VARLIK VE DARLIK SINAVI
Dünyada darlık da var, bolluk da. Ancak varlık da devamlı değil, bolluk da. Nice darlıkta olanlar vardır ki, sabır, sebat, metanet ve gayretle darlığın duvarını delerek bolluğa kavuşmuşlardır. Nice varlık içinde olanlarda vardır ki, zirveden yuvarlanıp darlığa doğru yol almışlardır. Dolayısıyla darlıktan bunalıp müştekî olmak doğru olmadığı gibi, varlıkla böbürlenip mütekebbir olmak da doğru değildir. Doğru olan, her iki kesimdeki kimselerin de duyarlı, dikkatli ve dirayetli davranıp, hâline hamd ve halsize himmet etme cihetine gitmeleridir. Rızkı veren yüce Allah’ın dilediğine az, dilediğine de çok vererek kimini darlık, kimini de varlıkla sınava tabi tuttuğunu düşünerek, bu sınavda başarılı olmak için nasiplerine rıza gösterip nail oldukları nimetlere şükürle mukabelede bulunma basîretini göstermeleridir.
Bunlar ve benzeri konularda dile getirdiği doğru ve doyurucu düşüncelerle davetlilerini donatmayı, dolayısıyla varlıklılarla varlıksızlar arasında dostluk ve kardeşlik köprüsü kurarak yekdiğeriyle yardımlaşan ve imkânlarını paylaşan mutlu bir toplum oluşturmayı hedefleyen YOYAV, ilgi ile izlenen kültürel etkinliklerinden birinde daha dostlarıyla mensuplarını buluşturdu.
Üyelerinden Gülten Bozbay, Nimet Boyacıoğlu ve Nurdan Özkavaf tarafından hazırlanıp davasına destek veren dostlarına ikram edilen öğle yemeğinden sonra konferans salonunu dolduran davetlilere duygulu dakikalar yaşatan Dr. İbrahim Ateş verdiği “Varlık ve Darlık Sınavı” konulu konferansında şunları söyledi:
“Dinî ve dünyevî konularda doğruları dinleyip aydınlanarak iş ve uğraşlarında bilinçli ve basîretli davranışlarda bulunmanın zaruretine inanan dikkatli ve dirayetli kardeşlerim, içeriği ilim, fezası fikir, havası zikir ve hedefi şükür olan böylesi bilimsel toplantıların tanzim edildiği bilgi bahçemizin estirdiği ilim ve irfan havasını teneffüs etmek için salonumuzu şereflendiren kıymetli konuklarımız, basınımızın değerli temsilcileri!
Beyinleri bilgi, gönülleri iman, ilgi ve sevgi ile doldurup, davranışları doğruluk, dostluk ve kardeşlik duyguları ile donatmayı hedefleyen Vakfımızın düzenlediği “Varlık ve Darlık Sınavı” konulu konferansımıza katılarak gayretimizi kamçılayan güzîde heyetinizi en içten ve samimî duygularımızla selamlıyor, sağlık ve saadette daim olmanızı diliyorum. Hayat boyu katılacağımız her sınavda muvaffak olmamız temennisiyle sözlerime başlarken size, bize, yüce milletimize ve dünyanın dört bir yanında Yaradan’a yönelip yücelme yoluna giren herkese yaşadığı varlık veya darlık sınavını başarmanın bahtiyarlığı içinde mutlu bir hayat ve umutlu bir gelecek niyaz ediyorum.
Her şeyden önce, herkes tarafından bilinmesi ve kabul edilmesi gereken önemli bir gerçeğin altını kalın çizgilerle çizerek belirtmek isterim ki, herkesi ve her şeyi Yaradan yüce Allah olduğu gibi, varlık ve darlığı da Yaradan O’dur. Dolayısıyla varlık da darlık da insan içindir. Hayat sıkıntılar ve sınavlarla doludur. Varlık içinde olan şımarmaya, darlık içinde olan da darılmaya tevessül etmemelidir. Her ikisi de hayat boyu bir sınav içinde olduğunu bilmeli, durumunu dikkatle değerlendirmeli ve sınavdan başarıyla çıkmanın gayreti içinde olmalıdır. Varlıklı varlıksızı gözetmeli, varlıksız da sabır ve sebat gösterip sıkıntıdan sıyrılmanın çabası içinde olmalıdır.
Varlıklı varlıksız herkes, dünyaya geldiği andan hayata gözlerini yumacağı ana kadar çok ve çeşitli sıkıntılarla karşılaşacağını bilmeli ve onları göğüsleyip güzellikleri gerçekleştirmenin gayreti içinde olmalıdır. Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerîm’in Beled Suresi’nin 4. ayetinde vurgulanan: “Andolsun ki biz, insanı (yüzyüze geleceği nice) zorluklar içinde yarattık.” mealindeki ilahî uyarıyı göz önünde bulundurarak karşılaşacağı zorlukları aşıp amaca ulaşmaya çalışmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, yaşayan her insan, hayatı boyunca her an bir sınava tabi tutulmaktadır. Bu sınav, sürekli ve gerekli olan bir sınavdır. Her halde, her yerde, her zaman yapılan bir sınavdır. Kişilerin keyfine bırakılan ihtiyârî bir sınav değil, herkesin her an içinde olduğu kaçınılmaz olan bir sınavdır. Dönem veya sene sonu yapılan sınavlar gibi belirli aralıklarla yapılan sınavlara benzemez. Ömür boyu süreklilik arz eden bir sınavdır. Kuralları kat’i, görevlileri gayretli, konuları kapsamlı, deneticileri dikkatli ve gözeticileri güçlü olan bir sınavdır. İnsanların tümü bu sınava tabidir. Kimi varlık, kimi darlıkla, kimi tokluk kimi açlıkla, kimi sağlık kimi hastalıkla, kimi imkân kimi imkânsızlıkla, kimi işi kimi aşıyla, kimi eşi kimi kardeşiyle ve daha nicesi nicesiyle sınanmaktadır. Ne mutlu bu sınavları başarıyla bitirip cennete girdirecek puanı alanlara. Ne yazık sınavları kâle almayan veya geçerli puan almayanlara.
Şimdi buyurun bu sınavlara dikkatimizi çeken ayetlerden biri olan Mülk Suresi’nin 2. ayetini birlikte okuyalım: “O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” Bu ayet-i kerimenin incelendiğinde de anlaşılacağı üzere, hayat anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat bir hayırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu faaliyetlerin karşılığını bulacağımız ebedî varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktası ve Peygamberimiz (S.A.V.)’in de belirttiği gibi bir uyarıcıdır.
Var olmak, varlıklı için de varlıksız için de büyük bir nimettir. Dolayısıyla var olmak yok olmaktan hayırlıdır. Var olmanın kıymetini bilmemek ve var olduğu halde yer alması gereken iyilik ve güzelliklerde varlık göstermemek de yok olmaktan farksızdır. Var olma nimetinin şükrü, var edene ibadet ve taatta bulunmak ve Hakkın rızası doğrultusunda halkın hizmetine yönelik iş ve uğraşlarda varlık göstererek sahip olduğu imkânları o doğrultuda değerlendirmektir. “Nimetim çok, külfetim yok olsun” denilemez. Külfet nimete mütenasip olur. Nimet arttıkça külfet de artar. Bu gerçek aslâ göz ardı edilmemelidir.
Başta hayat olmak üzere akıl, kalb, bilgi, beceri, tecrübe, düşünce, hayal ve daha sayamadığımız o kadar duygularımız ve artı değerlerimiz var ki, bütün bunlar hayatı çekilmez hâle getirmek için verilmemiştir. Hayat musibetlerle, sıkıntılarla, dertlerle ve hastalıklarla gelişir, saflaşır, olgunlaşır ve güçlenir. Tek düze bir hayat, sıradan geçen günler makbul görülmez, bir anlam da taşımaz.
Dikensiz gül bahçesi olur mu? Kış mevsimi fırtınayla, doluyla, yağmurla ve yoğun karla geçecek ki, bahar bereketli olsun ve bollukla gelsin.
Dünyada zıtlıklar iç içedir. Güzelliğin derecesi, içine çirkinlik girince anlaşılır. Karanlığın yoğunluğu ışığı daha çok parlatır. Rahmete ulaşmak isterseniz zahmet göreceksiniz, zorluklar olmadan kolaylıklar ortaya çıkmaz, darlık olmadan bolluğun kıymeti anlaşılmaz, hastalık olmadan sağlık nimetinin kıymeti bilinir mi?
Bunlar gibi sıkıntı olmadan ferahı, musibet olmadan saadeti, şer olmadan hayrı, şeytan olmadan meleği, kötüler olmadan iyileri, günah olmadan sevabı, hatta Cehennem olmadan Cenneti de anlayamayız.
Yüce Allah dağına göre kar verir. Küçük tepelere 15-20 santim kar toplanırken, koca dağlara metrelerce kar birikir.
İnsana da Cenab-ı Hak kaldırabileceği kadar yük verir, üstesinden gelebileceği kadar dert verir, sabır gösterecek kadar musibet verir.
Hiç kimselerin yardım edemediği, bir türlü içinden çıkamadığınız, “artık kabullenmek zorundayım” dediğiniz bir probleminiz olduğunda en güçlü yardımcınız nedir?
Bütün sıkıntılara karşı “sıkıntı geçirmez” bir zırh tahayyül edin. O zırhı giyiyorsunuz ve hiçbir hüzün giremiyor kalbinizden içeri. Kimden hangi sıkıntı gelirse gelsin takılıp kalıyor zırhın örgülerine. Nereye baksak bir sıkıntı, hüzün, haksızlık, zulüm gördüğümüz yeryüzünde bütün dertlere karşı giyebileceğimiz koruyucu bir zırhınız var: Sabır.
Sabır zırhını giydiğiniz zaman karşılaştığınız soruna karşı o kadar pervasız hale gelirsiniz ki bazen siz bile şaşırabilirsiniz. Çünkü artık öfkelenemez hale gelmişsinizdir. Sabredersiniz çünkü sabrın mükâfatını bilirsiniz. Sizin cevap verebileceğiniz, hakkınızı alabileceğiniz bir mekân olduğundan eminsinizdir. Dertlerinizin dermanını veren, bütün kâinatı Rahmetiyle kuşatan bir Rabbe inanmışsınızdır çünkü. O varken bütün şikâyetlerinizi dinleyen ve cevap veren, niye mutsuz olasınız ki?
Sabır, insanın güçsüz kaldığında Yaratandan yardım istemesidir, O’nun rahmetine yönelmesidir. Hasan Basrî der ki: “Allah katında iki yudumdan daha hoş bir içecek yoktur. Birincisi acıklı bir musibetin gam ve kederini yutup onu güzel bir şekilde savmaktır. İkincisi de öfkeyi yutup onu yumuşaklıkla savmaktır.”
Zünnun-u Mısrî de sabrı tanımlarken şöyle der: “Sabır, insanı yasaklardan uzak tutar. Belanın acılarını yudumlarken sükûnetini ve vakarını muhafaza eder. Fakir düştüğünde de zengin görünmesini sağlar.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia Adeviyye Hazretleri ile ilgili olarak Mâlik bin Dinâr Hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Rabia’nın yanına gittim. Abdestini almış, kalan sudan bir kaç yudum da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve: “Ey Rabia! Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım” dedim. Bana dönerek: “Yâ Mâlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allah Teâlâ’dır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?” dedi. Ben de “Hayır, hiç öyle olur mu?” dedim. Bunun üzerine “Mâdem ki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne lüzum var. O, öyle istiyor, biz de O’nun istediğini istiyoruz” diye cevap verdi.
Öte yandan varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha şiddetlidir. Sabırlı kuldan daha önemsiz değildir şükredebilen kul. Hz. Yusuf’un kuyudaki hâlinden, hapisteki vaziyetinden daha ehven sayılamaz sarayda yaşadığı iltifatlı dönemler. Kardeşlerinin koruma ve şefkatine muhtaç olduğu anın melali daha çetin değildir kardeşlerinin onun nafaka ve ikramına ihtiyaç arzıyla geldiklerinde takınacağı tavırdan. “Hayır, bugün kınama yoktur” diyerek adeta teselli etmiştir kardeşlerini o kerim oğlu kerim... Yüce Peygamberimiz (S.A.V.) de aynı edepli davranışla seslenmiştir, kendisini yurdundan eden, kendisini öldürmek isteyen ve kendisine her türlü zulmü reva göre kavmine, fetih gününde.
Peygamberimiz (S.A.V.)’in insanlarla münasebetlerinde dikkat çekici yönlerden biri de kesinlikle zengin-fakir ayırımı yapmamasıydı. O’nun nazarında zengin-fakir, büyük-küçük, efendi-köle; herkes eşitti.
İslam’ın ilk yıllarında Peygamberimiz (S.A.V.)’in çevresinde genellikle genç ve fakir kimseler bulunuyordu. Allah Resulü, etrafını alan bu ilk kadronun, bu fakir insanların bir gün cihan çapında bir inkılâp yapacak kadro olduğunu daha işin başında biliyor ve attığı her adımı ona göre atıyordu.
Nitekim bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Fakirleri arayınız, onları görüp gözetiniz. Zira siz ancak fakirler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz.” Sahabeden Ebû Zer Hazretleri, Peygamberimiz (S.A.V.)’in kendisine tavsiyelerini anlatırken, bunlardan birinin, yoksulları sevip onlara yakın olmak olduğunu söylemiştir.
Kıymetli kardeşlerim!
Günümüzde dünyanın bazı coğrafyalarında insanlık onuruna yakışmayacak şekilde sefalet içinde yaşayan yoksullar vardır. Yine dünyanın bazı yerlerinde de bu yoksullara seyirci kalan büyük çapta zenginlerin olduğu da bilinmektedir. (Zaman, Ahmed Şahin)
Kur'an-ı Kerim, dünyadaki yoksullara ilgisiz kalan servet sahiplerine ibret olması için Karun'un zenginliğini anlatmış, sonunda bunca servetiyle yerin dibine batışına da (yoksullara ilgisiz kalan) servet sahiplerinin dikkatlerini çekmiştir.
Öyle ise biz de dikkatlerin çekildiği bu olaya bir göz atalım. Bakalım tarihin en zengin adamından günümüzün en zenginlerine ne mesajlar var bir görelim.
Bilindiği üzere Karun, öğrendiği kimya bilgisiyle kısa zamanda çevresinin en zengini hâline gelmiş ama, hiçbir yoksulun da yardımına koşmamıştır. Hz. Musa:
— Rabbimiz kimi insanları varlıkla kimini de yoklukla imtihan eder. Senin imtihanın da varlıkla oluyor. Sakın çevrendeki yoksullara ilgisiz kalmayasın.. uyarısında bulununca:
— Ben bu serveti kendi emeğimle kazandım, yoksula yardım etmek borcunda değilim! diyerek de sefalet içinde inleyenlere ilgisiz kalmaya devam etmiştir.
Buna rağmen Hz. Musa (as), Karun'u hırsıyla baş başa bırakmayıp ikazlarını sürdürünce, rahatsızlık duymaya başlayan Karun, O'nu halkın gözünden düşürüp de etkisiz hâle getirmek için bir komplo hazırlar. Hz. Musa, büyük bir kalabalığın içinde vaaz verirken ayağa kalkıp konuşmaya başlayan bir kadın:
— Ey insanlar beni dinleyin! diyerek herkesi kendine baktırır, ama söyleyeceği sözün gerisini getiremeyince mecburen gerçeği anlatmaya başlar:
— Karun bana, Musa'ya iftira etmem için bir kese dolusu altın verdi, gerçi ben kötü bir kadınım ama Allah'ın Peygamber'ine iftira edecek kadar da âdî biri değilim, işte bana verdiği, diyerek ortaya attığı kesenin ağzı açılır, içindeki altınlar da ortaya saçılır.
Karun'un işi, Peygamber'e iftiraya kadar vardırışı, Allah'ın (cc) gayretine dokunur. Duasını kabul edeceğini bildirdiği Hz. Musa da bunun üzerine ellerini açıp şöyle dua eder:
— Yâ Rab, kendisine ikram edilen bunca servetin gereğini yerine getirmeyip de işi bir Peygamber'e iftiraya kadar götüren Karun'a layık olduğunu ver, kendinden sonra gelecek yoksullara yardım etmeyen tüm zenginlere de ibret olacak sonucu yaşat!
Bundan sonra Karun'un çiftliğinde dehşetli bir deprem olur, ortasından yarılan toprak Karun'u malıyla, mülküyle, çiftlikteki tüm varlığıyla yerin dibine aşağı çekerken Karun'un feryatları duyulur:
— Ya Musa! Beni kurtar, yoksullara fazlasıyla yardımda bulunacağım!
Ne var ki yaptıkları gayret-i İlahîye dokunmuştur, cezasını bulacak; kendisinden sonra yoksula yardım etmeyen zenginlere mesaj verecek bir sonucu yaşayacaktır.
Ancak buna rağmen Rabbimiz yine de Hz. Musa'ya şöyle hitap eder:
— Eğer Karun yerin dibine aşağı batıp giderken 'Yâ Musa!' diye kulumu değil de, 'Yâ Rab!' diye beni yardıma çağırsaydı yine de ona yardım edip kurtarırdım. Ama buna rağmen o benden değil kulumdan yardım istedi, cezaya müstahak olduğunu bir daha göstermiş oldu.
Karun'un yerin dibine aşağı batışını gözleriyle gören yoksullar, 'İyi ki Karun gibi zengin olmadık.' diyerek hallerine şükrederlerken, yoksula yardım etmeyen servet sahiplerini de 'Karun gibi zengin adam' diye tarif etmeye başladılar.
Demek ki, dünya zenginlerinin büyük imkânlara sahip olmaları, Allah'ın büyük bir ikramına mazhar olmaları demektir. Ancak bu İlahî ikramın gereği olan yoksula yardım mükellefiyetleri yerine getirilir, Karun gibi ihtiyaçtan inleyenlere ilgisiz kalarak bir kriz musibetine davetiye çıkarmazlarsa tabii.
Varlık da geçer, darlık da. Yaradan’a kul olup, yaratıklarına kol gerenlerle sıkıntılara katlananlar kazanır.