit olma arzusu ile düşman saflarına atılıyorlardı. Hz. Ayyâş da bunlardan birisi idi. Arkadaşları Hz. Hâris ve Hz. İkrime ile birlikte düşman saflarına dalmışlardı. Büyük bir şevkle savaşıyorlardı. Gözlerinde şehadet rütbesiyle ebedi aleme gitmekten başka bir şey görünmüyordu.
Hz. Ayyâş etraflarının kat be kat düşman askerleriyle çevrildiğini gördü. Arkadaşlarını ikaz ederek çemberi yarmalarını söyledi. Ne var ki bu mümkün olmadı. Her üçü de aldıkları ağır kılıç ve mızrak yaraları ile atlarından yuvarlanmışlardı. Düşmanlar onları öldü zannederek oradan uzaklaştılar.
Hz. Ayyâş ve arkadaşları son nefeslerini vermek üzereydiler. O esnada, harp meydanını dolaşarak, amcasının oğlu Hâris’i ve diğer arkadaşlarını arayan Hz. Huzeyfe, onları gördü. Koşarak Hz. Hâris’in yanına gitti. Kırbasını çıkararak “Su istiyor musun?” diye sordu. Hâris’in konuşacak hali yoktu. Ancak bakışlarıyla istekli olduğunu anlatıyor ve “Çabuk, yetiştir” demek istiyordu. Hâris, tam suyu içeceği esnada biraz ileride yatan İkrime’nin sesi duyuldu. İkrime: “Su! Su! Allah rızası için bir damla su!” diye inliyordu. Hâris bu yalvaran sesi duyar duymaz, içmekten vazgeçti ve gözleriyle Hz. Huzeyfe’ye işaret ederek suyu İkrime’ye götürmesini istedi. Hz. Huzeyfe alelacele İkrime’ye doğru gitti. İkrime’nin başını dizine dayadı, kırba ile su içirmeye çalıştı. İkrime tam suyu yudumlamaya başlayacakken bir ses daha duyuldu. Bu ses: “Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun su!” diyordu.
İkrime, sesin geldiği tarafa döndü ve Hz. Huzeyfe’ye bakışlarıyla suyu sesin sahibine götürmesini istedi. Bu sesin sahibi Hz. Ayyâş idi. Hz. Huzeyfe bu defa hızla Hz. Ayyâş’ın yanına vardı. Ne var ki artık Hz. Ayyâş su içecek halde değildi. Ruhunu teslim etmek üzere idi. Hz. Huzeyfe, Hz. Ayyâş’ın şöyle dediğini işitti:
- İlahi! İman davası uğrunda canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şehadet rütbesini esirgeme. Hatalarımı affeyle!
Hz. Ayyâş bu sözleri söyledikten sonra, kelime-i şehadeti söylemeye başladı. Bitirir bitirmez de ruhunu Rahman’a teslim etti. Hz. Huzeyfe, Hz. Ayyâş’ın şehid olduğunu görünce elindeki kırba ile geriye döndü ve bir koşuda İkrime’nin yanına vardı. Kırbayı uzattı. Ne var ki İkrime de şehit olmuştu. Oradan amcası oğlu Hâris’in yanına koştu. Onun da şehit olduğunu gördü. Üç arkadaş ölüm anında dahi arkadaşlarını kendilerine tercih etmede birbirleriyle yarışmışlardı. İşte onlar arasında böylesine baş döndürücü bir kardeşlik ve kardeşini kendisine tercih etme anlayışı (îsar duygusu) vardı.
Sosyal hayatımız içinde hepimizde bu duygunun yerleştiğini ve hayata yansıdığını bir düşünün. İnanın bu sayede pek çok problemimiz son bulurdu. Aracınızla bir alışveriş merkezine gidiyorsunuz. İleride bir araçlık park yeri var. Karşıdan da başka bir araç geliyor ve siz yerinizi o kimseye bırakıyorsunuz. Ne müthiş bir incelik değil mi?
Unutmayın ki başkaları için kendisini unutanlar asırlar geçse de hep hatırda kalırlar.
İnsanların en cömerdi olan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in Ramazan’da daha cömert davranışlar sergilediğine ve Cebrail ile mülaki olduktan sonra esen rüzgardan daha cömert olduğuna dair Abdullah bin Abbas (R.A.)’ın rivayetini 9 Ağustos 2010 tarihinde bu salonda düzenlediğimiz “Ramazan Kapımızda” konulu konferansımızda sizlerle paylaşmıştık. O’nun yolunda ve izinde olmaları gereken ümmetinin, benzeri cömert davranışlarda bulunmayıp cimriliğe tevessül etmeleri tasavvur edilemez. Ama cömertlikten sözedip cimrilikten geri durmayan insanların olduğu da bilinen bir gerçektir. Böyle biri ile İbrahim bin Ethem arasında geçen diyaloğu burada dikkatinize getirmekte fayda mülahaza ediyorum:
Adamın biri sohbetlerinde diliyle hep cömertlikten söz ediyor, ama eliyle hiç de cömertlik yapmıyordu. İşte bu cimri adam bir gün İbrahim Ethem’e rica etti: Herkese nasihat ediyorsun, bana da nasihat et. İbrahim tek cümlelik nasihatını şöyle yaptı: Sen açığı kapat, kapılıyı da aç!.. “Açık nedir ki onu kapatayım, kapalı nedir ki onu da açayım?” İbrahim de kısaca açıkladı: “Açık olan hep cömertlikten söz eden çenendir, onu kapat. Kapalı olan da Ramazan boyu yoksula hiç açmadığın kesendir. Onu aç!..” Adam tebessüm ederek söylendi: “Vallahi bir doğru ancak bu kadar veciz söylenebilir!... Bu söz gerçeğin ta kendisidir!..“
Ne dersiniz, bu sözün bize de şümulü olabilir mi? Biz de çoğu zaman hep cömertlikten, yardımdan söz ediyor, ama elimiz cüzdanımıza bir türlü varmıyor, bir yoksulun yüzünü güldüren yardımda bulunamıyor muyuz? Bizim de açığı kapayıp kapalıyı açmaya ihtiyacımız mı var yoksa? Bir düşünsek mi acaba?..
Müslüman; duygulu, düşünceli ve duyarlı insandır. Çünkü o: “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” diyen bir Peygamber’in ümmetidir. Dolayısıyla o: “Ben tok olduktan sonra başkası acından ölüyormuş, bana ne?” diyemez. Yakınında, yöresinde ve yurdunda yaşayan yoksul insanların ızdıraplarını görmemezlikten ve iniltilerini duymamazlıktan gelemez. Büyük-küçük her müslümanın ilgi, destek ve yardıma muhtaç birini gördüğünde içi sızlar ve ona bir şekilde birşeyler sunmanın gayreti içinde olur. Bu duygularla yetişen dört yaşındaki bir kız çocuğunun örnek alınması gereken davranışını dikkatinize getirmenin yararına inanıyorum. Şöyle ki: Evde televizyon arıza yapmış, tamirci gelip TV.nin arkasını açınca görmüş ki, bir sürü ekmek kırıntısı var. Tabii bunu kimin yaptığını hemen anlamışlar. Evin dört yaşındaki yaramaz kızı...
Baba hemen kızına öfkeyle çıkışmış, çocuğuna patlatmış bir tokat. Fakat annesi öyle yapmamış, çocuğuyla konuşmayı denemiş ve öğrendikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamış.
Çocuk ekranda Afrika’daki aç çocukları gördükçe mutfaktan ekmek alıp TV.nin açık olduğu tek yerinden, arkadaki ızgaralardan içeri atıyormuş!
Allah yolunda infakta bulunulan mal ahiret adına ebedileşmektedir. Peygamberimizin, Tekâsür Sûresi’ni okurken, bu mevzuya işaretle şöyle dediğini görmekteyiz: “Ademoğlu malım malım der. Halbuki ey Ademoğlu! Senin malından (sana kalan sadece) yeyip bitirdiğinden, giyinip eskittiğinden ve sadaka olarak verip bıraktığından başkası değildir.”
Demek ki şu fani âlemde sermaye olarak kullanılan malın, baki âleme ait bir sermaye hâline getirilmesi mümkündür ve bunun yolu da, ihtiyaç sahiplerine verilen mallardır.
Malını Allah yolunda infak eden insan, içtimai hayatta itibar ve saygınlık kazanırken diğer yanda, hem canı hem de malı itibarıyla bir korunmanın altına girmektedir.
Allah Rasûlü’nün ifadeleri içinde, her gün yeryüzüne iki melek inmekte ve onlardan biri, infak edenler için hayır duada bulunup infakta bulunanların mallarını artırmasını talep ederken, diğeri de cimrilik yapıp kısanların mallarını telef etmesini istemektedirler. Allah Rasûlü’nün Hafsa validemize söylediği şu sözleri de bu meyanda dikkat çekicidir:
“İnfak et, cömert davran ve daima etrafına dağıt. Sakın ola ki malı elinde tutup saklama ve elinde bulunan fazlalığı cimrilikle saklama, yoksa Allah da sana karşı kısar ve verme hususunda böyle davranır.”
Dinimiz, müslümanı bencilikten korumuş, egoistlikten muhafaza etmiştir. İslamla ilgisi olmayanlar, belki sadece kendi menfaatlerini düşünebilirler, kendilerini kurtardıktan sonra başkalarının sıkıntısını hesaba katmayabilirler. Hatta altta kalanın canı çıksın diyerek çevrelerine ilgisiz de kalabilirler. Ama Müslüman böyle diyemez ve çevresine böyle ilgisiz kalamaz. Çünkü iman ettiği İslam ona mükellefiyetler yükler ve buyurur ki:
Senin durumun iyidir. Dinen zengin sayılmaktasın. Öyle ise servetinin kırkta birini ayıracak, çevrende gördüğün ihtiyaç sahiplerine Allah’ın emri olarak vereceksin. Hem öylesine vereceksin ki, verdiğin için minnet etmek şöyle dursun, onlar aldığı için minnet duyacaksın, seni borçtan kurtardıkları için teşekkür etme ihtiyacı hissedeceksin.
Evet, İslam müslüman’ı böylesine çevresini düşünen sosyal insan hâline getirir. İslam’ın müslümana yüklediği bu yardım yükümlülüğü, bilhassa Ramazan ayında daha çok gündeme gelir. Zenginler bu ayda servetlerini hesap ederler, zenginlik sınırına ulaşmışlarsa kırkta birini ayırıp ihtiyaç sahibi insanlara verme mutluluğu yaşarlar.
Ayrıca aile bireylerinin fitresini de hesap ederler. Her aile ferdi adına bir fitre vermeyi yaratılış sadakası olarak vacip bilir. Ancak, bu yardımda dikkat edecekleri hususlar vardır. Çevresindeki ihtiyaç sahiplerinden kimileri yakın akraba, kimileri de uzak akraba, konu komşu olabilir. Bunları ayırmaya ihtiyaç vardır. Çünkü yakın akrabadan aşağıda arzedileceği gibi usûl ve fürû’a zekât, fitre verilmez. Verirse zekât, fitresini sanki bir cebinden çıkarıp öbür cebine koymuş gibi olur. Öyle bir yanılgıya düşmemek için kimlere zekat verilip, kimlere verilmeyeceğini bilmesi gerekir.
Nitekim zekât ve fitre sayacağımız şu yakınlara verilmez. Zira bunlar kendisinin çok yakınlarıdır. Onları zekâtla, fitreyle değil de servetin kendisiyle desteklemeli, kendisinden bir parça olarak kabul etmelidir. Zekât verilemeyen bu yakınları da şöyle sıralamak mümkün olabilir: Anneye, babaya, nineye, dedeye, oğullara, kızlara, bunların çocukları olan torunlara zekât ve fitre verilmez!... Bunlar yabancı değil, servetin sanki ortağıdırlar. Zekâtla, fitreyle değil, servetin kendisiyle korumaya alınmalıdırlar. Bunların dışında zekât ve fitre verilecek akrabalarla, konu komşuları da şöyle sıralamak mümkündür: Evlenerek başka aileye karışmış kız kardeşlere, ayrılmış oğlan kardeşlere, bunların çocuklarına, yani yeğenlere, amcalara, dayılara, bunların çocuklarına, hala ve teyzelere, kayınvalideye, kayınpedere, damada, geline ve akraba olmayan diğer ihtiyaç sahipleri konu komşuya, bakıma muhtaç öğrencilere, öğrencilerin masraflarını karşılayan vekillerine zekât ve fitre verilmelidir.
Zekât ve fitre almada bu saydığımız ihtiyaç sahibi tanıdıklar öncelik alırlar. Bir de servetin kazanıldığı yerin muhtaçları öne geçerler. Bu itibarla, bulunulan yerdeki yoksullar beklerken başka şehirlere göndermek (caiz olsa da) münasip görülmez. Öyle ise yakında bekleyenlerin ihtiyaçları bir ölçüde karşılanır. Sonra çok münasip görülen uzaklara da gönderilebilir. Yeter ki gönderilen bu kimseler tam ihtiyaç sahibi olsunlar. Bayramdan önce ellerine geçerek bayramın mutluluğunu hep birlikte yaşama imkânı bulsunlar.
Daha doğrusu, bayram sevincinde hep beraber olalım. İçimizde üzgünler, dargınlar, kırgınlar kalmasın. Yardımların hikmeti de budur zaten. Hep birlikte bayram yaparak beraber sevinmek... Bir taraf ihtiyaçlarını karşılamış, mutluluk içinde bayram yapıyor, diğer taraf ise ihtiyaçlarını elde edememiş sıkıntı içinde kıvranıyor, sonra bir arada bayram yapıyoruz. Bu, müslümanı sosyal insan yapan islamın mesajına uygun düşmeyen bir sonuç olur. Ağlayanlarla gülenler yan yana bayram yapamazlar. Beraber ağlayacak, beraber güleceğiz. Zira evrensel İslamın mesajı böyle yapmayı gerektirir.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), iman sahibi zenginlere şöyle seslenmektedir:
“Kesenin ağzını bağlama, senin rızkın da bağlanır. İnfak et, sayma, sana da sayı ile verilir. Malını kilere kapatma, senin rızkın da kapanır.”
Fakirlerin kin ve nefretinden endişe etmeyen zenginlerle, zenginlerin cimrilik ve duyarsızlığından müşteki olmayan fakirlerden meydana gelen mutlu bir toplum oluşturmamız temennisiyle sözlerimi noktalarken, dostluk ve kardeşlik bağlarının pekiştiği bir ortamda birlik ve beraberlik içinde huzurlu bir hayat yaşamamızı diliyor, cümlemize Cennet ve Cemalullah’ı niyaz ediyorum.