Tevhide Davet ve Teslise Tepki
Hz. Adem’den Hz. Muhammed (S.A.V.)’e kadar gelip geçen Peygamberlerin tamamı, insanları Allah’ın birliğini benimsemeye ve yalnız O’na ibadet etmeye davet etmişlerdir. Bu davet, onların ümmetlerine ilettikleri ilk mesaj olmuştur. Dolayısıyla tevhid inancı, Allah’a imanın temelini teşkil etmektedir. Kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in Al-i İmran Suresi’nin 19. ayetinde beyan buyurulduğu üzere: “Allah nezdinde hak din İslamdır…” aynı surenin 85. ayetinde vurgulandığı üzere de: “Kim, islamdan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden böyle bir din aslâ kabul edilmeyecektir.” Maide Suresi’nin 4. ayetinde dile getirildiği gibi: “Allah Teâlâ’nın kulları için beğendiği din islamdır.”
İslam dininde de teslimiyet esastır. Yani kişinin kendi iradesini bırakıp Allah’ın iradesine teslim olması icap eder. Bu anlayış bilumum peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri din anlayışıdır.
Allah’ın birliğini benimsemeyen ve O’na teslim olmayıp dilediği gibi yaşamayı tercih eden kimse, Allah’ın kulları için beğendiği İslam dinine girmiş olmaz. Zira İslam dininin temeli tevhîd, tavanı da takvâdır. Bu temel üzerine tesis edilmeyen hiçbir dinin Allah nezdinde değeri yoktur.
Tevhîd inancını kabul eden mümin, teslîsi benimseyen müşrik, Allah’ı inkâr eden de münkir (kâfir) dir.
İman bir bütündür. İmanın altı esasına birden inanan kimseye mümin denir. Bunlardan birine iman etmeyen, yahut bu inancı islama uygun düşmeyen bir insana, Kur’ânî manada mümin denilmez. Kur’ân’da tevhîd inancı esastır. Yani Allah birdir, zatında, sıfatlarında ve icraatında ortağa yardımcıya muhtaç olmaktan münezzehtir. Bu tevhîd esasına ters düşen her türlü inanç, islama göre şirktir, Allah’a ortak koşmaktır. Böyle bir iman ise Allah katında makbul değildir.
Dinî konularda dile getirdiği doğru ve doyurucu bilgilerle insanları aydınlatmayı amaçlayan YOYAV, yıllardır yürüte geldiği kültürel etkinliklerden biri olan Sorun Söyleyelim Sohbet Toplantılarının 2015 yılı Mart ayı halkasında “Tevhîde Davet ve Teslîse Tepki” konusunu gündemine aldı.
12 Mart 2015 Perşembe günü Vakıf üyelerinden Gülten Bozbay, Nimet Boyacıoğlu ve Lütfiye Bozbay’ın ikram ettikleri kahvaltıdan sonra konferans salonunda yerlerini alan konuklara bu konuda hitap eden YOYAV Genel Başkanı Dr. İbrahim Ateş, yaptığı mesaj yüklü konuşmada şunları söyledi:
“Tevhîd temeli üzerine kurulan ve Kur’ân ile korunan dîn-i mübîn-i İslamın mensûbu ve müntesibi olan muhterem Müslümanlar, Yaradan’a yar ve yakin olmanın gayret ve kararlılığı içinde olduğuna inandığım kıymetli konuklar, tevhîde daveti ve teslîse tepkiyi ilke edinip düşünce, duygu ve davranışlarını o doğrultuda dizayn etmelerini dilediğim değerli dostlar, bilgi bahçemizin müdâvimlerinden olup, her geçen gün yeni ve yararlı bilgiler edinmek amacıyla salonumuzu şereflendiren sevgili kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
İnsanların iman edip mümin olmaları için, Allah’ın birliğini benimseyip varlık ve vahdâniyeti ile kudret ve azametine inanıp ibadet, iş, uğraş ve davranışlarını o inanç ve anlayışa göre yapmanın önemini anlatmak amacıyla düzenlediğimiz “Tevhîde Davet ve Teslîse Tepki” konulu sohbetimize teşrif ederek bu hususla ilgili ayet ve hadislerden edindiğimiz bilgi birikimi ile dinî düşünceleri sizlerle paylaşmamıza vesîle olan muhterem heyetinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, her zaman ve her yerde tevhîd inancının temsilcilerinden olup halkı Hakk’a davet eden inançlı, bilinçli ve basîretli Müslümanlardan olmamızı diliyorum.
Allah’ın birliğinin bilincine eren, bu konuda kaleme alınan eserlerle yazılan yazıları derleyip değerlendiren ve halkı tevhîde davet eden duyarlı ve dirayetli Müslümanlardan olmamız temennisi ile sözlerime başlarken, Mevlâ-i Müte’âl Hazretlerinden bana bildiklerimi anlatıp aktarmada, size duyduklarınızı değerlendirmede ve cümlemize öğrendiklerimizi uygulamada tevfikini refik etmesini niyaz ediyorum.
Bugüne kadar bir çok bilgin ve maneviyat büyüğü Allah Teâlâ’nın birliğini dile getiren ve aslâ ortağının olmadığını anlatan kitaplar, makaleler ve şiirler yazıp insanların istifadesine sunarak okuyucularını tevhîde davet etmişlerdir. Tabii ki bizler de bunlardan faydalanarak edindiğimiz bilgileri dinleyicilerimizle okuyucularımıza yansıtmaya çalışmaktayız. Bu cümleden olarak merhûm Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerinin konumuzla ilgili olan “Buyruğun Tut Rahmân’ın” başlıklı şiirini sizlerle paylaşarak sözlerime başlamak istiyorum:
“Buyruğun tut Rahman’ın, tevhîde gel tevhîde
Tazelensin inanın, tevhîde gel tevhîde.
Yaban yerlere akma, cânın odlara yakma
Her gördüğüne bakma, tevhîde gel tevhîde.
Mâsivâdan gözün yum, ne umarsan Hak’dan um
Gitsin gönülden hümum, tevhîde gel tevhîde.
Zâhirde kalan kişi, güç etme âsân işi
Gider gayri teşvîşi, tevhîde gel tevhîde.
Şirki baştan savarsan, Hak bilmeye iversen
Yaradan’ı seversen, tevhîde gel tevhîde.
Emri yerine getir, erkenden işi bitir
Sıdk ile îmân getir, tevhîde gel tevhîde.
Sen seni ne sanırsın, fâniye dayanırsın.
Üş bir gün uyanırsın, tevhîde gel tevhîde.
Uyanagör gafletten, geç bu fânî lezzetten
İç Kevser-i vahdetten, tevhîde gel tevhîde.
Hüdâyî’ gûş eyle, aşka gelip cûş eyle
Bu kevserden nûş eyle, tevhîde gel tevhîde.”
Bu şiiri okuyan ve içerdiği çağrıya uyan insanlardan olmamız dileğiyle tevhîde davet yolunda sohbetimize devam ederek ifâde etmek isterim ki, Müslüman olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) kelimesinin manasını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhîd denir. Kısaca manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da Onun Resûlüdür) demektir.
Kelime-i tevhidin manasını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmıştır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bir ikincisi yoktur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması gerekir. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran Odur. O, madde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayale gelen her şey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahluklarıdır. O, mahlukları gibi değildir. Akla, vehme, hayale gelen her şeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. Sıfât-ı sübutiyyesi sekizdir. Hayat, ilm, sem’, basar, kudret, irade, kelam, tekvîn. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak kusurdur. Onda kusur, noksanlık yoktur. Hiçbir mahlukuna benzemez ise de, dünyada, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve ahirette görmek olur. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecektir.
Allah Teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu büyük insanlar vasıtası ile kullarına, saadete ve felakete sebep olan işleri bildirmiştir. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan Hz. Muhammed (S.A.V.)’dir. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların ve cinlerin Peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi olması, uyması gerekir.
İmâm-ı Gazâlî şöyle demiştir:
Tevhîd, taze ceviz gibidir. Cevizin iki kabuğunu ve içini herkes bilir. Özünün özü de, yağıdır. Münâfıklar, yalnız dil ile (Lâ ilâhe illallah) der, kalb ile inanmaz. Bu 1. derecedir.
2. derece: Kelime-i tevhîdin manasına, kalbin inanmasıdır. Bu inanış, ya başkasından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi cahillerin inanışı böyledir. Yahut delil ile, aklın ispat etmesi ile inanır. Din âlimlerinin, kelam ilmi üstatlarının inanması böyledir.
3. derece: Bir yaratanın, her şeyi yarattığını görmek, her işin, tek bir fâil tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbir şey yapmadığını anlamaktır. Bu anlayış için, kalbde bir nurun parlaması gerekir. Böyle hâsıl olan iman, cahillerin ve kelam âlimlerinin imanına benzemez. Mesela, bir ev sahibinin, evde bulunmasına inanmak üç türlü olur:
a- Birisinden işiterek inanmaktır. Taklit ile olan iman, bunun gibidir.
b- Ev sahibinin, her gün kullandığı bineğini, elbise ve ayakkabılarını evde gördüğü için inanmaktır. Bu da kelam âlimlerinin imanına örnektir.
c- Ev sahibini evde görerek inanmaktır. Bu, âriflerin tevhîdine örnektir. Böyle tevhîd, her ne kadar yüksek derece ise de, bunun sahibi, mahlûkları görmekte ve bunların Hâlık (yaratıcı) tarafından yaratıldığını bilmektedir. Mahlûkları gördüğü için, tevhîd tam olamaz.
4. derece: Bir var görür, birden başka bir şey görmez. Tasavvufta bu hâle, Tevhîdde fenâ derler.
Bu dört dereceden;
Birincisi: Münâfıkların tevhîdi olup, cevizin dış kabuğuna benzer. Cevizin dış kabuğu, acıdır. Dış yüzü güzel, yeşil ise de, iç yüzü çirkindir ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürür ve birkaç gün cevizi korumaktan başka, bir işe yaramaz. Münâfığın tevhîdi de, münafık olduğu bilinmediği için, halk onu Müslüman zanneder.
İkincisi: Câhillerin ve kelam âlimlerinin tevhîdi, cevizin tahta kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk, cevizi birkaç zaman korumaktan başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhîd de, yalnız insanı Cehennem ateşinden korumaya yarar.
Üçüncüsü: Cevizin özü gibidir. Yenilecek, yararlanacak kısımdır.
Dördüncüsü: Cevizin özü yenilip hücrelerine kadar sindirilmiş hâlidir.
Prof. Dr. Alaaddin Başar’ın “Teslîs İnancı Nedir?” başlıklı yazısında belirtildiği gibi dinler üçe ayrılır semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler. “Doğrusu Allah katında din ancak İslâm’dır”(Âl-i İmran, 19) âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsûlü olan bâtıl dinler gibi, Tevrat ve İncil’in bozulmasıyla semavîlik özelliğini kaybeden Yahudîlik ve Hıristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir.
“Kim, islâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” (Âl-i İmran, 85)
Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, islâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resûl telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.
“Bir şey sâbit olursa levâzımıyla sâbit olur.” kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız. Diğer bir önemli itikat kaidesi: “İman tecezzî kabul etmez.” Yani iman rükünlerini birbirinden ayrı düşünerek, bir kısmına inanıp diğerlerine inanmamak olmaz.
Meselâ Allah’a inanan fakat âhirete inanmayan insan mü’min değildir. Bu adam için, “Allah inancında mü’min” fakat “âhiret inancında kâfir” gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da bölünme kabul etmez.
Yani, “Allah’ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem.” diyen bir insan Allah’a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.
Bu iki kaideye göre, Allah’a imanın sahih olabilmesi için imanın altı rüknünün tamamına Kur’an’ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira ins ve cinne Allah’ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap O’dur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da O’dur.
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ikiye ayrılıyor: sıfât-ı selbiye ve sıfât-ı sübutiye olmak üzere.
Sıfât-ı selbiye; “vücut, kıdem, beka, muhâlefetü’n li’l-havâdis, kıyâm binefsihî, vahdâniyet” sıfatlarıdır. ‘vacip bir varlık ile var olan’, ‘ezelî ve ebedî bulunan’, ‘hiçbir varlığa benzemeyen’, ‘varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan’ ve ‘bir olan’ ilâh ancak Allah’tır.
Sıfât-ı sübûtiye ise yukarıda arz edildiği üzere “hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam, tekvîn” sıfatları. Zatî olarak, “hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvîn (var etme)” sıfatlarına sahip olan ancak Allah’tır. Biz “lâ ilâhe illâllah” derken, bütün bu mânâları ifade etmiş oluruz.
Allah’a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur’anî mânâda bir iman değildir.
İslamın temeli tevhîd, tavanı da takvâdır. Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de kullarına bildirdiği inanç ilkesi tek ilaha inanmaktır ki, O ilah âlemi yaratan ve yöneten yüce Allah’tır. Bu cümleden olarak Bakara Suresi’nin 163. ayetinde: “İlâhınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. O, Rahmândır, Rahîmdir.” buyurulmuştur.
Enbiya Suresi’nin 22. ayetlerinde: “Yoksa (o müşrikler), yerden bir takım tanrılar edindilerde, (ölüleri) onlar mı diriltecekler?
Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” buyurulmuştur.
Bu ayet, Allah’ın birliğini gösteren en güçlü delillerden birini ortaya koymaktadır. Bu delil, âlemin nizamıdır. Gerçekten, eğer birden fazla ilah olsaydı, bunlar ya birbiri ile anlaşır veya anlaşamazlardı. Birbiri ile anlaştıkları, beraberce nizam verdikleri takdirde, ya biri diğerine muhtaç olurdu ki, muhtaç olan ilah olamaz; veya yardıma muhtaç olmazdı; bu durumda da diğerlerinin varlığı gereksiz olurdu. Şu halde Allah birdir. Öte yandan, eğer bu ilahlar birbirleri ile anlaşamazlar, birinin yaptığına, yarattığına diğeri karşı çıkarsa, o zaman da âlemde nizamdan eser kalmaz; âyette de buyurulduğu gibi “yer ve gök bozulup giderdi.” Halbuki âlemde eşsiz bir nizam mevcuttur. Şu halde Allah vardır ve birdir.
Bu gerçeğin bilincinde olan büyüklerimizin çocuklarına öğrettikleri sözlerin başında “Allah bir” sözü olmuştur.
Peygamberlerin ümmetlerine söyledikleri ilk şey Allah’ın birliği ve sadece O’na kulluk ve ibadet edin demek olmuştur. Bu hususla ilgili ayetlerden bir kaçı şöyledir:
Enbiya Suresi’nin 25.ayetinde: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki, ona: ‘Benden başka ilah yoktur, şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” buyurulmuştur.
Aynı Surenin 108. ayetinde ise: “De ki: Bana sadece sizin ilahınızın ancak bir tek Allah olduğu vahyedildi. Hâlâ Müslüman olmayacak mısınız?” buyurulmuştur.
Araf Suresi’nin 59. ayetinde: “Andolsun ki, Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.” buyurulmuştur.
Aynı Surenin 65. ayetinde: “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?’” buyurulmuştur.
Bu Surenin 73. ayetinde: “Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur…” buyurulmuştur.
Keza bu Surenin 85. ayetinde: “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur…” buyurulmuştur.
Meryem Suresi’nin 36. ayetinde: “(İsa şunu da söyledi:) Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur.” buyurulmuştur.
Mealleri arz edilen ayet-i kerimelerin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere peygamberlerin ümmetlerine yaptıkları ilk çağrı Allah’a kulluk etmeleri ve O’ndan başka bir varlığı ilah edinmemeleri olmuştur. Dolayısıyla bizim de insanlara yapacağımız ilk çağrı Allah’a iman ve kulluk etmelerine dair olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de: “O’ndan başka ilah yoktur” hükmünün yer aldığı ayetleri gözden geçirdiğimizde bu ilahî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz. Sadece bir kaçını takdim edelim:
“Andolsun ki, “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh “Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur” demişti.
Andolsun “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer diye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.
Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
Meryem oğlu Mesîh ancak bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.
De ki: Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.” (Maide 72-76)
Yahudiler Hz. İsa’nın, namuslu ve bâkire bir hanımdan doğduğuna inanmayıp, onun anasına iftira etmişler ve gayrimeşru bir birleşmeden doğduğunu ileri sürmüşlerdi. Kur’ân-ı Kerîm daha önce Hz. İsa’nın mucizevî bir şekilde nasıl yaratıldığını anlatmıştır. Burada da anasının doğru dürüst ve namuslu olduğunu zikretmek suretiyle bu iftirayı reddetmiştir. Ayrıca hıristiyanların O’na ve anasına ilahlık vasfı vermelerini de elle tutulur, gözle görülür bir delil ile reddedip çürütmüştür. Eğer ilah olsalardı yemeye, içmeye ihtiyaç duymazlardı uyarısında bulunmuştur.
Maide Suresi’nin meali verilen ayetlerinden 73. ayetinin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere teslîse inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış kimselerdir.
“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür.” (A’raf, 158) o halde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah’a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah’a ortak koşan bir insanın bu inancı gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.
“Allah’tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır.” (Nisa, 87) İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz. “O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. O’ndan başka ilâh yoktur” (Âl-i İmran, 6) Ana rahminde Allah’ın dilediği gibi şekillendirdiği bir mahlûka ilâh denemez.
“Ondan başka ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 88) Yok olmaya mahkûm hiç bir varlık ilâh değildir.
“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh yoktur.”(Fâtır, 3) Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.
“De ki, o rahmân benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na dayandım. Tövbem de O’nadır.” (Ra’d, 30) Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı Kur’anî mânâda Allah inancı değildir.
Tevhîdle ilgili bir başka ayet: “O, evvel’dir, âhir’dir, zâhir’dir, bâtın’dır. Ve O her şeyi bilendir.” (Hadîd, 3) Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah’ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez.
Teslîs’e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; ama risalet şerefiyle şereflenmiş bir kuldur. Annesi de, peygamber validesi olma lütfuna ermiş sâliha bir hanımdır. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur’ânî mânâda Allah inancına sahip olduklarını söylemek güçtür.
Ben bu inanç ve anlayışla dün akşam kaleme aldığım “Allah Bir” başlıklı şiirde duygu ve düşüncelerimi şöyle dile getirdim:
Hıristiyanlıkta sis,
Anlaşılmayan teslis.
İşe karıştı iblis,
Keşişler etti tesis.
Allah, kutsal ruh, oğul.
İlahlıkta bir çoğul.
Bu inanç doğru değil,
Allah bir, üçlü değil.
Tevhidin tersi teslis.
Teslisi yayan iblis.
Teslis şirk, müşrikse pis.
Şirk koşup olma necis.
Allah birdir, tekdir tek.
O’na şirk koşan eşek.
Ürüse de bin köpek,
Allah bir, bilmek gerek.
Sohbetimizi, islamın tevhîd akidesinin en özlü ve anlamlı ifadesi olan İhlas Suresi’nin meali ile noktalıyor, hepinizi Allah’ın birliğine emanet ederek saygılar sunuyorum:
“De ki: O, Allah birdir. Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine herkes kendisine muhtaç olandır). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”