Sorumluluk Şuurumuz
Müslümanın müstesnâ meziyetlerinden biri de mes’uliyet hissidir. Her Müslüman kendisinin nefsinden, nefesinden, sesinden, sözünden, gözünden, kulağından ve diğer uzuvlarından sorumlu olduğunu düşündüğü gibi, nâil olduğu nimetlerden, yaptığı iş ve uğraşlardan, yönetiminden, yönteminden, yönettiklerinden sorumlu olduğunu da düşünür. Hâsılı her hâl ve hareketinden, her iş ve uğraşından mes’ul olacağını göz önünde bulundurarak düşünce, duygu ve davranışlarını ona göre dizayn etmenin gayreti içinde olur. Ancak bazen unutarak, bazen yanılarak, bazen de nefsine uyarak sorumluluk duygusu ile bağdaşmayacak yanlış davranışlarda bulunabilir. Bu gibi hallerde hatâlı hareketlerden dönüş yaparak davranışlarını düzeltme cihetine gitmesi gerekir.
Mensuplarının mes’uliyetlerini müdrik insanlardan olmalarına katkıda bulunmak gayesi ile bu konuyu programına alan YOYAV, yıllardır yürüte geldiği kültürel etkinliklerinden “Sorun Söyleyelim” sohbet toplantılarının 2015 yılı Kasım ayı serisi olarak 7 Kasım 2015 Cumartesi günü “Sorumluluk Şuurumuz” konulu bir sohbet toplantısı tertipledi.
Dr. İbrahim Ateş, öğrencilerinin ikram ettikleri kahvaltıdan sonra konferans salonunda yerlerini alan konuklara hitaben yaptığı mesaj yüklü konuşmasında şu cümlelere yer verdi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim!
Kendimiz, ailemiz, yakınlarımız, komşularımız, çevremiz, toplumumuz ve ülkemizle ilgili yetkimiz ve etkimiz dâhilinde olan şeylerle, sahip olduğumuz imkânlar ve nâil olduğumuz nimetlere karşı mes’uliyetimizi müdrik olup olmadığımızı test etmemize ve sorumluluk şuurumuzu gözden geçirip davranışlarımıza çeki düzen vermemize katkıda bulunmak gayesi ile tertiplediğimiz sohbet toplantısına teşrif ederek konu ile ilgili düşüncelerimizi dile getirip sizlerle paylaşmamıza vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, her iş ve uğraşında hakkaniyeti gözetip Hakk’ın rızasına eren duyarlı ve dirayetli Müslümanlardan olmamızı diliyorum.
Hakk’a ve halka karşı sorumluluklarımızın bilincinde olup, her hak sahibine hakkını vermenin gayreti içinde olmamız temennisi ile sözlerime başlarken eşler, kardeşler, ebeveyn-evlat, akraba ve arkadaşlarla, yöneten-yönetilen, işçi-işveren, âmir-memur, üreten-tüketen, öğreten-öğrenen arasındaki ilişkilerde karşılıklı sorumluluk duygusunun yaygın ve saygın hâle gelip insanî ilişkilerin iyileşmesinde, kardeşlik bağlarının pekişmesinde ve dostluk duygularının derinleşmesinde etken olmasını niyaz ediyorum.
İnsan dünyada başı boş, sorumsuz ve yaptığı yanına kalacak değildir. Herkes söylediği söz, yaptığı iş, sergilediği davranış, açtığı çığır, gerçekleştirdiği girişim, başlattığı birlik, kurduğu kuruluş, meydana getirdiği mahsul, ürettiği ürün, sebep olduğu olay, hâsılı ilgisi, bilgisi, isteği, desteği, katkısı, tasvibi, takdiri ve tekdiri olan her iş ve uğraştan sorumludur. Her nimetin bir külfeti ve her yetkinin bir sorumluluğu vardır. Kişinin nâil olduğu nimet ve sahip olduğu imkân arttıkça, yerine getirmekle yükümlü olduğu külfeti de artar. Nimete tâlip (istekli), külfetten hârip (kaçar) olmak doğru değildir.
Kişi kendini dünyada bazı sorumluluklardan soyutlayabilir. Ama ahirette öyle değil. Orada her şeyin hesabı sorulur. Hiçbir şeyden kaçamak yapmak mümkün değildir. “Kaçma, karışma, çalışma.” diyenler de sorumluluktan sıyrılamazlar. Kişinin yaptığını, “yapmadım” diyerek inkârcı tavır takınması da kendisini sorumluluktan kurtaramaz.
İnsan sorumlu bir yaratıktır. Hz. Ömer (R.A.) gözyaşları içinde, “Yâ Rabbî, keşke beni bir saman çöpü olarak yaratmış olsaydın” diye ağlarmış.
Bu dünyaya gelişin hikmeti Allah’ı bilmek ve O’na itaat etmektir.
Allah’a itaat etmek için Peygamber (s.a.v.)’i bilmek, O’na bi’at ve itaat etmek gerekir.
İnsan ezelde, Elest bezminde, ruhlar bedenlere konulmadan önce Allah ile ahd ü mîsak yapmıştır. Bu ahd ü mîsakı dünya hayatında hatırlayan mümindir.
İnsan melek değildir, günah işleyebilir, hatâ edebilir. Lâkin açıkta, açıkça, küstahça, cehren işlememelidir.
En ağır sorumluluk Müslüman âlimlerin ve idarecilerin omuzlarındadır. Âlimler halkı uyarmak, aydınlatmak, bilgilendirmek, müjdelemek, korkutmak, teselli etmekle yükümlüdürler.
Müslüman idareciler gerçek ve sâlih âlimlerle işbirliği yaparak ümmeti, Allah’ın istediği şekilde yönetmekle mükelleftirler.
Bu hususta âlimlerle âmirlerin devamlı ders ve ibret almalarını dilediğim bir örneği burada sizlerle paylaşmak isterim. Emevî halîfelerinden olup, dedesi Hz. Ömer (R.A.) gibi adâleti ile ünlü ve sorumluluk duygusu yüce olan Ömer b. Abdulaziz, idarenin başına geçer geçmez büyük âlim Hasan-ı Basrî hazretlerinden âdil imâmın (idarecinin) vasıflarını bir mektupla yazıp kendisine göndermesini talep eder. Bunun üzerine hazret bir mektup kaleme alır.
Bu mektup bütün siyasal bilimcilere ders olarak okutulsa yeridir:
“Ey müminlerin emîri! Bil ki Allah, âdil imamı; haktan her sapanı düzeltici, her zâlimi doğrultucu, her bozuğu ıslâh edici, her zayıfa güç, her mazluma hakkını veren ve her şaşkına sığınak kılmıştır.
Âdil imam; develerine karşı şefkatli bir çoban ve onlara en iyi otlağı arayan bir dost gibidir. Onları tehlikeli otlaklardan uzaklaştırır, yırtıcı hayvanlardan korur, sıcak ve soğuğun eziyetinden muhafaza eder.
Âdil imam; yetimlerin vasîsidir, miskinlerin koruyucusudur. Küçükleri terbiye eder, büyüklerinin geçimini sağlar.
Âdil imam; organlar içinde kalp gibidir. Onun sağlıklı olmasıyla diğer organlar sıhhat bulur, bozulmasıyla da bozulur.
Âdil imam; kullarla Allah arasında köprüdür. Allah kelâmını işitir ve onlara dinletir, Allah’ın emirlerini gözetler ve onlara gösterir, Allah’a boyun eğer onlara da boyun eğdirir. Allah’ın sana emanet ettiği mülkte; efendisi kendisine güvenip muhafaza etsin diye emanet ettiği malını heba eden, ev halkını dağıtıp perişan eden, onları fakirleştiren köle gibi olma!
Bil ki, Allah, yasakları; insanları ahlâksızlıklardan, kötülüklerden sakındırmak için indirmiştir. Onları, uygulamakla görevli olan çiğnerse durum nasıl olur?
Şu anda bulunduğun meskeninden başka bir meskenin var, orada ikametin çok uzun sürecektir. Sevdiklerin senden ayrılacaklar ve seni onun dibinde yapayalnız bırakacaklar. O halde, kişinin; kardeşinden, ana-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı o gün için sana yarayacak azık edin.
Düşün, kabirdekilerin, diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde ve gönüllerde olanların ortaya konduğu günü ki o gün tüm sırlar açığa çıkarılmış ve kitap “küçük-büyük” hiçbir şeyi bırakmadan kapsamıştır.
Bugünkü kudretine değil yarınki kudretine bak! O gün sen ölüm kemendiyle esir edilmiş olarak, yüzlerin “Hayy ve Kayyûm” olan Allah’a boyun eğdiği bir sırada, melekler, nebîler ve resullerden müteşekkil bir topluluğun arasında bulundurulacaksın.”
Kıymetli konuklar!
İnsan bugünkü başarısına bakarak şımarmamalı, yarınki geleceğini düşünerek hep mütevazı ve temkinli olmalı, sınavlar ve sorumluluklarla dolu bu hayatın geleceğini de hep hatırında tutmalıdır.
Ne var ki,insan çiğ süt emmiş derler. Bazen kazandığı başarılarından başı döner, ne oldum der, fakat ne olacağım, demez. Bir de bakarsınız ki ölçüsüz tartısız sözler söyleyip şımarıkça laflar etmeye başlamış. Tıpkı misalimizdeki muhtar adayı gibi.
Bir seçim akşamı sandık sonuçlarını öğrenen biri muhtar adayının kulağına fısıldamış:
- Gözün aydın muhtar emmi demiş, muhtarlık seçimini sen kazandın!
Haberi duyar duymaz heyecanlanan muhtar emmi ayağa kalkarak şöyle seslenmiş çevresindekilere:
- Komşular demiş, şu Allah’ın işine bakın, biraz önce ben de sizin gibi bir adamdım!
Evet biraz önce o da bizim gibi bir adamdı. Ama haberden sonra bizim gibi bir adam değil demek ki. Çünkü o artık bir baştır. İnsan bir baş olsun da isterse soğan başı olsun, diye boşuna dememişler.
Demek ki başarı bazı insanın başını döndürüyor. İsterse muhtarlık olsun bu başlık. Artık kendisini içinde bulunduğu toplumun bir ferdi değil farklı bir insan olarak görmeye başlayabiliyor. Biraz önce ben de sizin gibi bir adamdım diyebiliyor.
Halbuki baş olmanın getirisi olduğu gibi götürüsü de vardır, muhtarlık bile olsa. Hatta on kişiye dahi baş olsa baş olmanın sorumluluğu ağırdır.
İrşat kitaplarındaki ikazlara baktığımızda görüyoruz ki, dünyada on kişiye de olsa yöneticilik yapıp başlık edenler, mahşerde elleri başlarına bağlı olarak gelecekler yönettikleri insanların huzuruna.
Makamının sorumluluğunu yerine getirmişlerse elleri çözülecek. Görevini tam olarak yerine getirmemişse elleri başlarına bağlı olarak yönettiği halkla helalleşinceye kadar bekleyecekler. Dünyada efendi gibi davrandıkları halkın huzurunda köle gibi elleri başlarına bağlı kalacaklar.
Baş olmanın büyük mükâfatı yanında bu gibi ağır sorumluluklarının farkında olan Halife Harun Reşid, maneviyat büyüğü Fudayl bin İyad’a müracaat ederek, “Yüklendiğim sorumluluğu düşündükçe uykularım kaçıyor, geceleri uyuyamıyorum. Bana ne tavsiye edersiniz?” diye sorar.
Tabi’în’in büyük âlimi Hazret-i Fudayl, yöneticinin yüklenmiş olduğu sorumluluğu yerine getirmiş olmasının yolunu şöyle gösterir:
- Sen der, yönetimini üstlendiğin ülkeyi kendi evin, halkını da kendi ev halkın gibi gör. Yaşlıları kendi anan, baban; gençleri de kendi oğlun, kızın kabul et. Anana, babana, oğluna kızına neleri layık görürsen onlara da onu layık gör, öyle hizmet eyle. İşte bundan sonra görevinin gereğini yaptığını düşünerek rahat uyuyabilirsin yatağında!
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin geride bıraktığı tek oğlu Hammâd, müçtehit babasından aldığı sorumluluk duygusuna sahip bir âlimdi. Bağdat’ta babasının cenazesini bizzat kıldırıp defnini yaptıktan sonra ilk işi Bağdat kadısına gitmek oldu:
- Babama emanet olarak bırakılmış birçok altın, gümüş evde kaldı. Sahiplerini bilmediğim bu emanetleri şehrin kadısı olarak siz teslim alın, hem beni hem de babamı sorumluluktan kurtarın!
Düşünceye dalan Bağdat kadısı, cevabını şöyle verir:
- Bu emanetleri korumaya Ebu Hanife’nin oğlu benden daha layıktır. Sahipleri gelinceye kadar senin yanında kalması Bağdat kadısının yanında kalmasından daha emniyetlidir.
Hammâd’ın ısrarı fayda vermeyince ikinci bir teklifte bulunur:
- O halde der, gel benden bunları teslim al, tartıp miktarını kalitesini, cinslerini tespit et ki, durumları resmileşsin, benim yanımdaki miktarı ve kalitesi resmen şahitlerle tescil edilmiş olsun!
Bu şartla Hammâd’ın yanındaki altınları, gümüşleri tespit için alan Bağdat kadısı, bunları günlerce tartıp tespit ile meşgul olurken Hammâd ortadan kaybolur. Ararlar tararlar Hammâd’ı bulamazlar. Ümidi kesilen Bağdat kadısı ilan eder:
- Kimin İmam-ı Azam’ın yanında emaneti varsa gelip benden alsın, Hammâd emanetleri tümüyle bana teslim etmiştir.
İlanı duyanlar gelirler, İmam-ı Azam’a emanet ettikleri altınlarını, gümüşlerini Bağdat kadısından eksiksiz alırlar. Sonra haber etrafa duyurulur:
- Bağdat kadısı teslim aldığı emanet altın gümüşleri sahiplerine teslim etmiştir.
Bundan sonra derin bir nefes alan Hammâd ortaya çıkar. Bağdat kadısına gelip teşekkür ederek der ki:
- Bu emanetler birer kul hakkı olarak yanımdaydılar. Bir hatâ ve kusur olsa da bir tanesi zayi olsa ben ve babam ahirette kul hakkından sorguya çekilirdik. En iyisi sorumlu kadı efendiye teslim etmekti. Şükürler olsun kadı efendi görevini tam yaparak hem beni hem de babamı emanete riayette kusur etmekten kurtarmış oldu.
Bu olaydan anlaşılıyor ki, o günkü harp ve darplardan çekinen insanların birçoğu kendinden daha emin biliyorlardı İmam-ı Azam’ı. Bu sebeple O’na teslim ediyorlarmış değerli varlıklarını. O’nun aziz evladı Hammâd ise babasından az sorumluluk duygusuna sahip değilmiş anlaşılan. Babasından 26 sene sonra 176’da vefat ettiğinde halk arasında dolaşan değerlendirme aynen şöyle olmuş:
- Müçtehit babaya layık sorumluluk sahibi bir evlat idi Hammâd!
Babasının yolunda giden âlim ve sâlih evlat için “bu arslan yavrusu, o arslandandır” denir. Hammâd da babası Hz. Ebu Hanife’nin terbiye ve tedrisinde yetişip aslının aynı denecek kadar babasının benzeri müçtehid ve muttakî bir insandı. O’nun gösterdiği bu sorumluluk duygusunu, yolunda giden tüm Müslümanların şiar edinmesi, samîmî dileklerimiz arasındadır.
Yöneteni ve yönetileni ile İslam toplumunun tüm bireylerinin:
“Dicle kenarında kurt kaparsa bir koyunu/Tutar da adl-i ilahî Ömer’den sorar onu.” diyen sorumluluk sembolü Hz. Ömer (R.A.)’in ifade ettiği duyarlılık düzeyine ermesi de niyaz-ı âcizânemiz cümlesindendir.
Sorumluluk konusu, üzerinde devamlı dikkatle durulması, aslâ unutulmaması, sık sık hatırlanması ve hatırlatılması gereken ve herkesi yakından ilgilendiren hayatî bir konudur. Sorumlu olmayan insan yoktur. Her insanın birden çok hattâ binlerce sorumluluğu vardır. Herkes işinden, eşinden, aşından ve her türlü davranışından sorumludur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), her müslümanın kulağına küpe olması gereken bir hadîs-i şerîfinde: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.” buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîfin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere herkesin koruyup kollamakla yükümlü olduğu ve sorumluluğunu taşıdığı bir şey vardır. Yönetici yönettiklerinden, işveren işçilerinden, öğretici öğrettiklerinden, üretici ürettiklerinden, aile reisi aile bireylerinden, eşler yekdiğerinden, amirler memurlarından, memurlar üstlendikleri işlerden ve çoban sürüsünden sorumludur. Dolayısıyla devlet başkanı ülkesinden ve milletinden, başbakan hükümetinden, bakan bakanlığından, vali vilayetinden, kaymakam kazasından, rektör üniversitesinden, müdür idaresinden, imam cami ve cemaatinden, muhtar mahallesinden, bekçi beklediği yerden, doktor hastasından, şoför kullandığı arabası ile taşıdığı yolculardan ve her meslek sahibi yaptığı işten mes’uldür. Öyle ki, kişi kendinden, kümesindeki tavuğundan, ahırındaki atından, eşeğinden ve öküzünden dahi sorumludur.
Susuzluktan bîtap olan köpeğe su verenin cennete gireceği, kedisini bağlayıp ona yiyecek içecek bir şeyler vermeyip ölüme terk edenin cehenneme gideceği, bir hadîs-i şerîfte belirtilmiştir.
Bu bakımdan evinin bahçesindeki karıncaların önüne ekmek ufalayıp döken kimseye, niçin böyle yaptığı sorulduğunda: “Onlar bizim komşularımızdır. Bizim üzerimizde hakları vardır. Onun için böyle yapıyorum.” demesinden alınacak ders vardır.
Keza sarayın bahçesindeki çadırın direğini karıncaların sardığını gören Kanuni Sultan Süleyman, onları öldürmenin doğru olup olmadığını Şeyhülislam Ebu-s Suûd Efendiye gönderdiği:
“Dirahtı sarınca karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca.” dizesiyle sorduğunda Ebu-s Suûd Efendi cevaben yazdığı:
“Yarın Hakk’ın huzuruna varınca,
Süleymandan alır hakkın karınca.” dizesiyle, karıncaları öldürmenin doğru olmayacağını bildirmiştir. Kanuni’nin konu ile ilgili sorusuyla Ebu-s Suûd Efendi’nin verdiği cevaptan da alınacak ders vardır.
Sohbetimizi Tekâsür Suresi’nin sonuncu ve 8. ayetinin meali ve açıklaması ile noktalamak istiyorum:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.”
Üzerinde dikkatle durup düşünülmesi gereken bu ayet-i kerîmeyi detaylı bir şekilde açıklayan merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı eserinin 9. cildinin 414-419. Sayfalarında yer alan bilgileri aynen iktibas ederek sizlerle paylaşmakta fayda mülahaza ediyorum.
Naîm, kendisiyle tad alınan her türlü nimeti içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı, soğuk su da bunda dâhildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme kendilerini oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksat da öyle oyun ve gafletle tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve sorumluluklarından alıkoyan nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan maksat da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların acılarını, azaplarını çektirmektir. Onun için “Keşşâf”ta der ki: “İnsanın sorumlu olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti olmayan kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde etmeye sarfedilmiş olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini eğlence ve oyunla geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi vermeyen; nefsine onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin nimetleridir. Fakat Allah Teâlâ’nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları ile faydalanıp, onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya çalışmak için kuvvet alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan hariçtir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri rivayet olunduğu üzere ashabıyla bir hurma yiyip üzerine su içtiklerinde “Bizi doyuran, suya kandıran ve Müslümanlar olarak yaratan Allah’a hamdolsun” diye hamd ederek buna işaret buyurmuştur.
Bunda dinden büsbütün gaflet eden kâfirler dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fâsık müminler de dâhil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır. Şükrünü bilen sâlih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: “Naîm (nimetler), yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden alıkoyan her kimseye, naîm de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karîne ve: “De ki: Allah’ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram etti?” (A’râf, 32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber ikisi de geneldir. “Herkes şükründen sorumlu olacaktır.” da denilmiş; “Ayet, kâfirlere mahsustur” da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbn-ü Abbas’dan rivayet edilerek bazı tefsirciler bu suredeki hitapların kâfirlere, bundan dolayı bu ayetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara mahsus olduğuna kani olmuşlardır. “Biz hiç, bir nankörden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’, 17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir. Fakat bundan maksat nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur. Diğer bir kısım tefsirciler de surenin sonundaki bu hitabın gerek kâfir, gerek mümin, gerek fâsık, gerekse Sâlih bütün insanlara ait bir hitap, naîmin de her nimeti içeren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde sorudan maksat, yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya mükâfat ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil getirmişlerdir. Bu cümleden olarak: Tirmizî’nin Abdullah b. Zübeyr’den, babasından rivayet ettiği üzere “sümme letüselinne yevme izin ani-n na’îm” ayeti nazil olduğu zaman Zübeyr b. Avvam (R.A.): Ey Allah’ın Resulü! Biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? “O iki karadan ibaret: Hurma ve su!” demişti. Resulullah (s.a.v.): “Haberiniz olsun ki o olacak.” buyurdu. Ebu Hureyre’den rivayette: “İnsanlar ey Allah Resulü, biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? Onlar iki siyahtan ibaret düşman hazır, kılıçlarımız boyunlarımızda, demişlerdi. Resulullah (s.a.v.): “Muhakkak bu olacaktır” buyurdu. Tirmizî öncekine hasen ve ikinciden çok sahih, demiştir. Yine Ebu Hureyre’den: Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: Kıyamet günü ilk önce sorulacak (yani kula nimetlerden sorulacak ilk soru) ona: Biz senin cismine sıhhat vermedik mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı? denilmektedir. Tirmizî buna, “garip” demiştir. Hz. Ömer’den rivayet olunmuştur: Hangi naîmden sorulacağız ey Allah’ın Resulü? Halbuki memleketimizden ve mallarımızdan çıkarıldık.” demişti. Resulullah da, sizleri sıcaktan ve soğuktan koruyan meskenlerin, ağaçların, çadırların gölgeleri ve sıcak günde soğuk su, buyurmuştur. “Kendi yurdunda emniyette, bedeni afiyette, gününün azığı yanında olan kimse sanki dünya tamamıyla ona tahsis edilmiş, onun olmuş gibidir.” hadisi de ona yakındır.
Bir de Resulullah (s.a.v.) zamanında bir genç Müslüman olmuştu. Resulullah ona “el hakümü-tekâsür” suresini öğretmişti. Sonra da onu bir kadınla evlendirmişti. Kadının yanına girip de büyük bir cehiz ve birçok nimet görünce, “ben bunları istemem” diyerek çıktı gitti. Peygamberimiz sebebini sorunca: “Sen bana ‘sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız’ diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem.” dedi, diye rivayet edilmiştir. Ve Enes’den rivayet edilmiştir ki: Bu âyet nâzil olduğu zaman bir muhtaç kalkmış, “Benim üzerimde nimetten bir şey var mı?” demişti. Resulullah (s.a.v.) “gölge, iki nalın, soğuk su” buyurdu.
Bu hususta rivayet edilen haberlerin en yaygını, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-ü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri şu hadistir: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) dışarı çıkmıştı. Ebu Bekir, Ömer (R.Anhümâ)’e rastladı. “Bu saatta sizi evlerinizden çıkaran nedir?” buyurdu. “Açlık ey Allah’ın Resulü.” dediler. “Nefsim yed-i kudretinde olan yüksek zata yemin ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle ise “kalkın” buyurdu. O’nun emrinde kalktılar, Ensar’dan bir zatın evine gittiler. Vardılar ki o, evinde yok, hanım: “Buyurun, merhaba” dedi, Peygamber (s.a.v.) “Filan nerdedir?” buyurdu. “Bize iyi su almaya gitti.” dedi. Derken Ensarî geldi, Peygamber’i ve iki arkadaşını görünce: “Allah’a hamdolsun, bugün benden daha kerim (şerefli) misafirli kimse yok.” dedi, hemen gitti, bir hurma dalı getirdi, koruğu da hurması da vardı. “Bundan buyuradurun.” dedi ve kendisi bıçağı aldı, “Resulullah, sağılır sakın kesme!” buyurdu. O hemen onlar için bir koyun kesti, o koyundan ve o hurmadan yediler ve su içtiler. Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah (s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer’e buyurdu ki: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki kıyamet günü bu nimetten sorulacaksınız.”
İbn-ü Hibban’ın ve İbn-ü Merduye’nin İbn-ü Abbas’dan rivayetlerinde de: Nebi (s.a.v.) ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin evine gittiler, hanım: “Merhaba Allah’ın Nebisi (s.a.v.) ve yanındakiler!” dedi. Derken Ebu Eyyüb geldi bir hurma salkımı kesti, Hz. Peygamber: “Bunu bizim için niye kestin meyvesinden toplasaydın ya!” buyurdu. “Ey Allah’ın Resulü hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim.” dedi. Sonra bir oğlak kesti, yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber’in huzuruna getirip koyduğu zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da: “Ey Eba Eyyüb! Bunu Fatıma’ya yetiştir, zira günlerden beri o böylesini tatmadı.” buyurdu. Ebu Eyyüb de onu Fatıma (R.Anhâ)’ya yetiştirdi. Ne zaman ki yediler ve doydular, Nebi (s.a.v.): “Ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma.” buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı, “nefsim kudret elinde olan yüce Allah’a yemin ederim ki işte bu sorulacağınız nimetlerdir, Allah Teâlâ “Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.” buyurdu, bu işte o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdir.” dedi. Bu, ashabına ağır geldi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Böylesine rastlayıp da el sürdüğünüz zaman “Allah’ın adıyla” deyin; doyduğunuz zaman da: “Hamdolsun Allah’a ki bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsân buyurdu” deyiniz, çünkü bu ona yeterlidir.”
Daha bunlar gibi hadislerden dolayı bu sorunun mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşâf’ın da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına delalet etmektedir. Fakat İmam Râzî “Tefsir-i Kebir”inde demiştir ki: Doğru olan, soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden mümine ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın lütfettiği şeylerin hepsi onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da hepsinden vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevî hadis de tekit eder: “Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz: Ömründen; onu ne ile yok etti. Gençliğinden; onu nerede çürüttü. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarfetti. İlminden; onunla ne yaptı.” Zira Peygamber (s.a.v.)’in bu zikrettiklerinde her nimet dâhil olur. Bununla beraber Râzîşunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur, çünkü o şükrü terk etmiştir. Mümine olan soru, şereflendirme sorusudur, çünkü şükür ve itaat etmiştir.
Bunun özeti, burada sorumluluğun mânâsı, her nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için şüphesizdir. Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu, görevini güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur. Hiçbiri ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa, görevi de o oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur. Onun için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp kalkarak çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi. Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır halleri idi. İsra Suresi’ndeki: “Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın.” (İsra, 29) âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nâzil olmuştu. Şu halde görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus olmaz, elbette müminlere da şamildir. Bununla beraber Râzî’nin pek mutlak olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:
Birinci olarak: “Kim mecbur kalırsa (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir günah yoktur.” (Bakara, 173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah kaldırılmış olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir. Şu halde zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek gerekir. Nitekim “Zevâid-i Zühd” de Abdullah b. İmam Ahmed’in ve Deylemî’nin Hasen’den naklettikleri şu hadis de buna delalet eder. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Demiş: “Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz. Gölgeleneceği bir çatı gölgesi ve belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı ve avret yerlerini örteceği bir elbise.” Bu şekilde Râzî’nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere “mâlâbudde minhu”den genellemesi cay-ı nazardır.
İkinci olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş değil, “hitap, kâfirleredir” diyenlere iştirak etmiş oluyor.
Üçüncü olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken şükrü terk etmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil ediyor, halbuki şükür ve itaat eden kâmil mümindir. Fâsık, mümin olmakla beraber itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. Ohalde azarlama sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fâsıkları, âsîleri de içine alması gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde meseleyi “Keşşâf”ın izah ve “Beydâvî”nin özetlediği üzere bu ayette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de –ahdlam’ı ile- alıkoyan nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr Suresi’ndeki: “Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler… müstesna.” (Asr, 3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.
Allah ahirette sualimizi kolay geçirsin ve cevap veremeyeceğimiz zor soru sormasın. Bunun için kendimize ve birbirimize dua edelim. Bizlere lütfu ile muamele etmesini, rahmet ve mağfiretini bizlerden esirgememesini niyaz edelim. Hesapta tartışmaya tabi tutulmadan kolaylıkla geçirilen kullardan olma dileğinde bulunalım. Tevbe ve istiğfarda bulunmayı, hatalı hareketlerden dönüş yapıp bağış dilemeyi ihmal etmeyelim. Kabre girer girmez sorulacak olan: “Rabbin kim? Peygamberin kim? Ve dinin ne?” şeklindeki kabir sorularına doğru cevap vererek: “Rabbim Allah, Peygamberim Hz. Muhammed (s.a.v.) ve dinim İslam” diyebilmek için Allah’a kullukta kaim, Peygambere ümmet olmada dâim ve dîn-i mübîn-i İslam üzere yaşamakta müdâvim olalım.