VEFATININ 900. YILDÖNÜMÜNDE İMÂM-I GAZÂLÎ
Bilginleri anmak bilgilenmeye, iyileri anmak da iyilerden olmaya yol açar. Büyükleri rahmet ve mağfiretle yad etmek ise yollarına girmeye ve yanlarında yer almaya vesîle olur.
Bu inanç ve anlayışla din ve devlet büyüklerini doğum veya ölüm yıldönümlerinde anarak ruhlarını şâd etmenin yanında, onları günümüz insanlarına tanıtmanın gayreti içinde olan YOYAV, bugüne kadar birçok bilgin ve mâ’nâ büyüğünü hürmet ve muhabbetle anarak haklarında aydınlatıcı açıklamalarda bulundu.
Bu cümleden olarak büyük islam âlimi İmâm-ı Gazâlî’yi de ölümünün 900. yıldönümü dolayısıyla 19 Aralık 2011 Pazartesi günü düzenlediği anlamlı bir toplantıda andı.
Bazı YOYAV kursiyerleri ile mensuplarının yoğun ilgi gösterdiği toplantıda konuşan Dr. İbrahim Ateş, İmâm-ı Gazâlî’nin ilmî, fikrî, felsefî ve tasavvufî yönleriyle ilgili bilgiler verdiği konuşmasında şunları söyledi:
“Din ve devlet büyüklerini anmanın ve anlatmanın anlam ve önemini idrak eden kıymetli konuklarımız, ilme ve ilim ehline hürmet ve muhabbetin mâ’nâ ve mâhiyetini müdrik olan muhterem kardeşlerim, basınımızın güzîde temsilcileri!
İslam âleminin medâr-ı iftihârı ve mümtaz simalarından biri olan büyük âlim, mütefekkir, müctehid ve mutasavvıf İmâm-ı Gazâlî’nin ebediyete intikalinin 900. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz böylesine manalı ve muhtevalı bir toplantıda siz saygıdeğer misafirlerimiz ve vefakâr kardeşlerimizle biraraya gelmenin haz ve huzuru içinde hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, gösterdiğiniz ilgi ve ihtimamdan dolayı takdir ve teşekkürlerimizi arzederek hoşgeldiniz diyorum.
900 yıl önce ruhunu Rahman’a teslim ederek irtihâl-i dâr-ı bekâ eyleyen ve geçen bu kadar uzun bir süre içinde müslümanların gönüllerinde taht kurup herkes tarafından rahmet ve mağfiretle anılan İmam-ı Gazâlî unutulmadı, anlatıldı ve gönüllerde yaşatıldı. Adı dillerden, sevgisi gönüllerden, eserleri ellerden eksik olmadı. İlmi, irfanı ve ihlasıyla inanan insanların gönüllerini fethetti. Peki, 9 yıl önce ölenlerin çoğunun isimleri bile akla gelmezken 900 yıl önce vefat eden bu büyük insanın unutulmayıp gönüllerde yaşatılmasının sebebi ne idi? Bugün burada sizinle birlikte bu sebebi araştıracak, bulacağımız sonucu siz ve sizler gibi dostlarımızla paylaşmaya çalışacağız. Mevlâyı Müteâl Hazretlerinden bana anlatıp aktarmada, sizlere dinleyip değerlendirmede ve hepimize Gazâlî gibi İslam büyüklerini örnek alıp izlerinde olmada tevfîkini refik etmesini niyaz ediyorum.
Gazâlî kimdir? Hayatını nerelerde ve nasıl geçirmiştir? Hangi eserini nerede ve hangi ortamda yazmıştır? Bunlar ve benzeri sorulara cevap olacak bazı özet bilgileri O’nunla ilgili yazılan kitap ve makalelelerden derleyip dikkatinize getirmek istedim. Gazâlî’yi tanımamıza ve tanıtmamıza ışık tutacağına inandığım bu açıklamaları sizlerle paylaşırken manevî huzurunda olmanın haz ve huzuru ile O’nu bir kere daha rahmet ve mağfiretle anıyor, yüce Allah’tan hepimize şefaatini niyaz ediyorum.
Asıl ismi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed'dir. Künyesi Ebû Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm ve Zeyneddîn'dir. Gazâlî nisbesiyle meşhurdur.
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, bugün bir kısmı İran toprakları içinde kalan Horasan bölgesinde Tus şehrinin Gazale köyünde M. 1058 (H. 450) yılında doğdu ve Tûs'un yakınlarındaki Tabira kasabasında M. 1111 (H. 505) yılında vefat etti.
İslâm dünyasında Hüccetü'l-İslâm (İslâmın ispatlayıcısı) olarak tanınan İmâm-ı Gazâlî, Selçuklu döneminde yaşamış, İslama yönelen hücumlara, dine yapılan taarruzlara karşı müdafaalarda bulunmuş, dinin anlaşılması için tartışmaya açılmış olan meselelere çözümler getirmiş bir müceddid (dinin yenileyicisi)dir.
İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin babası fakir ve sâlih bir zattı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allah Teâlâ'dan kendisine âlim olacak bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî'yi ve diğer oğlu Ahmed'i hayır sahibi ve zamanın sâlihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:
"Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!"
Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; "Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çareyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum." dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saâdetine kavuştular.
Kardeşi ile bir medreseye kaydolup okumaya başlayan Muhammed, sonraları bu durumlarını anlatırken der:
"Aslında biz medreseye ilim elde edip, ma’îşetimizi te'min etmek için girmiştik. Ama ilim öyle azizdir ki, kendisini dünyevî şeylere âlet ettirmedi, bizi Allah için çalışmaya yöneltti."
İmâm-ı Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan'a gitti. İmâm Ebû Nasr İsmâilî'den bir müddet ders aldı. Sonra Tûs'a döndü. Cürcan'dan Tûs'a dönerken başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: "Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; "Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?" diye sorunca; "Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kâğıtlardır." dedim. Eşkıyaların reisi güldü; "Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun." dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allah Teâlâ yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tûs'a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan'da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı."
Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur'a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden olan İmâm-ül-Harameyn Ebü'l-Meâlî el-Cüveynî'nin talebesi oldu. Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alâka gösterdi. Burada usûl-i hadîs, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukuku ve münazara ilimlerini öğrendi. Ebû Hâmid er-Rezekânî, Ebü'l- Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.
Nişabur'da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmîsi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizâmülmülk'ün daveti üzerine Bağdat'a gitti. Nizâmülmülk'ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitabet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan oluyorlar ve tutunamıyorlardı. Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizâmülmülk, şimdiki tabirle onu Nizâmiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti. Bu üniversitenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebû Mansûr Muhammed, Muhammed bin Es'ad et-Tûsî, Ebü'l-Hasan el-Belensî, Ebû Abdullah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitâbü'l-Basît fil-Fürû, Kitâb-ül-Vesît, El-Veciz, Meâhiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.
Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Lâtin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitâbı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyanın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî hazretleri dünyanın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tazelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:
"İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lâzımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyûn, Tabîiyyûn ve İlâhiyyûn olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyûn sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabîiyyûn; bunlar da âhiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlâhiyyûn, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid'at ve küfürden kurtaramamışlardır." Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve itikâdlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla beraber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, filozof değil müctehiddir. Zaten İslâmiyette felsefe ve filozof olmaz. İslâm âlimi olur. İslâm dininde felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî'yi vekil bırakarak Nizâmiye Üniversitesi'ndeki görevine ara verdi ve Bağdat'tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyahatler yaptı.
Dört yıllık Nizamiye başmüderrisliği esnasında kendisini gölgede bırakacak bir başka âlim çıkamaz. İtibar, nüfuz, makam, mevki, devlet büyükleri nezdinde hürmet ve saygı en yüksek noktada...
İşte tam bu sırada Gazâlî'de müthiş bir ruhî inkılâp meydana gelir. Herkesin, gıpta ve imrenme ile baktığı zirvedeki halini, o aldatıcı, oyalayıcı bir ihlâssız hâl olarak değerlendirmeye başlar.
Gazâlî, Nizamiye'nin başmüderrisi iken gösterilen itibar ve hürmetin zirveye çıktığı bir sırada, Abbasî halifesi ve Selçuklu Başvezirinin büyük ikram ve izzetlerine rağmen tatmin olmayıp iç âlemine, kendi tefekkürüne dönmeye başlayınca, kesin kararlar verir.
Bu sebeple dört yıldır süren meşhur başmüderrislik vazifesinden istifa ile Şam'a doğru yola çıkar. Mânâ büyüklerini ziyaret edip, tasavvuf ehlinin hâllerini inceledikten sonra Şam'ın meşhur Camii Emeviye'sinin geniş minaresi içinde inzivaya çekilir ve bu inziva, tam on bir yıl sürer.
Bu sırada zaman zaman mütevazi gruplara vaazlar verip, sohbetler yapan Gazâlî, eserler yazıp, tefekküre de dalmış, insanların hâlini, iltifat ve ikramlarının fânîliğini, insanı gerçeğin tatmin etmesi gereğini pek açık seçik anlamış, derin feyizlere ve ilhamlara mazhar olmuştur. Tabiri câizse işte asıl mürşid Gazâlî, bundan sonra meydana gelmiştir.
Nitekim başmüderrisliği senelerindeki şöhretli günlerini anlatırken şöyle demektedir:
"Kendi durumuma baktım, bir de ne göreyim, dünyevî alâkalar içine dalmışım: Onlar beni her taraftan sarmışlar. İşlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli, okutup, öğretmekti. Fakat bu sahada da âhiret için ehemmiyetsiz ve faydasız şeylerle uğraşmışım!.. Zira öğretim sırasındaki niyetimi düşündüm. Baktım ki, Allah rızası için değil, mevki ve şöhret hissiyle hareket etmişim. Bu hâlimle uçurumun kenarına geldiğime, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim."
Görülüyor ki, büyük ilim ve mâneviyat adamı, bizlerin sevap derecesinde gördüğü birçok hususları bile riyâ ve ihlâssızlık karışıyor endişesiyle terkediyor, çok derin bir ihlâs ve mânevî temizlik ameliyesine girmekten çekinmiyor.
Elli beş senelik ömrü azizinin yarısından sonrasında böylesine bir rûhî inkılâb geçirip kısmen dünyaya bakan eski Gazâlî'yi terkederek tamamıyla âhireti esas alan yeni Gazâlî'ye geçen İmam-ı Muhammed, bundan sonra kaleme aldığı eserlerinde daha başka bir ihlâs ve mânevi değerler manzumesi işlemeye muvaffak oluyor.
Nitekim Gazâlî, Şam'daki Emeviye Camii'ndeki on bir senelik inzivadan sonra kendi memleketi olan Tûs'a dönüşünde evinin iki yanına iki tane de âhiret evi mânâsında ek bina inşa ettiriyor. Birinde fıkıhçıların kaldığı, ötekisinde ise ehli tarikatın sâkin olduğu bu iki dershaneye de nöbetleşe giriyor, onların arasında ömrünün son günlerini yaşarken, hem Şafiî fıkhı, hem de ehli sünnet tasavvufu konusunda bilgi veriyor, feyiz ve ilhamlara sebep oluyordu.
Şam'da kaldığı süre içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulûmiddîn'i yazdı. Daha sonra Kudüs'e gitti. Burada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl'ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allah Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs'te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat'a döndü. Nizâmiye Üniversitesi'nde, Şam'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs'a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı Ed-Dercülmerkûm kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakîm, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasîhât ül-Mülûk ve Et-Tibr-ul-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk'ün ricası üzerine bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesi'nde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i zehebin büyüklerinden olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Onun huzurunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyâlık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesi'nde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tûs'a döndü.
Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün son yıllarını Tûs'ta geçirdi. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i sâlihîne (Ehl-i Sünnet îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü'l-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini yazdı.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yaşadığı devirde İslâm âleminde siyasî ve fikrî bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat'ta Abbâsî halifelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Bey’in, Alparslan'ın ve Melik Şah’ın devirlerini yaşadı. Melik Şah’ın kıymetli veziri Nizâmülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslâm üniversitelerini açıyordu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmâiliyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır'da Şiî Fâtımî Hânedânı çökmeye başlamış, Avrupa'da ise Endülüs İslâm Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de İmâm-ı Gazâlî hazretleri zamanında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan'ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu'yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya'yı ve bir yıl sonra da Kudüs'ü ele geçirmişlerdi (1096).
İslâm âlemindeki bu siyasî karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında îtikât birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslâm inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin mânâsını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtınîler ve Mûtezile ile diğer fırkalar İslâm îtikâdını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üstlenmiş olan İslâm âlimlerinin başında aklî ve naklî ilimlerde zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddîdi olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri geliyordu.
O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslâm adıyla meşhur olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, İslâmın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibiydi. Hadis ve Usûl-i Hadîs ilimlerinde ilim deryası olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakikatini, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve neticede İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.
Büyük hadis âlimi Hâfız Zeynüddîn Ebü'l-Fadl Abdurrahmân el-Irakî, 1353 yılında İhyâ'daki hadisleri teker teker ele almış, herbirinin kaynak ve senetlerini araştırmış, bulmuş ve bunları 4 ciltlik Tahrîcü Ehâdîs-il-İhyâ isimli eserinde toplamıştır. Bu gayretli çalışması tam 40 yıl sürmüştür.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri H.505 (M.1111) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur'ân-ı Kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: "Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun." dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı:
Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
"Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallâhi siz de kaçın buna ölüm demekten."
…….
Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.
…….
Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.
Son sözüm olsun, "Aleyküm selâm" dostlar.
Allah selâmet versin, diyecek başka ne var?
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler "Size ne oldu?.. Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?.." dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:
"İmâmın nâşını mezara koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. "Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyidü'l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy." Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin."
İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, zamânındaki devlet adamlarının ikrâm ve iltifâtlarına kavuşmuştu. Onlara zaman zaman nasihat ederek ve mektup yazarak hakkı tavsiye etmiş, Müslümanların huzûr ve refâhı için duâ etmiştir.
Bunlardan Selçuklu Sultânı Sencer'e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmıştır:
"Allah Teâlâ İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasîbdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.
Dünya padişahlığı, nihayet bütün dünyaya hâkim olmaktan ibarettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.
Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allah Teâlâ'nın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.
Bu ebedî padişahlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir." Mademki Allah Teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adaletle iş yapmak, altmış yıl ibadetten efdal olacak dereceye varmıştır.
Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: "Dünya kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misali iyi düşününüz ve daima göz önünde tutunuz…"
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin buyurduğu güzel sözlerden bazıları:
* Allah Teâlâ'nın verdiği nimeti, O'nun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı nîmettir (nimeti inkâr etmektir).
* Belâya şükretmek lâzımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka belâ yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir.
* Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!
* Bil ki, kalple gıybet etmek, dille etmek gibi haramdır. Bir kimsenin noksanını, kusurunu başkasına söylemek doğru olmadığı gibi, kendi kendine söylemek de câiz değildir.
* Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.
* Allah Teâlâ'nın, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allah Teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.
* Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O hâlde bu günü elden kaçırmamak bunu saâdete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.
* Ey nefsim, sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi bugün tövbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.
Eserleri:
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. O kadar çok kitap yazmıştır ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000'e ulaştığı, Mevdûât-ul-Ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400'ünün isimleri Şeyh Ebû İshak Şîrâzî'nin Hazâin kitabında yazılıdır.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin en kıymetli eseri İhyâ'sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi, Tasavvufun Zaferi isimli eserinde, "İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâu-Ulûmiddîn kitabı öyle kıymetli bir eserdir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in hadislerinin mânâlarını Müslümanlara anlatmak ve Allah Teâlâ'nın kullarına, doğru yolu göstermek, huzur ve saâdete kavuşturan İslâm ahlâkını öğretmek için din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifayet ederdi." demiştir.
Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmâm-ı Gazâlî'nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tânesinin listesini vermiştir. 1959'da dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve Hazreti İmâm'ın kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin vefâtından sonra İslâm dünyasının maruz kaldığı Moğol felâketi esnasında yakılıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazâlî hazretlerinin sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.
Eserlerinden bazıları:
İhyâu-Ulûmiddîn, Kimyâ-ı Seâdet, Cevâhir-ül-Kur'ân, Kavâid-ül-Akâid, Kitâb-ül-İktisâd fil Îtikâd, İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelâm, Mizân-ül-Amel, Dürret-ül-Fâhire, Eyyüh-el-Veled, Kıstâs ül-Müstekîm, Tehâfüt-ül-Felâsife, Mekâsıd-ül-Felâsife, El-Munkızu Aniddalâl, El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnîf fit-Tasavvuf.
İmâm-ı Gazâlî'nin İslâm eğitim ve ahlâkı üzerinde getirmiş olduğu yenilik, İslâmın özünden uzaklaşma yoluna girmiş olan Müslümanları ahlâkî eğitime tabi tutmuştur. En mühim eseri olan İhyâu Ulûmi'd-Din, başta iman ve ibadet olmak üzere, ahlâk sahasında çok ciddî bir hizmet görmüş, dokuz asırdır tazeliğinden bir şey kaybetmemiştir.
İmâm-ı Gazâlî'yi halka tanıtan hacımca küçük, fakat tesiri bakımından büyük olan eseri Eyyühe'l-Veled olarak bilinen ve dilimizde Ey Oğul şeklinde bilinen eseridir.
Gazâlî, "Ey oğul"un pîri ve üstadıdır. Bu alanda yapılmış olan çalışmanın ilki ve en mükemmelidir. Diğer çalışmalar büyük ölçüde bu kitabın üzerine bina edilmiştir.
Birçok dünya diline çevrilen, UNESCO tarafından da yayınlanan Ey Oğul, batıda ve doğuda okuma rekoru kıran bir eserdir. "Müslümanın yirmi dört saati" demek olan bu kitap, ayrıca bir öğüt ve nasihatler bütünüdür.
Bu çeşit çalışmaların tamamında olduğu gibi, İmâm-ı Gazâlî'nin bu eserinin baş kısmında iman ve İslâm'ın esasları ile birlikte, ibadet konuları işlenmektedir.
Ey Oğul!
Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle kork. O’na kulluk görevini gereği gibi yap. Haram kıldığı şeylerden mümkün olduğu nispette kaçın. Allah’ın saadete uzanan yolundan ayrılma. Hayatını düzene sokan emirlerini sakın ihmal etme ki, yaşayışın sıhhat bulsun, gözlerin aydın olsun. Çünkü gizli ve kapalı hiçbir şey Allah’tan gizli ve kapalı değildir.
Aklının hemen kabul etmeyeceği şeyi söyleme. Lüzumsuz laftan, çok gülmekten, şaka ve alaya almaktan, din kardeşinle tartışmaktan sakın. Böyle yapmak saygı değerliği götürür, kin ve düşmanlık kapılarını açar.
Ey Oğul!
Ağırbaşlı, terbiyeli, saygılı ve nezaketli olmaya çok dikkat et ve itina göster. Ancak böyle yaparken gurura kapılma. Sonra senden bu sıfatla söz edilir. Halka tepeden bakma. Sonra senden bu sıfatla bahsedilir.
Dostuna da düşmanına da hoşnutluk göster. Başkasına eza ve cefa etmekten kendini alıkoy ve bunu onlardan korkup ürktüğün için de yapma. Sadece iyi bir huy olduğunu düşünerek öyle davran.
Ey Oğul!
Fayda sağlayacak fırsatları kaçırma. Muhtaç olduğun şeylere iyice sahip çık. Görülmesini acele ettiğin işlerinde dikkatini başka taraflara dağıtma. İçinde bulunduğun toplumun âdet ve geleneklerine saygılı ol. Âhirette seni rüsvay edecek çirkin âdet ve geleneklerden sakın. Bir şeyin neticesini iyice düşünüp hesaba katmadan o şeyi yapmakta acele etme.
Bir meseleyi yazarken gereksiz kelime kullanma. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalış. Sonu gelmeyecek arzular peşinde koşmak, sapıklıktır. Başkasını kınayan ve hep kusur söyleyen adamın dostu olmaz. Din süslerin en güzelidir. Kuru gürültü, boş yere vakit harcamaktır. Sarhoşluk insanlıktan uzaklaşıp şeytanlaşmaktır. Yapılan bir akdi bozan kimse sırtına bir kin yüklenmiş olur. Yumuşak söz büyüklerin ahlâkındandır.
Ey Oğul!
İnsanın hanımı huzur ve sükûnet kaynağıdır. Bir kızla evlenmek istediğinde ailesini iyice araştır ve öğren. Çünkü temiz ve asil bir aile tatlı meyveler yetiştirir. Bilmiş ol ki kadınlar parmaklarımız kadar birbirinden farklıdırlar. Şirret ve karaktersiz kadından sakın. Onların dış görünüşlerine aldanma, böyleleri kocasına karşı kaba ve hırçındır. Kocası kendisine saygılı olduğu zaman bunu bir üstünlük sanar. Hiçbir iyiliğe karşı teşekkür etmesini bilmez. Az şeye de hiç kanaat etmez.
Ey Oğul!
İki çeşit dost ve kardeş vardır. Birisi, başına bir bela geldiği zaman seni korur; diğeri de mutluluk ve ikbal günlerinde senin dostundur. Belâ gelip ikbalden düştüğünde dostluk yüzünü gösteren kardeşi hakiki kardeş ve dost bil ve dostluğunu korumaya çalış. Saadet günlerindeki dosta pek güvenme. Sıkıntılı günlerinde dostluk bağını uzatmıyorsa, onu düşmanların düşmanı bil.