ÜÇ GÜNLÜK DÜNYAYI BIRAK ÜÇ AYLARDA UKBAYA BAK
Dinî literatürümüzde “Üç Aylar” diye bilinen çok feyizli ve bereketli bir mânevîyat mevsimine bir kez daha girmek üzereyiz. 3 Haziran 2011 Cuma günü üç ayların ilki olan Recep ayının birinci günüdür. 2 Haziran 2011 Perşembe akşamı da Regâib Kandilidir. Üç Aylar, Kamerî Takvim’e göre Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır. Bu aylar, rahmet dalgalarının başladığı, manevî huzur ve sükûnun kalplere doğduğu, ilâhî rahmetin coştuğu aylardır. Bu aylar girince, mü’minlerin ruhlarını manevî bir hava kaplar. Bu mübârek aylar içerisinde öyle feyizli ve bereketli geceler vardır ki, yüce Allah’ın rahmeti, bu gecelerde mü’minler üzerine yağmur gibi yağar. İnsanoğlu, yaşadığı günlerde farklılıklar olmazsa, belli alışkanlıklarıyla hayatını sürdürür. Fakat alışkanlıklarının dışında ve farklı durumlarla karşılaşırsa kendine bir çeki düzen verir. İşte 3 Haziran 2011 Cuma günü idrak edilecek olan üç aylar ve bu aylar içerisinde bulunan mübarek geceler, müminlerin hayatlarındaki mutad gün ve geceler arasında fazlasıyla sevap kazanacakları kıymetli zaman dilimleridir. Bu zaman dilimlerinin değerini dilegetirerek dost ve mensuplarını manen motive etmenin gayreti içinde olan YOYAV, üç aylara bir gün kala kutlanan Regâib Kandili münasebetiyle 2 Haziran 2011 Perşembe günü “Üç Günlük Dünyayı Bırak, Üç Aylarda Ukbaya Bak” konulu bir sohbet toplantısı tertipledi. Başkent halkından yoğun ilgi gören bu sohbet toplantısında konuşan Dr. İbrahim Ateş, mesaj yüklü açıklamalarında şu cümlelere yer verdi: “Üç ayların manevî iklimine girmenin, estirdiği huzur havasını teneffüs etmenin ve bu mübarek mevsimin içerdiği dört kandilin ilki olan Regâib Kandilinin eşiğine gelmenin sevinç ve saadetini yaşayan sevgili kardeşlerim! İlahî ihsan ve in’amların, inanan insanlara bolca ikram edildiği üç ayları sizlerle birlikte idrak etmenin haz ve huzuru içinde hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, Regâib Kandiline sayılı saatlerin kaldığı böylesine önemli ve anlamlı bir anda salonumuzu şereflendirerek duygu ve düşüncelerimizi dilegetirmemize vesîle olan güzîde heyetinize takdir ve teşekkürlerimizi arzederek hoşgeldiniz diyorum. Bizleri bir kere daha böyle mübarek bir mevsime erdiren yüce Rabbimize sonsuz hamd-u senâlar ediyor, cümlemizi cennetine aldırdığı, cemalini gördürdüğü ve rızasına erdirdiği mutlu ve bahtiyar kullarından kılmasını niyaz ediyorum. Hayatın sıkıntıları ve nefislerin tazyiki karşısında istikameti muhafazada bitkin düşen ruhlarımızı ihya edecek mübarek bir zaman dilimine girmiş bulunuyoruz. Birbiri ardına gelecek mübarek gün ve geceleri ganimet bilmeli, geride kalan hayatımızın muhasebesini ciddî anlamda yapabilmeliyiz. Her gün yapabilsek ne iyi; ancak Recep, Şaban ve Ramazan’da Cenab-ı Hakk’ın kulluk kapısını daha heyecanla çalabilmeli ve yeniden tazelenebilmeliyiz. Çünkü Cenab-ı Hak, insana takvasına göre değer verecektir. “Habibim, deki: Eğer duanız ve ibadetiniz olmasa, Rabbimiz size ne diye değer versin?” (Furkan, 77) Üç aylar bir yarıştır ve biz bu yarışı kazanmaya çalışmalıyız. Bu aylarda hissedilen manevî esintiler, müminlerin Allah’a yaklaşma ve O’nun rızasını kazanmakta daha dikkatli olmaları öyle bir hava meydana getirir ki, o havadan inanmayanlar da faydalanır. Böylece onlar da hisselerini almış olurlar. Bu aylarda ibadetleri artırmalı, zikir ve fikirde derinleşmeli, insanlarla diyaloglarımızda daha dikkatli olmalı, incitmemeye, üzmemeye ve kırmamaya çalışmalıyız. Mübarek üç aylardan Recep ayı yarın başlıyor. Bu ay tevbe, hürmet ve ibâdet, Şaban muhabbet ve hizmet, Ramazan ise yakınlık ve nimet ayıdır. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Recep tohum ekme, Şaban sulama, Ramazan ise, hasat ayıdır.” Recep ayının af ve mağfirete, Şaban ayının şefaate ve Ramazan ayının da sevaplarının kat kat verilmesine mahsus olduğu bildirilmiştir. Bu aylara hürmet etmek, günahlardan uzaklaşmak ve ibâdetleri yapmakla olur. Hürmet edip, saygı gösteren, kat kat karşılığını görecektir. Bu mübârek zamanlarda vadedilen sevaplara kavuşabilmek için, her şeyden önce itikâdı düzeltmelidir. İlmihâl bilgilerini öğrenmeli ve yaşayışını bunlara uygun hâle getirmelidir. Çok tevbe ve istiğfar etmeli, kazaya kalmış namazlarını, hemen kaza etmeye başlamalıdır. Bir an evvel bu borçlardan kurtulmak için çalışmalıdır. Recep Ayı, gerek İslâm’dan önce, gerekse İslâm’dan sonra mukaddes bilinen bir aydır. İslâm Dini gelmeden önce, bu ay girer girmez, Arap kabileleri arasında harp etmek, baskın ve çapulculuk yapmak yasaklanır, herkes kendisini bu ayda güven içinde hissederdi. İslâm geldikten sonra da, bu aya olan hürmet devam ettirildi. Bu ay, Regâib ve Mirac gibi mübârek geceler ve ilâhî tecellilerle şereflendirildi. Hz. Peygamber (S.A.V.)’den üç aylar hakkında bazı rivayetler de mevcuttur. Bunlardan birinde şöyle buyururlar: “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” Recep ayının başlangıcında Peygamberimiz (S.A.V.)’in şöyle dua ettiği de rivayetler arasında yer almaktadır: “Ey Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan’a kavuştur.” Ülkemizde, yukarıdaki beyanlar ışığında, asırlardır bir “Üç Aylar” geleneği oluşmuş; Ramazana hazırlık, Recep ayının girmesiyle başlar hâle gelmiştir. Bu aylar mübârek gecelerle doludur. Recep ayının ilk Cuma gecesi, Regâib gecesi, yirmiyedinci gecesi Mirac gecesidir. Şaban ayının onbeşinci gecesi Berat gecesi, Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi de Kadir gecesidir. Üç aylar müslümanlar için muhasebe vesîlesidir. Ben neyim? Niçin bu âleme gönderildim? Yaratılışımdaki sırlar nelerdir? Günah nedir? Sevap nedir? Kur’an bizlere neler emrediyor? Okunduğu zaman bile insanın gönlüne inşirah veren bu ses nedir? Alem nereden gelmiş, nereye gidiyor? Bu gelmeler gitmelerin hikmeti nedir? Nasıl hesap vereceğiz? Bunlar ve benzeri sorular zihnimizi üç aylarda daha çok kurcalamalıdır. Üç aylar, kendimizi denetleme, değerlendirme bakımından çok önemlidir. Kendimize sormamız gereken çok soru var: Rabbim Allah’tır deyip, başkalarına mı bilip bilmeden tapınıp duruyorum? Resulüm Hz. Muhammed (S.A.V.)’dir, deyip başkalarının sünnetlerini mi harfiyyen uyguluyorum? Kitabım Kur’ân’dır deyip, başka kitapları mı kendime rehber edinmişim? Şeytan düşmanımdır deyip de sonra sürekli onun isteklerini mi yerine getiriyorum? Allah en güzel vekilimdir deyip, sürekli O’nu üzüyor muyum? Bugüne kadar kaç kişinin hidayetine vesile ya da engel oldum? Kaç yetimin başını okşadım ya da aldığım kararlarla kaç kişiyi yetim bıraktım? Evet, üç aylar bütün bunları kendimize sorup bir durum değerlendirmesi yapmak, bu mübarek günlerin, gecelerin ve ayların şuuruna varmak için güzel bir zaman dilimidir. İmam-ı Şafii Hazretleri 204'te Mısır'da 54 yaşında vefat eden büyük müçtehidimizdir. Hayatını hep tefekkürle değerlendiren bu büyük müçtehidimiz bir sabah namazından sonra evine doğru yine derin bir tefekkür içinde yürürken, yaklaşan biri: - "Efendi Hazretleri, derin düşünce içinde görüyorum sizi, bir sıkıntınız mı var yoksa?" diye sorar. Hazret-i İmam: - Her sabah benden istenenleri düşünüyorum da onun için dalgın yürüyorum, der. Adam merak eder: - Her sabah sizden istenenler nedir? Neleri düşünüyorsunuz böyle derinden? - Her sabah yeni bir güne başlarken benden şu sekiz şeyin istendiğini düşünüyorum, diyen Hazret-i İmam saymaya başlar her sabah istenen sekiz şeyi: 1- Rabb'im, benden farzlarını istiyor. 2- Resulüllah Efendimiz benden sünnetlerini istiyor. 3- Aile ve çocuklarım benden helal nafakalarını istiyor. 4- İmanım ve aklım benden Rabb'imin emirlerine uymamı istiyor. 5- Nefsim ve şeytanım da benden kendilerine uymamı istiyor. 6- Her an amelimi yazan melekler de hep sevap yazdırmamı istiyor. 7- Her doğan güneş bir gün daha yaşlandığımı hatırlamamı istiyor. 8- Her sabah Azrail de kendisine bir gün daha yaklaştığımı düşünmemi istiyor. Hazret-i İmam: - İşte der, her sabah bu istekleri düşünerek yürüyorum bu yollarda. Dalgın görünüşümün sebebi bu isteklerdir. Soru sahibi: - Ya İmam der, bunlar sadece sana mı soruluyor, yoksa bana da soruluyor mu bu sorular her sabah? Hazret-i İmam tebessüm ederek cevap verir: - Ben kendime her sabah bu soruların sorulduğunu tespit ettim, belki sana da soruluyordur bu sorular. İstersen kafanı gereksiz konulardan temizle de bir de sen düşün bu soruları! Adam bir an düşünceye dalar. Çok geçmeden başını sallayarak cevap verir: - Evet ya İmam der, bu sorular sadece sana değil bana da, hatta her sabah günlük hayatına başlayan herkese sorulan sorulardır. Bu önemli soruların her sabah bana da sorulduğunu düşündürdüğün için teşekkür ederim. Meğer biz ne kadar gaflet içinde yürüyormuşuz yolumuzda da haberimiz yokmuş... - Ne dersiniz, kafası gönlü gereksiz olaylarla istila ve işgal edilmiş bizlerden de her sabah böyle sekiz şey istendiğini düşünüyor muyuz? Mesela her sabah bizden de: - Rabb'imiz farzlarını, Resulüllah Efendimiz sünnetlerini, aile ve çocuklarımız da helal nafakalarını istiyorlar mı? Akıl ve imanımız kendilerine tabi olmamızı, nefis ve şeytanımız da asıl kendilerine uymamızı telkin ediyorlar mı? Amellerimizi yazan melekler de hep sevap yazdırmamızı bekliyorlar mı? Güneşin her doğuşu, bir gün daha yaşlandığımızı, Hazreti Azrail'e bir gün daha yakınlaştığımızı düşünmemizi istiyorlar mı? Ne dersiniz, her sabah günlük hayata başlarken bunları düşünmek bizim de aklımıza gelmeli mi? Yoksa boş ver mi diyor, malum tekerlemeyi tekrar edenlere biz de mi katılıyoruz: Ayağını sıcak tut, başını serin; hayatını yaşa, düşünme derin mi diyoruz? Öyle ise gelin, kafamızı kalbimizi günlük olayların istila ve işgalinden birazcık kurtaralım da, Hazret-i İmam'dan istenen sekiz şeyin her sabah bizden de istendiğini düşünelim mi? Ne dersiniz? Malumunuz olduğu üzere manevî hastalıkların başı dünya sevgisidir. Bütün kötülükler ondan doğar. İnsanları çekememezliğe, birbirine karşı düşmanlığa ve kibirlenmeye sevk eder... Şüpheli, mekruh, hatta haram şeyleri insanlara yaptırır. Dahası küfre bile girmesine sebep olur. Peygamberlerin çoğuna iman etmeyenler, dünya saltanatları ellerinden çıkacağı endişesi ile mahrum kalmışlardır. Yoksa bunların hak olduklarını çok iyi biliyorlardı. Fir’avn iman etseydi; Mısır’a olan hakimiyeti kalmazdı. Nemrut mü’minlerden biri olabilseydi, “Nemrut”luğunu nasıl yapacaktı? Ashab-ı kirâmdan birisi, bir gün sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’e sorar: - Bana öyle bir şey öğretin ki; onu yaptığımda hem Rabbim beni sevsin, hem de insanlar!.. Cevap olarak buyurdular ki: “Dünyayı sevme Rabbimiz seni sever...” Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Dünyadan başka hiçbir yerde O’na isyan edilmez. Bundan dolayı dünyayı sevmez. “Başkasının elindekine de göz dikme, insanlar seni sever...” İnsanlar kendilerinden bir şey istenmesinden hoşlanmazlar. Dünya sevgisi, ahireti unutturur. Ne büyük aptallıktır! İnsan, bırakıp gideceği muhakkak olan dünyaya bu kadar önem veriyor, gidip kalacağı, muhakkak olan ahiretini ihmâl ediyor ve unutuyor. Servetinin artmasına seviniyor ama ömrünün azaldığına üzülmüyor... Neye yarar öldükten sonraki servet?.. Mukaddes dinimiz, çalışıp kazanmayı, zengin olmayı kötülememiştir. Bilâkis teşvik etmiştir. Zekât ve sadaka vermeyi emretmiştir. Verenlerin ne kadar büyük nimetlere kavuşacaklarını, ebedî saadete ereceklerini bildirmiştir. Bütün bunlar, para ile elde edilir. İnsanı annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hale getiren “hac” ibadeti de parasız olamaz. Zenginlere farzdır. Bir oruçluya “iftar” açtıran kişinin oruç sevabına kavuşacağını hepimiz biliyoruz. Musa aleyhisselam zamanında fakir bir adam vardı ona dedi ki: - Sen Kelîmullâhsın, Rabbimizle konuşuyorsun, durumumu arz et, bana biraz mal versin! O da arz eder. Rabbimiz buyurur ki: “O kuluma söyle, istiyorsa ona dünyada vereyim, istiyorsa ahirette.” Adam dünyada ister. Musa aleyhisselam adamı azarlar ve “Üç günlük dünyayı ne yapacaksın? Hepsini bir gün bırakıp gideceksin. Sen ahireti iste, orası ebedîdir” buyurur. Adam der ki: - Rabbim bana bıraktı madem, ben dünyada istiyorum... Ve adam kısa zamanda çok zengin oldu. Bir taraftan gelir, diğer taraftan hayırlı işlere harcar... Nerede bir fakir var, yardım eder. Nerede borçlu var, borcunu öder. Yetimlere sahip çıkar. Onları sevindirir. Bir müddet sonra adam ölür... Musa aleyhisselam bakar ona cennette köşk hazırlanmış. Hikmetini merak eder ve sorar: “Ya Rabbi bu kulun dünyada istedi, sen de verdin. Bu köşk nasıl elde edildi?” Şöyle cevap alır: “Doğrudur, o dünyada istedi, biz de verdik. Bu köşkü ise parasıyla satın aldı...” Yüce dinimiz, bir kişinin bakmakla mükellef olduklarının nafakasını temin için yaptığı çalışmayı beş vakit namazını kılması şartıyla ibadet saymış ve büyük sevaplar vadetmiştir... Bir memur dairesinde, bir işçi iş yerinde, bir esnaf dükkânında çalışırken; sevap kazanıyor. Yani hem para hem de sevap kazanıyor... Dünyada çalışmayı, para kazanmayı ibadet kabul eden dinimiz, çalışmayı değil, dünya sevgisini çirkin görüyor... Gemi susuz yüzmez. Altında su olmalı, fakat içine su almamalı. İçine su girerse batar. Abdülkâdir Geylâni Hazretleri bir sohbetinde şöyle buyuruyor: “Helâlinden kazandığınız paraları, kasanızda muhafaza edebilirsiniz. Ceplerinizde de taşıyabilirsiniz, ama kalbinizde değil.” Kıymetli kardeşlerim! Daha önceki yıllarda da arzettiğimiz üzere Regâib; çok değerli hediye, bağış, içten gelerek ve yoğun bir şekilde arzu edilen şey anlamlarına gelen Arapça bir sözcüktür. Cenab-ı Hakk’ın, ilahî ihsan ve manevî hediyelerinin diğer zamanlardan daha çok tecelli etmesi ve samimî kalple Allah’a yönelenlerin affedilme ümitleri dolayısıyla, müslümanlar tarafından heyecanla beklendiği ve gönülden arzulandığı için, Recep ayının ilk Cuma gecesine “Regâib Kandili” denmiştir. Üç aylar manevî hayatımızın ilkbaharı sayılır. Bilindiği gibi bahar aylarında tabiat yeniden şekillenir; yeniden dirilir. Kâinatın her zerresi yüce Allah’ı kendi lisanıyla zikretmeye başlar. Üç aylar da böyle bir manevî dirilme, durulma dönemidir. Bu aylar Yüce Allah’la ahdimizi, sözümüzü, kulluğumuzu yenilemeliyiz. Bu aylar içinde Regâib, Miraç, Berat ve Kadir geceleri yer alır. Bu gecelerin her birinin kendine özgü özellikleri vardır. Tevbe ve günahlardan sıyrılmak için birer vesîledir bu geceler. Bu günlerde hayatımızı yeniden yapılandırmalıyız. Geçmişimizle hesaplaşmalıyız. Kimsenin bilmediği günahlarımız varsa, onları ortalığa savurmadığı için Yüce Allah’a şükretmeli ve o günahlardan dolayı tevbe etmeliyiz. Taifte insanları İslam’a davet etmek için gittiğinde, Taifliler tarafından taşlanan merhamet Peygamberi Yüce Allah’tan helak istememiş tam aksine; “Ya Rabbi! Dönüşüm Sanadır. Sen benden razı oluncaya kadar tevbe Ya Rabbi” diyerek en dar ve en zor anlarda bile tevbenin gerektiğini öğretmiştir. Yüce Allah onu en zor imtihanla sınadığında bile tevbeye sığınmıştır. Halinden dolayı şikâyet etmemiş, Ya Rabbi üzerimdeki bu belayı kaldır dememiştir. Sana tevbe ediyorum Ya Rabbi. Neden bu haldeyken bile tevbe etmeyi yeğledi? Aslında anlattığı şuydu; isyan edenlerin, bana taş atanların zulmünden, aymazlığından, sana isyanından dolayı tevbe Ya Rabbi. Hz. Peygamber (sav) gibi, sadece günahlarımızdan dolayı değil, çevrenin günah ve isyanlarından, cahillerin cehaletinden ve cefa edenlerin zulmünden dolayı da tevbe etmeliyiz. Üç aylarda Kur’ân-ı Kerîm’in mealini eğer fırsat bulursak tefsirini okuyalım. Her ayeti düşünerek, bu ayetlerin kâinata sunduğu mesajı fark ederek ve hatta notlar alarak okuyalım. Ömrümüz tükenmeden, imkânımız kaybolmadan yüce Rabbimizin evrene gönderdiği son vahiyle kucaklaşalım. Bizim dilimizle, bizim kavramlarımızla konuşan Rabbimizin ne istediğini hatırlama imkânı bulalım. Namazla köprü kuralım, namaz kılma noktasında eksikliğimiz varsa bu hususta kendimizi zorlayalım. Hakkıyla kılınmış olan namaz yüce Rabbimizin bize en büyük mükâfatıdır. Çünkü Müslüman’ın miracı sayılan bu ibadette Yüce Allah’la bire bir konuşma imkânı buluyoruz. Namaz o açıdan bir anlamda nefsi ıslah sayılmıştır. Islah edebilenler için riyasız, gösterişsiz, ıslah dolu bir namazı kılabilenler için namazı, Yüce Allah’ın ziyaretine gidiş, Onun davetine cevap vermek olarak algılayarak namazla aramızı düzeltelim. Kendimize, yapımıza, ihtiyacımıza en uygun dualar edinelim. Hatta küçük bir deftere ihtiyacımız olan duaları yazalım ve gün boyu bunları birer kez okuyalım. Dua rahatlamak için, derdimizi, sırrımızı içimizden veya yüksek perdeden Rabbimize arz etmek için en yüce yoldur.
Esma-ül Hüsna dediğimiz o güzel isimleri her gün bir defa okumak ne kadar faydalı olur. Ey Rahmân, Ey Rahîm, Ey Şâfî; ey esirgeyen, ey bağışlayan, ey şifa veren diyerek. Çoğumuz büyük şehirde yaşıyoruz. Büyüklerimizin bir kısmı ise köylerde. Memleketimizde yaşıyorlar. Üç aylar bir vesîle olsun da onların ellerini öpmeye, dualarını almaya gidelim. Vefat etmişlerin mezarını ziyaret edelim bu günler vesîlesiyle. Hz. Peygamber (sav) recep ayında bolca oruç tutarmış. Kazaya kalmış oruçlarımız varsa bu güzel günlerde kaza niyetiyle oruç tutalım. Yoksa nafile niyetiyle nefsimizi zorlayalım. Tabii ki sağlığı buna imkân verenler için bu sözlerim. Hz. Peygamber (sav) toprakta oynayan çocuklarını üstleri kirlenmesin diye paylayan anneleri gördüğünde şöyle buyurmuştur. “Anneler çocukların oyununu bozmayın. Toprak çocukların baharıdır. Bırakın bahardan nasiplensinler.” Evet, üç aylar da biz büyüklerin baharı. Gelin bahardan nasibimizi alalım.