RAMAZAN’DA KUR’ÂN VE MUKABELE
Müslümanların sürekli okumaları, anlamaları ve gereğince yaşamaları için Hz. Peygamber (S.A.V.)’e vahyedilen son semavî kitap Kur’ân-ı Kerîm’in Ramazan ayında, Kadir Gecesi’nde indirilmeye başladığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in gelmeye başladığı geceyi "mübarek bir gece" olarak nitelemektedir. Kur'ân-ı Kerim’in böyle bir gecede inmeye başlaması, hem o gecenin ve onu ihtivâ eden Ramazan ayının, hem de Kur'ân-ı Kerîm’in önem ve değerini açıkça ortaya koymaktadır. Kur'ân-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın, kullarına en büyük lûtfu ve eşsiz nimetidir.
Kur'ân-ı Kerîm’in Ramazan ayında gelmiş olması ve her Ramazan gecesi Cebrail Aleyhisselam Hz. Peygamber (S.A.V.)’e gelerek Kur'ân-ı Kerîm’i müzakere etmeleri, karşılıklı birbirlerine okumaları güzel bir geleneğin de kaynağı olmuştur; bu geleneğe "mukâbele" denilmektedir. Şimdilerde uygulaması azalan bu gelenek yerleşim bölgelerinin büyük câmilerinde icrâ edilirdi. Daha çok sabah ve ikindi namazından önce ve sonra belli sayıda hâfız, en kuvvetli bir hâfız başkanın yönetiminde halkalanır, sırayla belli miktarda ezbere Kur'ân okurlar, cemâat de ya Kur'ân'a bakarak veya bakmadan bu okumayı takip eder, dinlerdi. Hali vakti müsait olan bazı aileler de evlerinde mukâbele okuturlar, konu komşu toplanarak bunu dinlerdi. Yavuz Sultan Selim zamanında hilâfetle beraber mukaddes emanetler de Osmanlı'ya intikâl edince içlerinde Yavuz'un da bulunduğu kırk kadar hâfız, Hırka-i Saâdet Dairesi'nde Kur'ân hatmine başlamışlar ve bu hatim -ki bu da bir nevi mukâbeledir- devletin hayatı boyunca devam etmiştir.
Oruç aynı zamanda bir irâde terbiyesi, Kur'ân da ilâhî emrin alındığı yer, bulunduğu kaynaktır; emri alıp güçlü bir irâde ile uygulamanın ödülü ise iki cihanda saâdettir.
Elbette Kur'ân müminin başucu kitabıdır, o bir düzgün hayat, makbûl kulluk kılavuzudur, bu sebeple her zaman okunmalıdır, fakat Ramazan'la olan sıkı ilişkisi sebebiyle bu ayda daha ziyade okunmalı, dinlenmeli; üzerinde, Ramazan rûhaniyetinin bahşettiği ilhamlı bir zihin ve gönül ile düşünülmelidir.
Bu gerçeğin bilincinde olan YOYAV, Ramazan ayı dolayısıyla düzenlemeyi kararlaştırdığı konferansların ikincisinin konusunu “Ramazan’da Kur’ân ve Mukabele” olarak belirledi. 14 Ağustos 2010 Cumartesi (Ramazan’ın 4.) günü Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ile başlatılan toplantıda konuşan Genel Başkan Dr. İbrahim Ateş şunları söyledi:
“Elinde, dilinde, kafasında, kalbinde ve hayatında Kur’ân olduğuna inandığım kıymetli kardeşlerim, düşünce, duygu ve davranışlarını Kur’ân’ın direktifleri doğrultusunda dizayn etmelerini dilediğim değerli dostlarımız, yılın en değerli dönemine kavuşarak maneviyat mevsiminin estirdiği huzur havasını teneffüs etmemizin sevinç ve saadetini yaşayan muhterem misafirlerimiz, basınımızın güzîde temsilcileri!
Ramazan-ı şerifin rahmet diliminin dördüncü gününde düzenlediğimiz ”Ramazan’da Kur’ân ve Mukabele” konulu toplantımıza teşrif ederek birlikteliğimizin bereketlenmesine vesîle olan güzîde heyetinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, Kur’ânı kılavuz edinip, hayatına hakim kılan Hak dostlarından olmamızı diliyorum.
Bizleri bir kere daha Kur’ân ayı Ramazan’ın manevî iklimine girdiren ve rahmet diliminin dördüncü gününe erdiren yüce Rabbimize sonsuz hamd-ü senalar ediyor, bu mübarek ayın feyiz ve faziletinden faydalanıp, arı-duru hâle gelen ve rahmet-i Rahman’a erdirecek duyarlı davranışlarda bulunan basîretli müminlerden olmamızı temenni ediyorum.
“Ümmetim Ramazanda ne olduğunu bilmiş olsalardı bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederlerdi.” buyurarak, Ramazan’ın içeriğine işaret eden ve değerine dikkat çeken sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’e sayısız salât ve selamlarımızı arz ediyor, yüce Mevla’dan bizlere O’nun uyarılarına uymada tevfîkini refik etmesini niyaz ediyorum.
Her yıl Ramazan-ı şerifi içten bir sevgi ve saygı ile karşılayan Müslümanlar, genelde ona: “hoşgeldin on bir ayın sultanı” derler. Ramazan’ın ilk günlerinde sıkça söyledikleri bu cümleyi sohbetlerinde ifade ettikleri gibi mahyalarda, makalelerde ve ilahilerde de ön plana çıkarırlar. Bu yaklaşımları onların Ramazan’a verdikleri değerle, duydukları saygının tezâhürüdür. Tabii bu aya “on bir ayın sultanı” sıfatını kazandıran sebep, Kur’ân-ı Kerîm’in bu ayda indirilmeye başlamış olmasıdır.
Ramazan’ı coşkuyla karşıladığımız bu güzel günlerde biz de her müslüman gibi “hoşgeldin on bir ayın sultanı” diyoruz. Ama bu cümleyi söylenin yeterli olmayacağına, O’na layık davranışlarda bulunmanın ve O’nu memnun etmeye çalışmanın gereğine inanıyoruz. Evet, O büyük misafir hoşgelir ama Allah korusun geldiği hâne halkını hoş bulmazsa ya da boş veya nâhoş bulursa, onlar için hiç de iyi olmaz. Bu bakımdan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in bir hadis-i şerifinde geçen “... Ramazan’ı idrâk edip de bağışlanmayan uzak olsun.” cümlesiyle dilegetirilen dilek düşündürücüdür.
Böyle değil de gereken ilgi gösterilip, sultana lâyık bir ağırlama yapılır ve hâne sahibi tarafından memnun edilirse, bu kutlu konuk o ev sahibini bir biçimde memnun edecektir. Onun gönlünü görecek, ona getirdiği sonsuz bereketlerden hak ettiği kadar bırakacaktır. O bereketle, çöle dönmüş yürekler, göle dönecek, o bereketle açlıktan can çekişen ruhlar, kendine gelecek, o bereketle, iman ele, ayağa, göze, kulağa ve dile gelecektir.
Kur’ân-ı Kerîm Mekke'de, Hıra dağında bir Ramazan gecesi inmeye başlamıştı. Biz mü'minler vahyin doğum ayı olduğu için Ramazanı "ayların sultanı" bilmişizdir. Çünkü o, "sözlerin sultanı" olan vahyin insanoğlunun kararan ufkunu aydınlattığı aydır. Buradan şu sonuç çıkar: Ramazan sözlerin sultanını getirmeseydi, ayların sultanı olamazdı.
O halde Ramazan aslında Kur'ân ayıdır ve bu ay tüm kutsallığını Kur’ân’dan almıştır. Bunun insana verdiği mesaj şu olsa gerektir:
Kur’ân indiği ayı böylesine mübarek kılıyorsa, indiği geceyi bin aydan/bir ömürden (bin ay= 83 yıl) daha hayırlı kılıyorsa, ey insanoğlu ya Kur'ân vahyi senin yüreğine, hayatına, evine, şehrine ve ülkene inerse senin değerini kaça katlar, bunu hiç düşündün mü?
Ramazan, Kur'ân'la bütünleşme ayı olmalı. Kur'ân sadece elimizde ve dilimizde değil, yüreğimizde, aklımızda, hepsinden öte hayatımızda olmalıdır.
Kur'ân'ın hayatımızda olması için zaten yüce olan Kur'ân'ı yüceltmeye kalkışmak gibi bir şaşkınlığı bırakmalıyız. Kur'ân'ın bizi yüceltmesi için yapmamız gerekeni yapmalıyız. Hiç olmazsa bu Ramazan'da "Ey Rabbim! Ben, bana gönderdiğin mesajı şimdiye dek açıp okuyup anlamadığım için senden af diliyorum!" diyerek, Kur'ân vahyine imha olmuş iç dünyamızı inşa ettirmeliyiz.
Bunu sadece kendimiz için değil, vahyin ışığına muhtaç diğer insanlar ve bu topraklarda mahzun ve mükedder olan imanın geleceği için de yapmalıyız.
Değerli dostlar!
Ramazan ayına Kur'ân ayı diyoruz, çünkü az önce ifade edildiği üzere Kur'ân-ı Kerîm bu ayda nazil olmaya başlamıştır. Bakara Suresi’nin bu hususla ilgili 185. ayetinin meali şöyledir: "O Ramazan ayı ki; insanlığa rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran Kur’ân'ın indirildiği aydır..."
Kadir Suresi’nin ilk ayetinde de bu husus şöyle beyan buyurulmuştur: "Şüphesiz Biz O'nu (Kur'ân-ı) Kadir Gecesi'nde indirdik."
Kadir Gecesi'nin Ramazan'da olduğu da bilinen bir gerçektir. Kur'ân-ı Kerîm en çok Ramazan ayında okunmaktadır. Bundan dolayı da Kur'ân ayı denilmektedir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, her Ramazan ayında Kur'ân-ı Kerim'in, o seneye kadar nâzil olmuş kadarını okur, Cebrail (A.S.) da dinlerdi. Buna mu'ârada denilmektedir. Vefat ettiği sene Kur'ân-ı Kerîm'in nüzûlü tamamlanmış ve mu'ârada iki defa tekrar edilmiştir. Bu da Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu sene vefat edeceğinin işareti idi.
Hz. Fatıma (R.A.)’nın bu hususla ilgili rivayeti şöyledir: Peygamber (S.A.V.) gizlice bana şunu bildirdiler: "Cebrail (A.S) her sene Kur'ân-ı benimle mu'ârada ederdi (Peygamber (S.A.V.) okur Cebrail dinlerdi.) bu sene iki defa mu'ârada ettiler, ecelimin yaklaştığını görüyorum."
Abdullah bin Abbas (R.A.) rivayet ediyor: "Peygamber (S.A.V.) hayır hususunda insanların en cömerdi idi. En çok da Ramazan ayında cömert idi. Ramazan bitinceye kadar Cebrail her gece onunla mülâki olurdu. Peygamber (S.A.V.) O’na Kur'ân'ı arz ederdi. (Peygamber (S.A.V.) okur Cebrail de dinlerdi.) Cebrail ile mülâki olunca esen rüzgârdan daha cömert olurdu."
Bütün İslam âleminde ve bilhassa Türkiye'de Ramazan ayında camilerimizde evlerde her gün mukabele okunur. Mukabele demek; bir hâfızın veya Kur’ân’ı düzgün okuyan bir kişinin okuması, cemaatin de Kur'ân-ı Kerîm'den onu takip ederek dinlemesidir. Kur'ân-ı Kerîm'den onu takip etmenin şu faydaları vardır: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sünneti ihya edilmiş, okunan Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyenler de sevap kazanmış olurlar.
Ebû Hüreyre rivâyet ediyor. Resûlullah (S.A.V.) buyurdular ki: "Bir grup, Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsa ve birbirlerinden ders almak üzere Allah'ın kitabını okusa, mutlaka üzerlerine sekînet (huzur) iner ve Allah'ın rahmeti onları kuşatır. Melekler de kanatlarıyla onları sarar. Allah, yanında bulunanlarla (Melekleri ile) onları anar."
Peygamberimizin en büyük ve en önemli görevi ve hayatı boyu bir an için olsun vazgeçmediği işi Kur'ân okumaktı. Peygamberimiz, bu özelliğini şu şekilde ifade ediyordu:
"Ben Kur'ân'ı okumakla emrolundum."
Peygamberimiz Kur'ân'ı sadece okumakla emrolunmamış, okutmak ve insanlara öğretmekle de görevliydi. Bu görevini Rabbimiz şu şekilde bildiriyordu:
"Kur'ân'ı Biz sûre sûre, âyet âyet ayırdık ki, insanlara peyderpey okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın."
Rabbinden aldığı bu talimatlar üzerine Peygamberimiz Kur'ân'ı okuyor, Sahabiler de büyük bir haz alarak dinliyorlardı. Bu manzara çok ulviydi ve çok muhteşemdi.
Peygamberimizin amcası oğlu ve aynı zamanda özel bir talebesi olan Abdullah bin Abbas bu anı şöyle anlatıyor:
"Bir gece teyzem Meymûne'nin evinde kaldım. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem hanımı ile bir süre sohbet etti, sonra istirahata çekildi. Gecenin son üçte biri olunca uyandı, oturdu, gökyüzüne baktı (şu âyetten başlayarak) 'Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok delil vardır' Al-i İmrân Sûresi'nin sonuna kadar okudu.
Sonra kalktı, abdest aldı, misvak kullandı ve on bir rekât namaz kıldı. Sonra Bilal ezan okudu, akabinde Resulullah (S.A.V.) evden çıktı ve sabah namazını kıldı."
Peygamberimiz (S.A.V.) hiç ara vermeden, belli bir düzen içinde, belli bir miktarda her gün Kur'ân okurdu. Hangi halde olursa olsun, hangi şartlarda bulunursa bulunsun, Kur'ân okumak O’nun hiçbir zaman ihmal etmediği bir âdetiydi.
Hadiste geçtiği şekliyle bu bir "hizb"di. Bu hizb, bizim bildiğimiz şekliyle beş sayfa mıydı, yoksa daha mı fazlaydı, onu bilemiyoruz.
Efendimiz (S.A.V.)’in bu sünnetini de Evs bin Huzeyfe es-Sekafî anlatıyor:
Resulullah (S.A.V.) her gece yatsı namazından sonra gelir, bizimle sohbet ederdi. Bir akşam geç kaldı ve her zamanki vakitte gelemedi. Daha sonra teşrif etti. "Yâ Resulallah, bugün geç kaldınız" dedim. Buyurdular ki: "Bugün Kur'ân-ı Kerîm'den her zaman okumakta olduğum hizbimi okumamıştım. Hatırıma geldi, okumadan çıkmak istemedim." Sabah olunca Resulullah (S.A.V.) Sahabilere, "Siz Kur'ân'ı kaç hizbe ayırıyorsunuz?" diye bir soru yöneltti: "Üç, beş, yedi, dokuz, on, on bir, on üç ve kısa sûrelerin hizbi" dediler.
Peygamberimizin (S.A.V.) her gün Kur'ân'dan sayfalarca okuduğu olurdu. Yatsı ve sabah namazları gibi namazların her rekâtında uzun sûrelerden birisini okurdu. Sahabiler de en küçük bir bıkkınlık göstermeden takip ederdi. Ama bazen öyle anlar olurdu ki, bir âyetten fazla okuyamazdı.
Hazret-i Ebû Zer anlatıyor: Resulullah (S.A.V.) bir gece sabaha kadar namazda bir âyeti tekrarladı. Ayet şuydu: "Eğer Sen onları azaba çarptırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen Aziz ve Hakimsin." Efendimizin (S.A.V.) bu âyeti tekrar etmesi Allah korkusundan ne kadar yüksek bir derecede olduğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda günahkâr ümmeti için de fiili bir şefaat talebiydi.
Ramazan'ın şanındandır. Her mahallede mukabele okumaları başladı. Cıvıl cıvıl bir Kur'ân iklimi sardı her yanı.
Halkımız, Kur'ân'ı yeni öğrenmeye "yüzünden okumak" veya "yüzüne okumak" adını verir. Hoş ve isabetli bir ad. Yüzünden veya yüzüne okumak tavsifi, öncelikle "ezberden okumayı" ayırmak için kullanılır. Öyle ya, ezberden okuyan, yüzüne okuyandan daha makbuldür. Tabiî ki yüzüne okumak da, hiç okumamakla kıyaslandığında bir gelişmedir. Aslında hiç okumamanın da gerisinde bulunanlar var. Onlar "Kur'ân'ın canına okuyanlar". En rezil olanları da "Kur'ân'a meydan okuyanlar". Allah onların şerrinden emin eylesin.
Kullananların çoğu farkına varmasa da, aslında "yüzüne okumak" tabiri, anlamadan okumanın en basit şeklini ifade eder. Peki, anlamadan ve satırdan okuyanınki "yüzüne okumak" ise, ezbere okuyanınki nedir? Onunki yüzeysel okumadır, derinliğine okuma değil. Zira Kur'ân vahyinin ilk emri olan "oku", doğrudan anlamayı içerir. Size biri "Oku, ama anlamasan da olur" dese, yüzüne " Sen iyi misin?!" dercesine şaşkın şaşkın bakmaz mısınız?
Peki, böyle bir şeyi Allah der mi? Kur'ân'ı "apaçık bir Arapça" ile indirdiğini söyleyen Allah! Ki Arapça ile indirilmesi, anlaşılması için insanların konuştuğu bir dille indirilmesi vurgusunu taşır. Kur'an'ı iki de bir "mübîn" sıfatıyla (hem açık ve anlaşılır, hem de açıklayıcı) tavsif eden Allah... "Kur'ân üzerinde hiç derin derin düşünmüyorlar mı?" buyuran Allah... Kur'ân'ı "Tefekkür eden bir topluma" ithaf eden Allah... Sık sık "Ne kadar da azınız düşünüyor" diye tabir caizse sitem eden Allah... Yûnus Suresi’nin 100. ayetinde "Aklını kullanmayanı pisliğe mahkûm edeceğini" buyuran Allah...
Yüzüne okuma tabiri bana hep Türkçemizdeki "yüzüne gülme" tabirini hatırlatır. Sizin için iyi şeyler düşünmeyen biri, en azından sizinle samimiyeti bulunmayan biri size tebessüm ediyorsa, bunu "yüzüme gülüyor" diye ifade edersiniz. "Yüzden" olanlar, yürekten olmayanlardır. "Sathî yerine uydurulan "yüzeysel" kelimesi de bu vurguyu taşır: Derinden olmayan, sanki kazımaya kalksanız yerinde yeller esecekmiş gibi duran.
Kur'ân'ı yüzünden okumak da, Kur'ân'ın yüzüne gülmek gibi bir şey. Kur'ân'la samimiyetini ilerletmek isteyen müminler, "mukabele" okuma işini, yüzüne okumayla sınırlı tutamazlar. Düşünün ki, hanımefendiler her Ramazan mukabele okuyorlar. Kimileri bu işi 10 yıldan beri, kimileri 20,30 hatta 40 yıldan beri yapıyor. Bunca senedir Kur'ân'ı "yüzüne okuyan" bu hanımlar bir türlü derinden okumaya teşebbüs etmiyorlarsa, Kur'ân onlara darılmaz mı yani, hep yüzüne güldükleri Kur'ân'ın bir de içine, yüreğine gülmüyorlarsa... Hep yüzünden tanıştıkları Kur'ân ile samimiyeti bir türlü ilerletemiyorlarsa... Yürekten tanışmayı denemiyorlarsa...
Kur'ân'ı anlama çabası, onu "içinden okuma", dahası, "yüreğinden okuma" çabasıdır. Allah kelimelerin kalbine manaları indirmiştir. Kelimelerin kalbine indirilen manalar mümin insanın da kalbine inmelidir. Bunun için, Kur'ân'ı yüzünden okumak yetmez. Ta ciğerinden okumak şarttır. Kur'ân'ın yüzüne gülene, Kur'ân da yüzüne güler. Kur'ân'ın yüreğine gülene, Kur'ân da yüreğinden güler.
Ağzını açan anlaşılmayı ister. Gülün açması, bülbülün ötmesi, kuzuların melemesi bile bir mesaj taşır. Yani "anlamanın" konusudur bütün bunlar. Kâinattaki her sesin bir manası vardır. Peki, İlahî sesin manası olmasın mı? Allah abesle iştigal etmekten münezzehtir. Kaldı ki vahiy bir "tilâvet kitabı" değil, bir "hayat kitabı"dır. Bu yüzden hayata inmiştir. Onu değiştirmek için, kendi ifadesiyle muhataplarını "karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için" inmiştir.
Kur'ân'ın aydınlığı, onu anlayan bir akla ve kalbe düşer. Düşünsenize bir, "Ben anlamıyorum, ama yaşıyorum" demek nasıl bir garabettir? Sahabe-i kiram, on ayet alırlar, onu iyice anlar, özümser ve yaşarlar, sonra bir on ayet daha alırlarmış. Biz birbirimize sahabenin Kur'ân karşısındaki bu ciddi duruşunu anlatacağımıza, falancanın bir gecede Kur'ân'ı kaç kez hatmettiği türünden asılsız fasılsız menkıbeleri anlatıyoruz. Dolayısıyla, Kur'ân tasavvurumuz da "anlamaya ve yaşamaya" odaklı bir tasavvur olmaktan daha çok "otomatik tekrara" dayalı bir tasavvur olup çıkıyor.
Sonuç mu? Sonuç ortada: Kur'ân, dünyanın en çok okunan, fakat en az anlaşılan ve yaşanan kitabı olup çıkıyor.
Çare nedir derseniz onu da arzedeyim. Kanaatimizce çare, Ramazan mukabelelerini, Kur'ân'ı hayata taşımak için bir vesîle bilmemizdir. Binlerce, on binlerce evden yükselen Kur'ân tilavetinin, önce anlamayı hedefleyen bir Kur'ân kırâetine dönüşmesi sonra da hayata yansımasıdır. Binlerce, on binlerce evden yalnızca Kur'ân sedaları değil, bununla birlikte Kur'ânî bir hayat yükselmelidir. İşte asıl o zaman Ramazan gelir. Gelir ve hiç gitmez. Gelir ve Kur'ân'ın diriltici soluğunu alır getirir. Getirir de bedenini ölü kalbini taşıyan bir tabut gibi gezdiren canlı cenazeleri diriltir.
Bir kısmınızın bildiği üzere biz otuz yıldır “Kur’ân Denizinden Damlalar” dersini veriyoruz. Katılanlarla birlikte duygulu saatler yaşıyor ve yaşatıyoruz. Ama derse katılanların sayısı bir türlü otuzu aşmıyor. Gönlümüzden geçen bu sayının üç yüzleri aşıp üç binlere ulaşmasıdır. Yüce Rabbimizden bizlere o günleri göstermesini niyaz ediyorum.
Malumunuz olduğu üzere 2010 yılını Diyanet İşleri Başkanlığı “Kur’ân Yılı” ilan etti. Gelin bu yıl bir çığır açalım. Bu çığır “Kur’ân’ı mealiyle birlikte okuma, içeriğini anlama ve anladığımızı uygulamaya çalışma” çığırı olsun. Gittiğimiz-gezdiğimiz her yerde görüştüğümüz herkese bu çağrıyı yapalım. Bu çağrı YOYAV’ın 2010 yılı çağrısı olsun. Kalbimiz iman, beynimiz bilgi, içimiz ilgi, ruhumuz sevgi ve hanemiz huzurla dolsun. Mevlâ-yı Müte’âl cümlemizi, huzurundaki melekleriyle birlikte hayırla ansın.