YAŞLILARIN YERİ YAVRULARININ YANIDIR
Yaşlı dünyamızda yaşayan insanların önemli bir bölümünün yaşlılardan oluştuğu bilinmektedir. Genç ve güçlü oldukları yılları geride bırakıp, yıpranmış vücutları, soluk renkleri ve hastalıklı halleriyle hayatlarının hitamına yaklaştıkları anlaşılan bu insanlar, herkesten çok ilgi ve ihtimamla hürmet ve himâyeye muhtaçtırlar. Belleri bükülen, dişleri dökülen, dizleri tutulan ve elleri titreyen bu büyüklerimizi baştacı edip, âhir ömürlerini huzurlu ve mutlu geçirmelerine vesîle olacak duyarlı davranışlarda bulunmamız, milletçe mükellef olduğumuz bir insanlık görevidir.
Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 18-24 Mart tarihleri arasındaki Yaşlılar Haftası dolayısıyla yayınladığı mesajında belirttiği üzere, günümüzde bir çok ülkede toplumsal örgütlenme ve ekonomik alan için ciddî bir sorun olarak görülen yaşlanma, yaşlılarda daha çok yalnızlaşma olarak hissedilmektedir. Millet olarak ne mutlu bize ki yaşlılarımızı yük olarak görmeyen, tam aksine onlara ihtimamla ve sevgiyle yaklaşmamızı sağlayan bir kültüre sahibiz.
Bizleri bu kültürle besleyip büyüten büyüklerimizi ihmal etmemiz, inancımız ve insanlığımızla bağdaşmayan yanlış bir yaklaşım olurdu. Bu gerçeğin bilincinde olan yüce milletimiz, yaşlanan yakınlarının yanında ve hizmetinde olmayı insanî ve islamî bir görev kabul ederek onları incitmemeye özen göstermektedir. Bazı istisnâlar hâriç, herkes yaşlı yakınlarına kol-kanat germenin gayret ve kararlılığı içindedir. Hamdolsun hükümetimiz, Yaşlılar Koordinasyon Merkeziyle yaşlılarımızın sorunlarını kamuoyunun gündemine taşımaya ve çözüm üretmeye çalışmaktadır. Öteyandan bazı sivil toplum örgütlerimiz de yaşlı ve yorgun insanlarımızı barındırmak amacıyla yaptırdıkları huzurevi ve güçsüzler yurdu gibi sosyal tesislerde, bakıma muhtaç büyüklerimizi ağırlamaktadırlar. Ülkemizde öteden beri bu hayırlı hizmeti sürdüren kuruluşların başında Dâr-ül aceze gelmektedir. Son yıllarda Ankara’da bu hizmeti veren kuruluşlardan biri de Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere Yardım Vakfı’dır. Tabii benzeri hizmetler veren başka kuruluşlar da vardır. Milletçe medyûn-u şükran olduğumuz bu güzîde kuruluşların hizmetleri takdire şâyân olmakla birlikte yeterli değildir. Daha fazlası için daha çok destek gerekmektedir.
Bu gereksinme yalnız yurdumuzda değil, dünyanın her yerinde hissedilmektedir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 1982’de Viyana’da yapılan ilk Dünya Yaşlanma Asamblesi’nde yaşlanma süreci özellikleri ve sorunları ile ele alınmış ve yaşlanma sorununun küresel düzeyde fark edilmesini sağlama amacıyla 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü olarak ilan edilmiştir. Dünya Yaşlılar Günü 1983 yılından bu yana ülkemizde de kutlanmaktadır.
Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da ülkemizde Dünya Yaşlılar Günü dolayısıyla 1 Ekim 2010 Cuma günü bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Bu cümleden olarak YOYAV Kültür Merkezi’nde “Yaşlıların Yeri Yavrularının Yanıdır” konulu bir konferans verildi. Konferansı veren Dr. İbrahim Ateş, salonu lebalep dolduran davetlilere duygulu dakikalar yaşatan konuşmasında şunları söyledi:
“Yaşlıların yanında, yakınında ve yardımında olmayı, Yaradan’a yaklaşma vesîlesi bilip onlara hizmet ve hürmetten geri durmamanın gayret ve kararlılığı içinde olan kıymetli kardeşlerim, büyüklerini baştacı edecek inanç ve anlayışla onlara ilgi, ihtimam ve itinalarını esirgemeyeceklerine inandığım değerli dostlarımız, basınımızın güzîde temsilcileri!
Dünya Yaşlılar Günü dolayısıyla düzenlediğimiz “Yaşlıların Yeri Yavrularının Yanıdır” konulu konferansımıza katılarak bizleri doğurup dünyaya getiren annelerimiz ve besleyip büyüten babalarımızla diğer büyüklerimize karşı yaklaşım ve davranışlarımızı dizayn etmede dikkat etmemiz gereken hususları hatırlama ve hatırlatmamıza vesîle olan güzîde heyetinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, büyüklerin gönüllerini kazanıp hayırlı dualarını alan duyarlı ve dirayetli insanlardan olmamızı diliyorum.
Yeryüzündeki tüm yaşlıların hayatlarının son yıllarını yavrularının yanlarında çocukları ve torunlarıyla birlikte huzur ve mutluluk içinde geçirmeleri dileğiyle sözlerime başlarken, Allah’ın rızasını ana-babasının rızasında arayıp onlara hizmet ve hürmette kusur göstermeyen yüce ruhlu insanlardan olmamızı temenni ediyorum.
Bilindiği üzere 1 Ekim günü, TBMM.nin açıldığı, Camiler ve Din görevlileri haftası ile YOYAV kurslarının başladığı ve dünya yaşlılar gününün kutlandığı önemli bir gündür. Dolayısıyla bugün de diğer güncel konuların yanında, belirtilen konularla ilgili bazı etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Biz, 1 Ekim 2009 tarihinde düzenlediğimiz “Camilerin İmarında Cemaatin Yeri” konulu konferansımızla Camiler ve Din Görevlileri haftasının etkinliklerine katılmıştık. Bu yıl da siz kıymetli konuklarımızın huzurlarıyla bilgi ve beceri kurslarımızın 43. döneminin açılışını yapmanın haz ve huzuru içinde dünya yaşlılar günü etkinlikleri çerçevesinde düzenlediğimiz “Yaşlıların Yeri Yavrularının Yanıdır” konulu konferansımızda dilegetireceğimiz düşüncelerimizi sizlerle paylaşarak bugünkü kutlamalara katkıda bulunmaya çalışacağız.
Malumunuz olduğu üzere her canlı gibi insan da doğar, yaşar ve ölür. Doğumla ölüm arasında geçen süreye ömür adı verilir. Hayat bazen acı, bazen huzurlu anlarla doludur. Her zaman buna hazırlıklı olmak gerekir.
İnsanları yaş ve güç bakımından başlıca dört gruba ayırabiliriz: Çocuklar, gençler, yetişkinler (orta yaşlılar) ve ileri yaşlılar. Çocuklar gençlere oranla, ileri yaşlılar da yetişkinlere oranla zayıftırlar. Dolayısıyla çocuklar büyüklerin korumasına, ileri yaşlılar da yetişkinlerin himâyesine muhtaçtırlar. Yeni doğan yavrular ne kadar ilgi ve ihtimama muhtaçlarsa, yıpranan yaşlılar da o kadar ilgi ve ihtimâma muhtaçtırlar. Bu itibarla müslümanlar, yavrularıyla yaşlılarını ihmal etmemelidirler. Her ikisine de kol-kanat germeyi görev bilmelidirler. Küçüklere şefkatten, büyüklere hürmetten geri durmamalıdırlar.
İnsanlığın huzur ve mutluluğunu temin için ahlâkî prensipler va'z eden Yüce Dinimiz; yaşlılara saygıyı da ahlâkî bir kural olarak ortaya koymuş, onların huzurunu sağlayacak ve haklarını koruyacak gerekli tedbirlerin alınmasını emretmiştir. Çünkü dinimizin yönelişi insanadır. Bu sebepledir ki, insanın yoklukları ile ilgilenip acı ve ızdıraplarını dindirmeye çalışmak hepimiz için bir görevdir. Hz. Peygamber (S.A.V.)'in "İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır" meâlindeki hadîs-i şerîfi de bunu ifade etmektedir. Bu çerçevede yaşlıların akranlarıyla ve toplumla diyalogunu geliştirerek hayatlarını devam etmelerini sağlamak ve çeşitli sosyal kültürel faaliyetlerle yalnız kalmalarını önleyip, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak hem dînî hem de insânî bir görevdir. Yaşlandıklarında ana-babaya karşı hassas davranılması, onları gücendirecek, incitecek davranışlardan uzak durulması, şefkatle yaklaşılması, hem Kur'ân-ı Kerîm'in, hem de Hz. Peygamber (S.A.V.)'in önemli emir ve tavsiyelerindendir.
Konu ile ilgili olarak Kutsal Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ Suresi’nin 23-24. ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır: "Rabbin, kendisinden başkasına aslâ ibâdet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara "öf" bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle." "Onlara merhamet ederek tevâzu kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı."
Meryem Sûresinde, Hz. İbrahim ile babası Âzer arasındaki bir diyaloğu aktaran âyetler, evladın ana-babasına karşı saygısına bir örnek oluşturması bakımından dikkat çekicidir. Burada Hz. İbrahim, babası Âzer'e her sözünün başında "babacığım" diye hitap eder. Babası müşrik olmasına, son derece kaba ve tehdit edici ifadeler kullanmasına rağmen yine de o, saygısını koruyarak, "Esen kal! Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, beni nimetleriyle kuşatmıştır" der.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de en önemli amelleri, Allah katındaki değerine göre, "vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve Allah yolunda cihad" şeklinde sıralamıştır. Çok meşhur bir hadîs-i şerîfde büyük günahlar (kebâir) diye bilinen başlıca kötülüklerin en büyükleri, "Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek ve yalancı şahitlik yapmak" şeklinde ifade edilmiştir. Resûl-i Ekrem (S.A.V.), ana-babalara iyi davranmanın ve ihtiyaçlarını gidermenin en kutsal görevler arasında olduğunu ısrarla belirtmiştir. O, küçük yaşlarda iken annesini kaybetmişti; bu sebeple onu daima hasretle anardı. Süt annesi Halime'ye özel yer gösterip oturtarak saygıda kusur etmediği gibi maddî ihtiyaçlarını da karşılardı. Yine bunun gibi kendisine süt emziren Süveybe ile ölünceye kadar ilgilenmiş, daima hediye ve selâm göndererek gönlünü almıştır. Kendisine süt emzirdiği sanılan Ümmü Süleym ve Ümmü Haram'a da çok saygı göstermiş, süt kardeşi Şeyma ile yakînen ilgilenmiş; çocukluk yıllarının bir bölümünü evinde geçirdiği amcası Ebû Tâlib'in eşi Fatma Hanım'a da "Anneciğim! Anneciğim" diyerek yakın ilgi göstermiş, dadısı Ümmü Eymen'e de "Anneciğim!" diye hitab etmiş ve onun için: "Bu benim âilemin bakıyyesidir" demiştir.
Bütün bunlardan Hz. Peygamber (S.A.V.)'in annelere ve anne mevkiindeki yaşlı kadınlara nezaket ve saygı ile davrandığı anlaşılmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), yakını olsun veya olmasın, kendisinden yaşca büyük olanlara her zaman saygı göstermiş, onlara yardımcı olmaya ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır. Şu örnekler bu açıdan çok ilgi çekicidir:
Bir defasında ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber (S.A.V.)'in konuşmasını pür dikkat dinlerken Onunla görüşmek isteyen yaşlı bir kişi kalabalık arasından Resûlüllah (S.A.V.)'a yaklaşmaya çabalıyordu. Peygamberimiz (S.A.V.)’in konuşmasını bölen bu ihtiyara yol açıp yer vermede biraz ağır davranan ashâbın bu tavrı gözünden kaçmayan rahmet peygamberi (S.A.V.), derhal onları uyarmış ve şöyle buyurmuştur: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir."
Mekke'nin fethi gerçekleştikten sonra, Hz. Peygamber (S.A.V.), Safâ tepesine çıkarak yüksekçe bir yerde durdu. Yeni müslüman olanlar oraya gelip ona bîat ettiler. Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe çok yaşlı olduğu halde, henüz müslüman olmamıştı. Gözlerinin feri kalmamış yolunu göremiyordu. Oğlu Ebû Bekir, ihtiyar babasının elinden tutarak Peygamber (S.A.V.)’in huzuruna getirdi. Herkese karşı saygı gösteren büyük Peygamber (S.A.V.): "İhtiyarı niçin buralara kadar zahmete koştun? Onu kendi hâlinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik." dedi. Onu önüne oturttu. Elini göğsünün üzerine koyarak ona İslâm'ı telkın etti.
Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.)'in huzuruna bir kadın geldi: "Ey Allah'ın Resûlü! Yardımınıza ihtiyacım var" dedi. Bu yaşlı bir kadındı, belki bunamıştı. Buna rağmen, her insana verdiği değeri ona da verdi. "Ey kadın! Problemin ne ise ve nerede hallolacaksa söyle ben oraya geleyim ve onu halletmeye çalışayım" dedi. Kadının istediği yere gitti ve ona yardımcı oldu, problemini halletti ve onu hoşnut etti. İşte O, yaşlılara böyle muâmele ederdi.
İslâm dini, insan olması itibariyle büyük-küçük, kadın-erkek, müslim-gayr-i müslim herkesi saygıya lâyık görmektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.), insanlararası ilişkilerde sevgi ve saygıyı imanın bir gereği olarak görmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Birbirinizi sevip saymadıkça iman etmiş olamazsınız." Yine O, insanî ilişkilerde merhametli davranmanın, Cenab-ı Hakk'ın da kullarına merhamet etmesine vesîle olacağını şöyle ifade eder: "Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Allah'ın yaratıklarına merhamet ediniz ki Allah da size merhamet etsin."
İslâm'ın, insana, sırf insan olması itibariyle vermiş olduğu değer ve lâyık gördüğü saygının sayısız örneğine Kur'ân-ı Kerîm'de, Hadîs-i şerîflerde, İslâm Tarihinde ve özellikle Hz. Peygamber (S.A.V.)'in hayatında rastlamak mümkündür. Onlardan biri ve belki de en çarpıcı olanı şudur: Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) ashaptan bir grupla otururken yakınlarından bir cenâze geçmiş ve Peygamberimiz (S.A.V.) ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar, onun bir müslüman cenazesi olmadığını, yahudî cenâzesi olduğunu söyleyerek, "ayağa kalkmanız gerekmezdi." demek istemişlerdi. Onların bu sözleri üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.): "Müslüman değilse, insan da mı değil?" cevabını vermişti.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki: Bugünün gençleri yarının yaşlıları olacaktır. Yaşlılık, bu dünya hayatının geçici, insanın âciz, ölümün muhakkak, Yüce Allah'ın bâkî ve kudretinin sonsuz olduğuna bir delildir. Yaşlılara saygı, bütün insanlığa saygı demektir.
Yaşlıların gözetilmesi konusunda sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in şu uyarısı hayat boyu kulaklarımıza küpe olmalıdır:
"Sizden biri cemaate namaz kıldırınca, namazı fazla uzatmasın, hafif tutsun. Çünkü cemaat içerisinde güçsüz, hasta ve yaşlı olabilir. Sizden biri kendi başına namaz kılarken ise dilediği kadar uzatsın."
Yaşlılara karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmalıyız, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamalı, huzurlu bir hayat yaşamalarını sağlamaya çalışmalıyız. Yaşlıların en iyi barınma yerinin evlatların, torunların bulunduğu sıcak aile ortamı olduğunu unutmamalıyız.
Yaşlıların gönüllerini hoş tutmalı, onlara karşı sabırlı, şefkatli ve merhametli olmalı, onlardan şikâyetçi olmamalı, hizmetlerine koşmalı, itibarlarını korumalı, dinî yönden uyarılmaları gereken durumda bile bunu incitmeden yapmalı, haram olmayan isteklerini yerine getirmeye çalışmalı, onlara "öf" bile dememeliyiz. Onların hayır dualarını almalıyız, bilgi, görgü, tecrübe ve birikimlerinden istifade etmeliyiz.
İnsan mevsimlere benzer.İlkbahar çocukluk, yaz gençlik, sonbahar yaşlılık, kış ise ömrün son demlerine karşılıktır. Sonbaharda yapraklar sararıp düşer. Yaşlılık da böyledir. İnsan tâkatten düşerek güçsüzleşir. Saçı, sakalı beyazlanır. Bunlar, anlayan için çok şey ifade eder. Bu değişiklikler ömrün son demlerine işarettir. Adımlarımızı ona göre atmalıyız.
Ecdadımız: "Gençlik kuştur, ihtiyarlık ağır kıştır" demiş. Kişi gençken bir kuş gibi rahat hareket eder. Yaşlandıkça dizlerinin bağı çözülür. Yaşlılıkta ibadet etmek de iyice zorlaşır. Hem gençlikte yapılan ibadet daha makbûldür.
Gençlik sürekli kalıcı değildir. Yaşayan her insan yaşlılığı tadacaktır. Gençler bunu bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. İnsan küçüğünü, büyüğünü tanımalıdır. Saygı, sevgi ve hürmet göstermelidir. Bu konuda Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüzün şerefini tanıyıp ona saygı göstermeyen bizden değildir."
Osmanlı Devleti altı asır boyunca yaşamış koca bir çınardı. Bu imparatorluk zamanında yaşlılar el üstünde tutulurdu. Onların bilgi ve tecrübelerinden yararlanılırdı. Oysa günümüzde yaşlılara "iflas etmiş tüccar" gözüyle bakılmaktadır. Ağır bir yük ve engel olarak görülmektedirler.
Yirmi birinci asrın onuncu yılını yaşadığımız bu günlerde insanların şefkat ve merhamet duyguları materyalizmin potasında yok olmaya yüz tutmuştur. Artık gençler evlenince ana babalarından ayrılmaktadır. Ebeveyninden ayrı yaşamayı tercih etmektedirler. Evlât, anne babalarının yaşlılık dönemlerinde yanlarında olması gerekirken tam tersini yapmaktadırlar.
Büyüklerimizden duyduğumuz meşhur bir hikayeyi çoğumuz hatırlarız:
"Adamın birisi yaşlı babasından iyice bıkmış. Onu evinden uzaklaştırmak için planlar kuruyormuş. En sonunda babasını ıssız bir dağa bırakmaya karar vermiş. Babasını sepete koyarak dağın yolunu tutmuş. Adamın yanında da küçük oğlu varmış. Kan ter içinde dağın zirvesine varmışlar. Adam, dağ başında babasını sepetin içinde bırakarak hızlı adımlarla eve yönelmiş. Küçük çocuk bu durum karşısında telâşla babasına seslenerek, kendisinden beklenmeyen şu ibret dolu sözleri söylemiş:
- Baba sepeti unuttun, sepeti!...
Bu durum karşısında irkilen baba, sepetin önemsiz olduğunu söylemeye çalışmış ama çocuk lâfı gediğine oturtmuş:
- Baba ben seni yaşlandığında neyle getireceğim buraya?
Oğlu böyle deyince baba yanlış yaptığını anlamış ve dağda bıraktığı babasını alarak eve dönmüş.
Dağa bırakılan baba, oğluna hitaben:
- "Geri dönüp beni alacağını biliyordum" demiş.
Bu söze karşılık oğlu: "Nereden biliyordun?" demiş.
O da: "Çünkü ben babamı yaşlandığında dağa kaldırmadım ki!.." demiş…"
Ne doğrarsan aşına o gelir kaşığına. Etme bulma dünyasıdır bu…Ne ekersen onu biçersin. Peygamberimiz (S.A.V.) bir mübarek sözünde söyle buyurmuştur: "Ak saçlı müslümana, Kur'ân'ı bilen, onu terk etmeyen, onda aşırılığa kaçmayan kimselere saygı göstermek ve adaletli devlet başkanına saygılı davranmak Allah'a tazimden sayılır."
Unutmayalım ki, bugünün gençleri yarının yaşlıları olacaktır. Yaşlılara saygı ve hürmet gösterelim. Bu, gelecekte yaşlılığımıza yapacağımız bir yatırımdır aynı zamanda.
Bir gün sabah namazı vaktinde, Hazret-i Ali mescide giderken, yolda bir ihtiyara rast geldi. İhtiyarın ak sakalına hürmet edip, önüne geçmeyip, yavaş yavaş ardınca giderdi. Mescit kapısına vardığında ihtiyar içeri girmeyip, yoluna devam edip gitti. Ancak o zaman, Hazret-i Ali onun Müslüman olmadığını anladı. Mescitte Resûlullahı rüku’da buldu. Güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Cemaate uyup, namazı kıldılar. Namazdan sonra, Yâ Resûlallah, birinci rüku’da âdet-i şerifinizden fazla durdunuz. O kadar ki, güneşin doğması yaklaştı. Sebebi ne idi diye sordular. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, (Kıyâma kalkmak istediğimde, Cebrail başımı tutup, kalkmama engel oldu. Hikmetinin ne olduğunu bilmiyorum) buyurdu. Allah Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâma, (Habîbime sebebini bildir, eshabına açıklasın) buyurdu. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam dedi ki: Ya Resûlallah, mübarek başınızı rüku’dan kaldırmak istediğiniz zaman, Allah Teâla bana, (Habîbimin başının arkasını tut; rüku’dan kalkmasın ki, Ali, yolda bir ak sakallı ihtiyara hürmet edip, yavaş yürümekle, cemaat sevabından mahrum kalıyor. Kalmasın, Habîbime yetişsin) diye emretti. Ben de gelip emredileni yaptım, Ali de yetişmiş oldu. Hikmeti budur.
Yaşlılarımız, dün ile bugün arasında köprü kuran en değerli varlıklarımızdır. Unutmamalıyız ki kendi varlığımız ve çocuklarımızın geleceği ne kadar önemliyse, yaşlılarımız da bizim için o kadar önemlidir. Onların geniş ufukları, tecrübeyle kesinlik kazanmış bilgi ve birikimleri, her zaman yararlanmamız gereken, geçmişe ve bugüne olduğu kadar geleceğe de ışık tutan birer kaynaktır.
Daha önce büyüklerimize “İhtiyar” derdik. İhtiyar kelimesinin lügat anlamı “seçilmiş” demektir. Savaşların ve salgın hastalıkların insanları erken yaşta bu dünyadan aldığı dönemlerde ihtiyar olmak, bazı özellikleri ile seçilmiş ve uzunca bir süre hayatta kalmayı hak etmiş insan olmak anlamına geliyordu.
İhtiyarlık güzel adetlerin ve faydalı bilgilerin yeni nesillere taşınması görevini de içeriyordu. Bu sebeple geleneğimizde ihtiyarlara büyük bir saygı gösteriliyor, onların hayır dualarını almak için insanlar özel çaba harcıyorlardı. Herkes onlara gerekli saygıyı gösteriyor, bir müşkil ile karşılaştıklarında onlardan akıl alıyordu. Ortaya çıkan ihtilaflar ihtiyarların hakemliğinde çözülüyor, onların tecrübeleri sayesinde toplumda huzur, saygı ve sevgi hâkim oluyordu. Onlar sayesinde boşanmalar bugünkü kadar çok olmuyor, onlar sayesinde kötü alışkanlıklar toplumda yaygınlaşamıyordu. Onların taşıdıkları ahlaki erdemler sayesinde kimse kapısını kitlemek zorunda kalmıyordu. Kapılar açık olduğu halde bu günkü kadar hırsızlık olmuyordu.
İhtiyarlarımıza yaşlı demeye başladığımız günden bu yana onlar hakkındaki algılarımız büyük bir değişime uğradı. Öncelikle onları kendilerinden faydalanılacak tecrübeli insanlar olarak görmekten vazgeçtik.
Hattâ onları geçmişin köhne zihniyetinin taşıyıcıları olarak gördük.
Asırları aşarak gelen saygı, yerini bir çeşit aymazlığa daha sonra da antipatiye bıraktı. Artık onlar bizim için birer yüktü. Çocuklarımıza bakmak yetmiyormuş gibi elden ayaktan ve güçten düşmüş insanlara bakmak zorunda kalmak ne kötüdür diye düşünmeye başladık.
Huzurevi adında yaşlı toplama kampları yaptık ve onları bir araya getirerek ölüme terk ettik. Onlarsa kendi ellerinde büyüttükleri çocuklarını görmekten men edilmiş mahkumlar gibi hasretle yaşamaya başladılar.
Her gün bir arkadaşlarının ölümüne şahit olan bu insanların rûhî durumlarını varın siz düşünün.
Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) verilerinden elde edilen bilgilere göre Huzurevleri, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerine kayıtlı kişi sayısında artış görülmektedir.
2009 Temmuz verilerinde SHÇEK’e ait huzurevleri, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezine kayıtlı kişi sayısı 5 bin 863 olarak verilirken, 2010 Temmuz verilerine göre ise huzurevleri, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezine kayıtlı kişi sayısının 7 bin 637 kişiye ulaştığı anlaşılmaktadır. Buna göre geçen seneye oranla huzurevlerine kayıtlı kişi sayısı yüzde 30 artış göstermiştir.
Bu arada huzurevlerinin kapasitesinde de bir önceki yıla oranla yüzde 10 artış olduğu gözlenmektedir. Öteyandan 2000 yılında Türkiye’de özel sektöre ait yalnızca 19 huzurevi varken, bugün özel sektöre ait huzurevlerinin sayısının 119’a yükseldiği tespit edilmiştir. Türkiye’de, kamu kurum ve kuruluşlarına ait 6 adet, yerel yönetimlere ait 22 adet, azınlıklara ait ise 7 adet huzurevi olmak üzere toplamda 154 adet huzurevi bulunmaktadır. Özel huzurevlerinin bulunduğu illere bakıldığını ise İstanbul 48 huzurevi sayısı ile birinci sırada yer almaktadır. Bu rakamlar, yavruların yaşlılarına ilgisi ve ihtimamının azaldığını göstermektedir.
İhtiyarlara yaşlı dediğimiz günden bu yana onları yeterince yaşamış, işlevini görmüş, artık bu dünyadan çekip gitme zamanı gelmiş insanlar olarak gördük.
Aslında onlara yaşlı derken zımnen gözü yaşlı ve altı ıslak demiş olduk.
Özel bir huzurevinde altını ıslatan yaşlıların aynı odaya toplanıp diğerlerinden tecrit edildiğini gördüğümüzde işi nerelere kadar götürdüğümüzü bizzat fark ederiz.
İhtiyarlarımıza yaşlı dediğimiz günden beri onlar evlat hasreti ile yanıp tutuşan kendilerine reva görülen terk edilmişliklere dayanamayan gözü yaşlı insanlar hâline geldiler.
Evet artık onlar bizim için gözü ve altı yaşlı insanlardı ve bir an önce aramızdan çekip gitmeliydiler. Bir yeni dönemde yaşı ilerlemiş insan algısına ve onlara reva görülene bir de geçmişte ihtiyar denen insanlara gösterilen saygı ve ihtirama bakın.
Bugünün gençleri, yaşları ilerlediğinde hangisi olmak isterler? Eski zamanlardaki gibi itibar edilen ve saygı duyulan bir ihtiyar mı yoksa çocukları tarafından yaşlı toplama kampına terkedilmiş bir yaşlı mı? Hangisini isterlerse, ebeveynlerine öyle davransınlar.
Ben bu inanç ve anlayışla yıllar önce yazmış olduğum bir şiirde:
Ananı say, gözün ondan ayırma,
Onu kırıp başkasını kayırma.
Babana bak, baksın evladın sana,
Bil ki yaptığını yaparlar sana” demiştim.
Yaşamak da yaşlanmak da, insanın kendi isteğiyle değil, yüce Yaradan’ın iradesiyledir. Yarının yaşlılarınının, bugünün yaşlılarını yalnız bırakmaları, yarın kendilerinin de yalnız kalmalarına yol açacak yanlış bir davranış olduğu unutulmamalıdır.
Dünyada en zor şey nedir diye sorsalar, “yalnızlık”, kimsesizlik diyebiliriz.
Bazen öyle bir an gelir ki, yalnız kalmak istersiniz, ama en fazla kaç saat dayanabilirsiniz ki yalnızlığa?.. Sonra dertleşecek, konuşacak, sesini duyacak birilerini ararsınız... Yani geçici bir istektir yalnız kalmak... Devam etmesi hâlinde sorunlar da beraberinde gelir...
Hayatta her türlü zorluğa hazır olmalıyız elbet... Baş etmeye çalışmalıyız... Ama yalnızsak işimiz daha da zorlaşır... Tutunacak birileri varsa yanımızda yükümüz daha da hafifler...
Zor günleri sevdiğimiz, güvendiğimiz bir ele tutunarak daha kolay atlatırız.. Bu el, eş olabilir, evlat olabilir, anne olabilir, baba olabilir, kardeş olabilir, dost olabilir... Yeter ki tutabileceğimiz el, yaslanabileceğimiz bir omuz olsun... Allah kimseyi sevdiklerinden ayırmasın...
Hemşire, bir gün hastasının yanına yorgun bir genç adam getirir. Yaşlı hastaya doğru eğilip yüksek sesle “Oğlunuz geldi” der.
Hasta güçlükle gözlerini açar ve tanımayan gözlerle bakar kendisine. Sonra, gözleri kapanır. Genç adam, ihtiyar eli avuçlarına alır ve yatağın yanında oturur. Gece boyunca elinde hastanın eli oturur öylece, teselli sözleri fısıldayarak.
Gün ışıdığında, hasta çoktan ölmüştür. Birkaç dakika içinde hastane görevlileri odaya dolar, makineleri kapatmak ve iğneleri çıkarmak için.
Hemşire genç adamın yanına gelir acısını paylaşmak ister ama adam keser sözlerini.
“Kimdi o adam” diye sorar. Hemşire şaşkın cevap verir: “Babanız olduğunu sanmıştım!”
“Yoo, hayır, babam değildi” der adam. “Onu daha önce hiç görmemiştim.”
“O zaman sizi ona götürdüğümde niçin bir şey demediniz?”
“Yaşlı adamın oğluna ihtiyacı olduğunu ama onun burada olmadığını fark ettim” diye açıklar adam.
“Ve beni tanımayacak kadar hasta olduğundan bana ihtiyacı olduğunu anladım...”