Şükür ve Teşekkür
Kadirşinaslık ve minnettarlığın sergilenmesi şeklinde nitelendirilebilecek olan şükür ve teşekkür halleri, Müslümanların muttasıf olmaları gereken güzelliklerin başta gelenlerindendir. Kişinin kendini yaradan, yaşatan ve sayısız nimetlerle kuşatan Rabbinin lütuf ve keremine karşı sessiz ve ilgisiz kalması ya da inkârcı tavırlar takınıp nankör olması, tasvip edilmesi mümkün olmayan kötü bir tutum olduğu gibi, kendisine herhangi bir ikram, ihsan ve iyilikte bulunan insanlara karşı kayıtsız kalıp, memnuniyet ve minnet duygusunu dile getiren güzel bir söz, tatlı bir tebessüm ve saygı ifade eden bir yaklaşımda bulunmaması da hoş görülmeyecek bir hareket olduğu herkesçe bilinen bir kabalık ve karaktersizlik olur. Zira iyiliğin karşılığı iyilik, güzelliğin karşılığı da güzelliktir. En güzel şekilde yaratılıp, en kıymetli değerlerle donatılan insanlara yakışan da nimet ve iyiliklere karşı minnet ve şükranla mukabelede bulunmaktır. Bu, bir cemîle olmanın ötesinde, îfâsı icap eden islamî bir vecîbe ve insanî bir vazifedir. Yaradan’a yar ve yakin olmayı, yaratıklarla kaynaşıp kucaklaşmayı dileyen Müslüman bu vecîbe ve vazîfeyi aslâ ihmal etmemelidir.
İnsan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetleri saymaya kalkışsa sayamaz. Her nimetin bir külfeti vardır. Külfetsiz nimet olmaz. Nimete nâil olan, şükre de hazır olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, şükür Allah’ın rızasına erme ve nimetin fazlasını görme vesîlesidir. İnsanın alıp verdiği her nefes, yaptığı her iş ve yararlandığı her şey, Allah Teâlâ’nın lütfu ve ihsanı iledir. Durmadan Allah’a şükretse dahi nâil olduğu nimetlerin şükrünü îfâ etmiş olamaz. Zira nimetlere şükretmesi de kendisine ihsan edilen yeni bir nimettir. Dolayısıyla duyarlı ve dirayetli olan her insan, yatıp kalkıp Yaradan’a şükretmelidir.
Öte yandan insanlara teşekkür etmeyi de ihmal etmemelidir. Kimse tek başına tüm ihtiyaçlarını temin edemez. Herkes başkalarının ilgisine, bilgisine, sevgisine, desteğine ve katkısına muhtaçtır. Maddî-manevî ihtiyaçlarının temininde katkısı, katılımı ve emeği olan insanlara teşekkür etmek, insanî bir incelik ve islamî bir yüceliktir. Herkes her zaman bu incelik ve yüceliği sergileyip karşısındakilere hissettirmelidir.
Bu ve benzeri güzellikleri yaşama, yaşatma ve yaymanın gayreti içinde olan YOYAV, yürüte geldiği kültürel faaliyetler cümlesinden olarak 7 Haziran 2014 Cumartesi günü “Şükür ve Teşekkür” konulu bir sohbet programı düzenledi.
Sorun Söyleyelim Sohbet toplantılarının 2014 yılı Haziran ayı halkası olan bu programda, Tecvid-Makam kursu öğrencilerinin ikram ettikleri öğle yemeğinden sonra konferans salonunda yerlerini alan konuklara hitap eden Dr. İbrahim Ateş, yaptığı yönlendirici konuşmada şu cümlelere yer verdi:
“Kıymetli konuklar, değerli dostlar, sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
Şükür ve teşekkürün dinimizdeki değeri ile dilimizdeki yerini anlatmak ve açıklamak amacıyla düzenlediğimiz sohbet toplantısına teşrif ederek Rabbimize şükür ve insanlara teşekkürde kıvama gelmemize vesîle olan bu güzel birlikteliği gerçekleştirmemize katkıda bulunan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, hayat boyu her zaman ve zeminde, her hâl ve hareketimizde Allah’a şükür ve insanlara teşekkürde daim olmamızı diliyorum.
Dinimizin direktiflerinden olan Hakk’a şükür ve halka teşekkür hâlinin hayatımıza hâkim olması temennisi ile sözlerime başlarken, şükür ve teşekkürü Kur’ân ve sünnette anlatılan şekilde anlayıp, Resûlullah (S.A.V.)’ın uyguladığı gibi uygulamaya çalışarak Yaradan’a yaklaşan ve yaratıklarla kucaklaşan yüce ruhlu insanlardan olmamızı niyaz ediyorum.
Bugüne kadar din bilginleri ile aile büyüklerimiz ve yakınlarımızdan şükür ve teşekkürle ilgili bir çok tavsiye ve telkinlerle uygulamaları ve öğütleri defalarca dinlemiş, değerlendirmiş ve duyarlı davranışlar sergilemişizdir. Dolayısıyla bu konuda hepimizin duyduğu ve edindiği bilgiler vardır. Ama onları konu ile ilgili Kur’ân ayetleri ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hadisleri ile karşılaştırdığımızda bazı eksik bilgilerimizin olduğunu görürüz. Bu eksikliklerimizi gidermemiz ve yanlışlarımızı düzeltmemiz için, Kur’ân ve sünnete müracaat etmemiz gerekir. Çünkü Kur’ân’dan kaynaklanmayan ve hadîsle beslenmeyen bilgiler, yeterli olmaz. Dolayısıyla biz, sohbetlerimizde dile getirdiğimiz düşüncelerle aktardığımız bilgileri ayet ve hadislere dayandırmaya özen göstermekteyiz. Bu cümleden olarak şükür ve teşekkürle ilgili açıklamalarımızı da ayet ve hadislerin ışığında arz ve ifade etmenin gayreti içinde olacağız.
Bu amaçlaKur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda 2’si “şekere”, 2’si “şekertüm”, 2’si “yeşkürü”, 3’ü “eşkürü”, 2’si “yeşkürûne”, 7’si “lâ yeşkürûne”, 18’i “teşkürûne”, 1’i “teşkürû”, 2’si “uşkür”, 5’i “uşkürû”, 1’i “şükren”, 2’si “şükûren”, 1’i “şâkirün”, 3’ü “şâkiran”, 1’i “şâkirûn”, 1’i “şâkirîn”, 8’i “eş-şâkirîn”, 8’i “şekûr”, 1’i “şekuren”, 1’i “eş-şekûr”, 2’si “meşkûren” olmak üzere 73 ayette şükür kökenli kelimelerle şükürden söz edildiğini görmekteyiz.
Şükretmenin gereği ve önemi ile Allah’a şükür ve ebeveyne teşekkür etmenin emredildiğini, şükredenlerin mükafatlandırılacağını, onlara ihsan edilen nimetlerin arttırılacağını, insanların çoğunun şükretmediklerini ve şükürle ilgili diğer hususları içeren bu ayetlerde geçen “şâkir” ve “şekûr” kelimelerinin hem Allah Teâlâ için, hem de insanlar için kullanıldıklarını görüyoruz. Bunlardan “şâkir” kelimesinin Allah için kullanıldığında “şükre karşılık veren”, insan için kullanıldığında da “şükreden” anlamında olduğunu öğreniyoruz. Keza, “şekûr” kelimesinin de Allah için kullanıldığında “şükre karşılığı bol veren”, insan için kullanıldığında ise “çok şükreden” anlamında olduğunu öğreniyoruz.
Allah Teâlâ’nın “şekûr” ism-i şerifinin Fâtır Suresi’nin 30 ve 34. ayetleri ile Şûrâ Suresi’nin 23. ayetinde, Allah Teâlâ’nın “çok bağışlayan” anlamındaki “gafûr” ism-i şerifi ile birlikte zikredildiğini görerek, şükre karşılığı bol olan Allah Teâlâ’nın şükreden kuluna bağışının bolca tecelli edeceğine işaret olabileceğini düşünüyoruz.
Müslümanların muttasıf olmaları gereken önemli özelliklerden biri de Allah’a şükür ve insanlara teşekkürdür. Mümin için imandan sonra ifası icap eden önemli görevlerin başında ilim, ibadet ve iyilik gelir. Tabii ilmin temelinde fikir, ibadetin temelinde zikir ve iyiliğin temelinde de şükür vardır. Dolayısıyla Müslüman Allah’ı zikir, nimetlerine şükür ve yaratıkları hakkında fikreden insandır. Bir başka ifade ile Müslüman, şâkir ve müteşekkir insandır.
İman ve şükür, sahibini azaba uğratacak hâl ve hareketlerden koruyan islamî özellik ve güzelliklerin başında gelir. Bu gerçeği dikkatimize getiren Nisa Suresi’nin 147. ayetinin meali şöyledir:
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.”
İman ve şükredenlere azap edilmeyeceğini ifade eden bu ayetin sonunda, Allah Teâlâ’nın şükredenlere şükürlerinin karşılığını vereceği beyan buyurulmaktadır.
Şükredenlerin mükâfatlandırılacaklarının bildirildiği ayetlerden biri de Al-i İmran Suresi’nin:
“… Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” mealindeki 144. ayetidir.
Bir diğeri de aynı surenin:
“… Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” mealindeki 145. ayetidir.
Peki bu mükafatlar ne olacaktır derseniz, bu sorunun cevabını öğrenmek için İbrahim Suresi’nin 7,İsra Suresi’nin 19 ve İnsan Suresi’nin 22. ayetlerinin meallerini buyurun birlikte okuyalım:
“Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetlerimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti.” (İbrahim, 7)
“Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları meşkur (makbul)dur.” (İsra, 19)
Ebrarın (iyilerin) özellikleri ile mükâfatlarının dile getirildiği İnsan Suresi’nin 22. ayetinde:
“(Onlara şöyle denir:) Bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz meşkur (karşılığını bulmuş)dur.” buyurulmuştur.
Mealleri arz edilen ayet-i kerîmelerin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere:
-Allah Teâlâ, şükreden mümin kuluna azap etmez.
-Allah Teâlâ şükredenin şükrünü zayi etmez, mutlaka mükâfatlandırır.
-Şükrün dünyadaki mükâfatı, verilen nimetin arttırılması, ahiretteki mükâfatı da amellerin makbul olması ve cennet nimetleri ile ödüllendirilmesidir.
Allah Teâlâ kullarının bu mükâfatlara mazhar olmaları için, Kendisine şükretmelerini emretmiştir. Bu emri içeren ayetlerden bazıları şunlardır:
“… Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” (Sebe’, 13)
“Andolsun biz Lokman’a: Allah’a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Her türlü övgüye layıktır.” (Lokman, 12)
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin.” (Bakara, 172)
“Allah’ın size verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin. Eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ederseniz, onun nimetine şükredin.” (Nahl, 114)
“Siz beni (ibadetle) anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin. Sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
“Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbinin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Çok kerem sahibidir.” (Neml, 40)
Mealleri arz edilen ayet-i kerîmelerde, insanların Allah’a şükretmelerinin ve nankörlükte bulunmamalarının emredildiği bildirilerek, Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye muhtaç olmadığı, şükrün yararı ile nankörlüğün zararının kişinin kendisine olacağı beyan buyurulmaktadır.
Bu arada Sebe’ Suresi’nin meali sunulan 13. ayetinde geçen: “Kullarımdan şükreden azdır.” cümlesi ile önemli bir uyarıda bulunulmaktadır. Allah Teâlâ’ya şükreden insanların az olduğu belirtilerek o az sayıdaki insanlardan olmanın önemine işaret edilmektedir. Bu ayetin mefhûm-u muhâlifinden, insanların çoğunun şükretmedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim Bakara Suresi’nin 243, Yusuf Suresi’nin 38, Mümin Suresi’nin 61, Yunus Suresi’nin 60 ve Neml Suresi’nin 73. ayetlerinde insanların çoğunun şükretmedikleri açıkça ifade edilmektedir. Örneğin Bakara Suresi’nin 243. ayetinde: “… Şüphesiz Allah Teâlâ insanlara karşı lütufkârdır. Lakin insanların çoğu şükretmezler.” buyurulmaktadır.
Neml Suresi’nin 73. ayetinde de: “Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” buyurulmaktadır.
Bu ayet-i kerîmelerden de anlaşılacağı üzere Allah’ın lütuf ve ihsan buyurduğu çok ve çeşitli nimetlerden faydalanıp, karşılığında şükretmeyen kimseler, insanların çoğunluğunu teşkil etmektedir. Şükretmemek ise, nankörlükte bulunmak demektir. Bu nankörlük Âdiyât Suresi’nin 6. ayetinde: “Kuşkusuz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” şeklinde ifade edilmiştir. Nankörlerin yaptıkları da yanlarına kalacak değildir. İbrahim Suresi’nin meali sunulan 7. ayetinde geçen: “… Ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” cümlesi ile nankörlerin duçar olacakları azaba işaret edilmektedir. Tabii Allah’ın ihsan ettiği nimetlerin idraki içinde olup, inkârcı ve isyankâr bir tavır takınmayan ve îfâsı icap eden şükür görevini yerine getirmede kusurlu olduğunu bilen kişinin hâli, nankörlerin hâli gibi değildir. Bu kişi kusurunu giderip Yaradan’a şükretmeye yönelirse nankörlerin uğrayacağı cezadan kurtulup, şükredenlerin erecekleri mükâfatları hak etme yolunda ilerleme cihetine gider.
Öte yandan şükreden kişiler ne kadar çok şükretseler de Allah Teâlâ’ya layık-ı veçhile şükretmiş olamamanın idraki içinde olup, her geçen gün daha fazla şükretmenin gayreti içinde olmalıdırlar. Bu hususta Hz. Peygamber (S.A.V.)’in torunu olan Hz. Hasan (R.A.)’ın bir duasında dile getirdiği edep ve tevazu ile acz hâlini örnek almalıdırlar. Hz. Hasan (R.A.) o duasında:
“Allah’ım! Bana nimet verdin, beni şükreder bulmadın. Bana sıkıntı verdin, beni sabreder bulmadın. Ne şükrü terk etmekten dolayı nimeti çektin, ne de sabırsızlıktan dolayı şiddeti devam ettirdin. Allah’ım! Kerîmden ancak kerem (Cömertten ancak cömertlik) olur.” diye yakarmıştı.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh (A.S.) ile Hz. Süleyman (A.S.)’ın şükürle ilgili özelliklerini anlatarak onları örnek alıp, benzeri güzel davranışlarda bulunmamıza işaret etmiştir. Hz. Nuh (A.S.) ile ilgili olarak İsra Suresi’nin 3. ayetinde: “(Ey) Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Şunu bilin ki Nuh, çok şükreden bir kul idi.” buyurmuştur.
Hz. Süleyman (A.S.)’ın Yaradan’a yakarışının dile getirildiği Neml Suresi’nin 19. ayetinde: “… (Süleyman) dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat.” buyurulmuştur.
İnsana, ana-babasına iyi davranmasının tavsiye edildiği bildirilen Lokman Suresi’nin 14. ayeti ile Ahkaf Suresi’nin 15. ayetini her müslümanın dikkatle ve dirayetle okuyup, Allah’a şükür ve ebeveyne teşekkürde duyarlı davranmaları samîmî dileklerimiz cümlesindendir.
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.” (Lokman, 14)
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşıması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm ve elbette ki ben Müslümanlardanım.” (Ahkaf, 15)
Allah Teâlâ insanlara ihsan ettiği bazı hayatî imkânlarla önemli uzuvları hatırlatarak, bu nimetlere karşı az şükrettiklerini beyan buyurmakta ve onlara sahip olmanın daha çok şükrü gerektirdiğine işaret etmektedir. Mesela:
“Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?” (A’râf, 10)
“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne de az şükrediyorsunuz?” (Mü’minûn, 78)
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden yaratmıştır. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz?” (Secde, 7-9)
“(Resulüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz?” (Mülk, 23)
İnsana, yaratılması, yeryüzüne yerleştirilmesi, yaşaması için gerekli geçim vasıtalarının sağlanması, kulak, göz ve kalple donatılması gibi nimetler hatırlatılarak “ne kadar da az şükrediyorsunuz” buyurulması önemli bir uyarı niteliğindedir. Bu uyarıyı duyan her Müslüman, kendisini yaratıp yaşatan ve sayısız nimetlerle kuşatan yüce Rabbine sürekli şükretmenin gayreti içinde olmalıdır.
Herkese her ni'meti gönderen, her şeyi var eden, her varlığı, her ân varlıkta durduran yalnız Allah Teâlâdır. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O’nun lütfu ve ihsânıdır. Hayâtımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli ni'metleri, iyilikleri gönderen, insanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren, rızıkları yaratan hep Allah Teâlâdır. İhsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayanları, rezîl ve rüsvây etmiyor.Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor.
Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak ve Cennete girmek için teşvîk buyuruyor. Cennetteki sonsuz nimetlere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor.
Allah Teâlâ’nın nimetleri güneş gibi meydândadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen nimetleri gönderen hep O’dur. O’ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeye ve fakîrden sadaka istemeye benzer.
İnsanın, bu nimetleri gönderen Allah Teâlâ’ya şükretmesi, aklın emrettiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, Allah Teâlâ’ya yapılması icâp eden bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusurludur. Allah Teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır, ayıplardan, kusurlardan uzaktır. İnsanların Allah Teâlâ’ya hiçbir bakımdan benzerlikleri yoktur. Bu sebeple insan, Allah Teâlâ’nın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Çünkü insanların, güzel ve kıymetli sandıklarını, Allah Teâlâ, beğenmeyebilir. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allah Teâlâ’ya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye yarayan vazîfeler, Allah Teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İnsanların Allah Teâlâ’ya karşı, kalp, dil, beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allah Teâlâ ve O’nun Peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allah Teâlâ’nın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine İslâmiyet denir. Allah Teâlâ’ya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allah Teâlâ kabûl etmez, beğenmez.
Arz edilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, şükrün makbul olması ve kişiyi Allah’ın rızasına erdirmesi için, kullukta kaim ve daim, ibadet ve ta’atta müdavim ve ihlaslı olmak, Resûlullah’ın yolunda ve izinde olup şükür, zikir ve fikirde O’nu örnek almak, samimiyet ve sadakatla Hakk’a hamd-ü senâ edip, verdiği nimetlerle, ihsan ettiği imkânları O’nun iradesi istikâmetinde rızası için değerlendirme cihetine gitmek gerekir. Zira şükür bir anlamıyla, nimeti verildiği amaçla kullanmaktır.
Öte yandan şükrün kalp, dil ve diğer uzuvlarla da ilgisi vardır. Kalp, bütün yaratıklara hayır ve iyilik dilemekle, dil Allah’a şükr ettiğini hamd-ü senâda bulunarak ifade etmekle, diğer uzuvlar da Allah’ın verdiği nimetleri O’na itaat ve ta’atta kullanıp, masiyetlerden korunmakla şükretmelidir.
Elin, helal kazanç sağlayacak iş ve uğraşlarda bulunup, edindiği temiz ve helal kazancı aile bireylerinin giderleri ile yakınların ve muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeye katkıda bulunacak şekilde Hakk’ın rızası için infak etmesi, haksızlık, zülum ve benzeri kötülüklerden geri durması, şükürdür.
Ayağın, hayırlı iş ve hizmetler için gidip gelmesi, ibadet için mescide, ilim için okula, helal kazanç için iş yerine, bağa, bahçeye, tarlaya, vatanı korumak için askerliğe gidip gelmesi, hâsılı Allah’ın rızasına ve insanların yararına yönelik olan her hayırlı iş için harekete geçmesi şükürdür.
Dilin, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerle dinî kitaplar başta olmak üzere faydalı kitapları okuması, okutması, öğrendiğini öğretmesi, doğruları söylemesi, insanları iyilik, güzellik, dostluk ve doğruluğa davet etmesi, küfür ve kötü sözlerden sakınması, yalan, gıybet ve benzeri fenalıklardan kaçınması, şükürdür.
Gözün, harama bakmaması, gördüğü güzelliklerden ibret alması, iyilikleri yayıp, kötülükleri kapatması, Kur’ân’a, Kabe’ye ve annesinin yüzüne bakması, tabiattaki güzellikleri temaşa ve tetkik edip ,Yaradan’ın kudreti ile sanatının yücelik ve inceliğini idrak etmeye çalışması, şükürdür.
Kulağın, okunan ayet ve hadîsleri dikkatle dinlemesi, ana-baba ile diğer büyüklerin sözleri ile öğüt, nasihat, uyarı ve tavsiyelerini dinleyip değerlendirmesi, dedikodu, gıybet ve benzeri doğru olmayan sözlerle mâlâya’ni konuşmalara kendini tıkaması, Müslümanların kusurlarını duyunca ifşa etmemesi de, şükürdür.
Diğer uzuvların da yaradılış gayelerine uygun olarak Hakk’a kulluğun gereğini ifaya yönelik hareketlerde bulunmaları, şükürdür. Bu cümleden olarak yabancıya yol göstermek, yaşlıya yardım etmek, yolcuya yakınlık göstermek, yorgunu dinlendirmek, hastanın hâlini sormak, muhtacın ihtiyacını gidermek, darda ve zorda kalanın yanında olmak, şükürdür.
Nasılsın deyip hâl-hatır soranlara: “Allah’a şükür iyiyim”, “Elhamdülillah”, “Şükürler olsun iyiyim” gibi şükür içerikli güzel cevaplar vermek, şükürdür.
Öğrencilik yıllarımda büyüklerimden duyup ezberlediğim ve dilimden düşürmemeye çalışıp dostlarıma tavsiye ettiğim güzel ve kapsamlı bir şükür cümlesini burada sizlerle de paylaşmak isterim. Bu cümle şöyledir:
“Elhamdüllillahi alâ külli hâl sive-l küfrü ve d-dalâl.” Yani “Küfür ve sapıklık hâriç, her hâl-ükârda Allah’a hamd ederim.”
Bu arada yakınlarımız, iş arkadaşlarımız ve dostlarımızla bir araya geldiğimizde, selamlaşmadan sonra hâl ve hatırlarını sorarak durumları ile ilgilendiğimizi ihsas etmenin yanında, Allah’a şükretmelerine vesîle olacak bir şükür cümlesini söyletip, onlara ve kendimize şükür sevabı kazandıracak yapıcı yaklaşımlarda bulunmamızı, onlardan şükür cümlesini duyunca: “Allah, şükrünüzü arttırsın ve sizi rızası ile ödüllendirsin.” diye dua
etmemizi tavsiye ederim.
Hz. Peygamber (S.A.V.) bir adama: “Nasılsın?” diye sormuş. Adam: “İyiyim” demiş. Hz. Peygamber (S.A.V.) sorusunu tekrar etmiş, ta ki adam üçüncüde “Elhamdülillah, Allah’a şükür iyiyim” demiş. Hz. Peygamber (S.A.V.): “İşte senden istediğim bu idi.” buyurmuştur.
Günümüzde bazı kimselere hâl-hatır sorulduğunda: “İyidir”, “fena değil”, “idare eder”, “eh işte şöyle böyle” gibi yamuk yumuk cevap verenler olur. Böylesi kimselere, Allah’a şükrü içeren bir cevap verinceye kadar: “Nasılsınız?” sorusunu sormakta fayda vardır.
Müslüman; hâl, hareket, sohbet, iş ve uğraşlarında Allah’a şükretmeyi ve karşısındakilere Allah’a şükrü hatırlatacak davranışlarda bulunmayı görev kabul etmelidir.
Nimete nâil olan şükretmeyi, sıkıntıya düşen de sabretmeyi ilke edinmeli ve her iki hâlin de hayrına olduğunu bilmelidir. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu hususla ilgili hadîs-i şerîfini devamlı göz önünde bulundurmalıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor ki: “Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hâli vardır; onun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa, şükreder ve bu onun için hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa, sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.”
Malumunuz olduğu üzere Efendimiz (S.A.V.)’in gelişi ile nura gark olan Yesrib o günden sonra Medine-i Münevvere (Nurlu Şehir) olmuştur. Bu şehir kıyamete kadar tecelliyatını devam ettirecektir.
Medine-i Münevvere’de güzelliği ve zenginliğiyle tanınan bir hanımefendi vardı. İsmi Hifa Hatun (radiyallahu anha) idi. Bu soylu hâtun kişi günlerden birinde âlemlere rahmet olan (Rahmetenlilâlemin) Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzuruna kemal-i edep ile geldi. Dedi ki:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bana, beni cennete girmemi sağlayacak bir şey öğretmeni talep ediyorum. Bana öğrettiğini hayatıma uygulayayım. Böylece cennete girebileyim!”
Bu kadına Rahmetenlilâlemin (s.a.v.):
“Bir an önce evlenmeni tavsiye ederim. Eğer hemen evlenirsen dininin yarısını korumuş olursun. Diğer yarısı için de Allah’a sığın” buyurdular.
Bu emir üzerine bütün hücreleriyle Rasülüllah (s.a.v.)’e teslim olan Hz. Hifa duygu ve düşüncelerini şöyle arz etti:
“Ya Rasûlüllah! Bana kim denk olabilir. Beni Habeş hükümdarı Necaşi istemişti, kabul etmedim. Ubeydullah istemişti. Mehir olarak da 100 deve vereceğini söylemişti. Onu da kabul etmedim.
Ya Rasûlüllah! Lâkin siz kimi münasip görürseniz, ben râzı olurum.” Dedi Bu teklifi yaparken Hifa Hatun mü’minlerin annelerinden olmayı çok arzu ediyordu. Konuşması bittiğinde Efendimiz’in ağzından şu cümleler döküldü:
“Ya Hifa! Yarın sabah mescide kim önce gelirse (yani ilk gelen ile) senin nikâhını kıyacağım” buyurdular.
O gün sabahleyin mescide Hz. Süheyb (r.a.) geldi. Hz. Süheyb (r.a.) fakir, kimsesiz, siyah renkli, çelimsiz zayıf bedenli biriydi.
Sabah namazını kıldılar. Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hifa (r.anhe)’yi çağırttı. Durumu kendisine anlattı. Hz. Hifa (r.anhe) Efendimize:
“Ya Rasûlüllah! Allah’ın takdirine, Rasûlülün tavsiyesine gönül hoşluğu ile teslimim, ne buyurursanız öyle olsun.” Dediler.
Bu söz üzerine Rasûlüllah (s.a.v) bir hutbe okudu. Nikahı akdetti. Sonra da Süheyb (r.a.)’e:
“Ey Süheyb! Hadi bakalım çarşıya git de hanımın Hifa için çarşıdan bir şey al.” Buyurdular. Süheyb’in hiçbir şeyi yoktu. Durumunu şöyle arzetti:
“Ya Rasûlüllah! Alışverişi yapacak bir dirhem gümüşüm (tek bir kuruşum) bile yok” deyince daha Rasûlüllah (s.a.v.) bir şey demeden Hifa Hatun (r.anhe) kocasına 10.000 dirhem hediye ettiğini beyan etti.
Hifa Hatun’dan hediyesini alan Süheyb’i Rasûlüllah (s.a.v.) pazara gönderdi. Gerekli şeyleri alıp dönen Süheyb’e Rahmetenlilâlemin:
“Ya Süheyb! Artık hanımının elinden tut ve onu doğru evine götür” buyurdular. Süheyb’in evi de yoktu. Şöyle arzetti:
“Ey Allah’ın Rasülü! Benim evim yok ki, mescitte barınırım. Nereye götüreyim?” Hifa Hatun, Süheyb’e:
“Ya Süheyb! Filan yerdeki konağımı sana bağışladım. Hadi beni oraya götür.” dedi.
Rahmetenlilâlemiin (s.a.v.) her ikisine de dua etti. Orada bulunan zevat-ı kiramla birlikte bu iki güzel insanı tekbirlerle yolcu ettiler.
Hifa Hatun ve Süheyb (r.a.) konağa vardılar. Birlikte yemeklerini yediler. Allah (c.c.)’a öyle hamd ve şükür ettiler ki hayatları bereketle doldu.
Rahmetenlilâlemin (S.A.V.)’in tavassutu ile gerçekleşen Hifa Hatun-Süheyb’in evlilikleri gerçekleşti. Hamd ve şükür unutulmadı.
Sıra gerdeğe geldi. Odalarına girdiklerinde Hifa Hatun, Suheyb’e şu teklifte bulundu: “Ya Süheyb! Allah (C.C.) bizi Resulûllah (S.A.V.)’ın tavassutu ile karı-koca yaptı. Bilesin ki, ben sana nimetim, sen de bana mihnetsin. Sen sana verilen nimete şükretmek üzere; ben de bana takdir edilen mihnete sabır tevfikine şükür için sen de uygun görürsen bu geceyi ibadetle geçirelim. Böylece bu gecede sen şükrediciler sevabına ulaş; ben de senin vesilenle sabrediciler sevabına kavuşmuş olayım. Ben Rasülullah (s.a.v.) Efendimizden bizzat duydum: ‘Cennette yüksek bir çardak vardır. Burada sadece şükredenler ve sabredenler bulunur’ buyurmuşlardı” dedi.
Süheyb, hanımının teklifini tereddütsüz ve büyük bir heyecanla kabul etti.
İkisi de o geceyi tamamen ibadetle, hamdle ve şükürle geçirdiler.
Bu yeni evlilerin halini sabahleyin Cebrail (A.S.), Peygamberimize (S.A.V.) bildirdi.
Sabahleyin Süheyb mescide vardığında onu Peygamberimiz tebessümle karşıladı. Ve ona şöyle bir soru sordular: “Ya Süheyb! Bu geceki halinizi sen mi bana anlatırsın, ben mi sana anlatayım?”
Süheyb: “Ey Allah’ın Resulü! Buyurun siz anlatın” dedi.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) o geceyi olduğu gibi Suheyb’e bir bir anlattı. İbadetlerini, taatlerini, hamd ve şükürlerini olduğu gibi söyledi ve şu cümleyi de ekledi: “Allah (C.C.) bu hâlinizden çok razı oldu. Cennetteki köşkünüz de hazırlandı. Eşin Hifa ve sen cennette bu köşkte kalacaksınız. Size müjde veriyorum ve her ikinizi de tebrik ediyorum” buyurdular.
Bu müjdeyi duyan Süheyb (R.A.) hemen oracıkta secdeye kapandı ve Rabb-ı Tealâ’ya şöyle yakardı: “Ya Rabbi! Eğer benden razı oldun da beni günah kirinden arındırıyorsan mükâfatımı da cennet olarak takdir ettiysen, Sen’den diliyorum ki, tekrar günah kiriyle pisliğe bulaşmadan ruhumu katına alıver.”
Allah (C.C.), Süheyb (R.A.)’in bu duasını anında kabul etti; ruhunu da katına alıverdi. Secdeden başını kaldırmadan ebedi köşküne uçuverdi.
Olaya şahit olan Sahabe-i Kiram efendilerimiz büyük bir heyecan içinde kimi ağlıyor, kimi olanların mahiyetini anlamaya çalışıyordu. Oracıkta Rahmetenlilâlemin (S.A.V.) de bulunuyordu. Olay O’nun önünde cereyan etmişti. Sahabelerinin bu telaşını seyreden Efendimiz (S.A.V.) onlara: “Size bu seyrettiğinizden daha garibini/hayrete düşürenini haber vereyim mi? Beni iyi dinleyin. Şu anda Süheyb’in eşi olan Hifa da ruhunu Allah’a teslim etti. Allah, onun ruhunu da katına aldı” buyurdular.
Bu iki teslimiyet abidesinin cenaze namazlarını Rahmetenlilâlemin Efendimiz (S.A.V.) bizzat kendileri kıldırdılar. Sonra da aynı mekânda Cennetü’l-Baki’de yan yana defnettirdiler.
Bu iki mezarın başuçlarına iki ayrı tahta koydular. Bu tahtalardan Süheyb’in mezarının başucundaki tahtada: “Bu Allah-u Teâla’nın nimetine şükreden kabirdir.”
Hifa Hatun’un başucundaki tahtada da: “Bu Allah-u Teâla’nın mihnetine sabredenin kabridir.” yazılıydı.
Allah’a şükrü, kulluğun gereği olan bir görev kabul edip, onu ibadet anlayışı ile îfâ etmenin gayreti içinde olan Müslüman, iyilik gördüğü insanlara teşekkürü ihmal etmemelidir. Yapılan herhangi bir iyiliğe teşekkürle mukabelede bulunmalıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) bir hadîs-i şerîfinde: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” buyurmuştur.
Teşekkürü mucip olan bir yapıcı yaklaşımın karşısında duyulan memnuniyeti güzel bir söz ve tatlı bir tebessümle ifade etmek insanî bir incelik ve islamî bir yüceliktir. İlişkilerin iyileşmesinde, dostlukların gelişmesinde ve kardeşlik bağlarının pekişmesinde teşekkürün büyük payı vardır.
Peki, teşekkür ne demektir? Nasıl ve ne zaman yapılmalıdır derseniz, özet olarak arz ve ifade etmek isterim ki: Teşekkür, yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatan söz ve davranışlarda bulunmaktır. Teşekkür, yapılan iyiliğin akabinde gerçekleştirilmelidir. İyilik yapan veya herhangi bir güzellik sergileyen kimseye minnet ve şükran duygusunu içeren sözlerle karşılık verilmelidir. Duyulan memnuniyet yüz ifadesi ile yansıtılmalı ve hayırlı duada bulunmak sureti ile ifade edilmelidir.
Tabii Müslüman, yapılan iyiliğe teşekkür etmeli ama yaptığı iyilikten dolayı teşekkür beklememelidir. Nimetlerin şükürle, iyiliklerin de teşekkürle devam edeceğini unutmamalıdır.
Allah’ın iyi kullarının özellik ve güzellikleri ile nâil olacakları ödüllerin anlatıldığı İnsan Suresi’nin aşağıda mealleri sunulan 8-10. ayetlerini devamlı göz önünde bulundurmalıdır:
“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.”
“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.”
“Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız (derler).”
Allah’a hamd-ü senâ, Resûlüne salat ve selâm, müminlere teşekkür ve ihtiramda daim olmamız temennisi ile sözlerimi noktalarken, Efendimiz (S.A.V.)’in öğrettiği dualardan biri olan:
“Allahümme e’innî alâ zikrike ve şükrüke ve hüsni ibâdetike velâ tec’alnî min-el gâfilîn.”
Yani: “Allah’ım! Seni zikretmede, Sana şükretmede ve güzel ibadet etmede bana yardım et.” duasını dilimizden eksik etmemizi diliyor, sa’yinizin meşkûr, amellerinizin makbul ve ecrinizin bol olmasını niyazı ile hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.”