YETİM PEYGAMBERİN YETİM ÜMMETİ
Yıllardır Hz. Peygamber (S.A.V.)’in doğumunun yıldönümü dolayısıyla biri Hicri Rebiulevvel ayının 12. (Mevlid Kandili) gecesi, diğeri de Miladi Nisan ayının 20’si (Kutlu Doğum) olmak üzere senede iki defa kutlama programları düzenleyen YOYAV, son iki yıldır vefatının yıldönümü dolayısıyla 8 Haziran gününde anma programı tertiplemektedir.
Bu yıl Resûlullah’ın ebediyete intikalinin 1378. yıldönümü dolayısıyla 8 Haziran 2010 Salı günü saat 10.30’da YOYAV Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen program yoğun ilgi gördü.
Günün erken saatlerinde salonu dolduran davetlilerin sabır ve saygı ile beklediği program YOYAV’ın gönül dostlarından Kemal Çil’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ile başladı. Huşû’ içinde dinlenen aşr-ı şerifin tilâvetini takiben kürsüye gelen Dr. İbrahim Ateş, duyguları doruk noktaya erdiren konuşmasında şunları söyledi:
“Hayatını Hakk’a ibadete, Habibullah’a hürmete ve halka hizmete adayan Hak aşıkı, Habibullah muhibbî ve ibâdullah hizmetkârı olduğuna inandığım inançlı, bilinçli ve basîretli kardeşlerim, iman ehli insanlar için en güzel örnek ve en büyük önder olan Resûlullah’ın yolunda ve izinde olmanın gayret ve kararlılığı içinde olmasını dilediğim değerli dostlarımız, katkı ve katılımları ile toplantımızı taçlandıran kıymetli konuklarımız, basınımızın değerli temsilcileri!
Hakkın Habibi, Peygamberler zincirinin son halkası ve insanlığın Efendisi olan sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in refîk-i â’lâya irtihalinin 1378. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz bu anlamlı anma toplantısına teşrif ederek Efendimize sevgi ve saygımızla salât ve selâmımızı birlikte arzetmemize vesîle olan güzîde heyetinizi gönülden ve samîmî duygularımızla selamlıyor, cennet ve cemalullah ile şefâat-i Resûlullah’a nail olmamızı niyaz ediyorum.
Ömür boyu Resûlullah (S.A.V.)’ın izinde olmanın gayret ve kararlılığı içindeki cümle iman ehlinin ahirette O’nun refakatine mazhar olup, cennette cemali ve civarı ile şereflendirilmesi temennisiyle sözlerime başlarken, ervâh-ı âcizanelerimizin ömür boyu rûh-u Resûlullah ile iletişim içinde olmasını diliyorum.
Doğumundan vefatına kadar hayatı tarihî vesikalara dayanılarak, hemen hemen bütün ayrıntılarıyla bilinen Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Arabistan yarımadasının Mekke şehrinde miladî 571 tarihinde dünyamızı şereflendirmiştir. Bölgenin saygın kabilelerinden Kureyş içinde köklü bir aile olan Haşimoğullarına mensuptur. Babası, Kureyş’in ileri gelenlerinden Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi Zühre kabilesinden Vehb’in kızı Amine’dir.
Daha doğmadan babasını kaybederek yetim kalan Muhammed (S.A.V.), iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bir müddet sonra onu da kaybedince amcası Ebu Talib’in yanına verildi. Çocukluk yıllarını Mekke civarında geçirdi. Oniki yaşlarında amcası Ebu Talib’in ticaret kervanıyla Suriye’ye yolculuk yaptı. Yirmi yaşından sonra Mekke’nin zengin tüccarlarından biri olan Huveylid’in kızı Hz. Hatice’nin ticaret kervanını yönetmek üzere ikinci defa Suriye’ye gitti. Yirmi beş yaşında Hz. Hatice validemizle evlendi.
Kırk yaşlarında daha önce hissetmediği bazı ruhî tecrübeler yaşamaya başladı. Mekke’deki Nur Dağı’nın tepesinde bulunan Hira mağarasında inzivaya çekildi. Daha önceleri hiç yapmadığı bu inzivayı âdet haline getirdi. İnzivada bulunduğu günlerin birinde vahiy meleği olan Cebrail Aleyhisselam insan suretinde O’na doğru geldi ve: “Oku!” dedi. Efendimiz (S.A.V.), “Ben okumasını bilen birisi değilim.” deyince Cebrail O’nu kuvvetle sıkarak ikinci kez “Oku!” dedi. Üçüncü defa da aynı olay vuku bulunca Cebrail O’na şu ilahî hitabı duyurdu:
“Yaratan Rabbininadıyla oku! (O Rabbin ki), insanı bir yapışkan hücreden yaratmıştır. Oku ve (de şunu bilmiş ol ki,) insana bilmediklerini bildiren, kâlemle (yazmasını) öğreten Rabbin, kerem (büyük bir ihsan ve lütuf) sahibidir.” (Alak, 96/1-5)
Peygamberlikle görevlendirilen Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Allah’tan aldığı vahyi zaman kaybetmeden insanlara tebliğ etmeye başladı. Yapmış olduğu davet esnasında ashabıyla birlikte tahammül edilmesi zor, acı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Bunun üzerine peygamberliğinin on üçüncü yılında Medine’ye hicret etti. Burada birbiri ardınca meydana gelen çetin muharebelere ve engellemelere rağmen Peygamber Efendimiz risalet görevini başarıyla tamamladı. Miladî 632 yılında, sonunda her fanî gibi O da, insanlara, arkasında Allah’ın kelâmını ve kendi sünnetini vasiyet ederek Rabbine yürümüştür.
Böylece Zümer Suresi’nin: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” mealindeki 30. ayetinde vurgulanan ilahî iradenin tahakkukuyla irtihâl-i dâr-ı bekâ eyleyerek arkasında yetim bir ümmet bıraktı.
Resûlullah’a Allah Teâlâ’nın bazı lütuflarının dilegetirildiği Duha Suresi’nin: “O (Rabbin), seni yetim bulup barındırmadı mı?” mealindeki 6. ayeti ile yetim olduğu ve Allah tarafından barındırılarak himaye edildiği belirtilmiştir.
Hayat boyu Hakkın himayesinde olan yetim Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) yaşadığı süre içinde ümmetine, ebeveynin evladına şefkatinden daha fazla şefkat ve merhametle muamelede bulunmuştur.
Tevbe Suresi’nin: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” mealindeki 128. ayetinde beyan buyurulduğu üzere ümmetine aşırı düşkünlüğü ile bilinen sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), vefatıyla çok sevdiği ümmetini yetim bırakmıştır.
Evet, Resûlullah aramızdan ayrılmış ama bizi O’na iletecek yol ve O’nunla buluşturacak bir bağ vardır. Bu yol O’nun sünnet-i seniyyesi, bu bağ da O’na duyduğumuz derin muhabbet ve dilimizden düşürmeyip ruh-u şerifiyle iletişim içinde olmamıza vesîle olan salavât-ı şerîfelerdir. Sünnetine sarılmamız ve salavât-ı şeriflere devam etmemiz, inşaallah O’nunla kalbi bağımızı güçlendirecek ve manevî birlikteliğimize vesîle olacaktır. Bize düşen O’nu çok iyi tanımak, izinde olmaya, yolunda yürümeye, yaptığını yapmaya ve yasakladıklarından uzak durmaya çalışmaktır. O’nun bizler için örnek ve önder bir insan olduğunu unutmamaktır.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in davranışlarının ahlakî olarak dayandığı esaslar araştırıldığında bunların en başında; O’nun engin alçak gönüllülüğü, yumuşak huyla muamelede bulunması, cömertliği, sabrı, merhamet ve şefkati gelir.
İnsanlığa yeni bir hayat modeli getiren Peygamberimiz (S.A.V.), hayatın her alanında olduğu gibi, sosyal hayatı da yenileyen ve şekillendiren prensipler getirmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) teklif edeceği her konuyu önce kendisi bizzat tatbik ettiği gibi, -aynı zamanda Allah’ın razı olduğu hayat tarzı olan- kendi hayat tarzına ulaşılması konusunda da toplumu eğitmeyi ihmal etmemiştir. Peygamberimiz (S.A.V.)’in ortaya koyduğu esaslar, insan ilişkilerinin daha bir önem kazandığı günümüzde, başta insanları idare etme konumunda olan kimseler olmak üzere, bütün insanlar için örnek olacak prensiplerdir.
İnsanlarla başarılı bir ilişki kurmanın temelinde muhatabı ciddiye alma ve ona değer verme vardır. Herkes, sevilmek ve sayılmak ister, Peygamberimiz (S.A.V.) insanlara çok değer verir, insanlarla iç içe yaşar, onlardan biri gibi hayatını devam ettirirdi. İnsanlarla karşılaştığı zaman ilk selam veren kendisi olurdu, tokalaşır, hâl ve hatırını sorardı. Söylenenleri dikkatle dinler, muhatabı ayrılmadıkça yüzünü ondan çevirmezdi. Enes b. Mâlik, Peygamberimiz (S.A.V.)’in bu özelliğini şöyle ifade eder: “Hz. Peygamber biriyle karşılaşıp konuşmaya başlayınca o zat yüzünü çevirmedikçe o kimseden yüzünü çevirmezdi. Biri ile karşılaşıp da elini tutunca, adam elini bırakmadıkça, elini çekmezdi. Ashabı ile otururken ayaklarını asla uzatmazdı.”
Peygamberimiz (S.A.V.), insana öncelikle insan olduğu için değer veriyordu. Bunun en güzel ve çarpıcı örneklerinden biri şudur: Bir gün Hz. Peygamber (S.A.V.) sahabeden bir grupla otururken yakınlarından bir cenaze geçmiş ve Peygamberimiz (S.A.V.) cenazeyi görünce ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar, onun bir müslüman cenazesi olmadığını, Yahudi cenazesi olduğunu söyleyerek, ‘ayağa kalmanız gerekmezdi’ demek istemişlerdi. Onların bu sözü üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.), “Müslüman değilse insan da mı değil?” cevabını vermişti. O, insana verdiği önemin bir göstergesi olarak, ölülerin arkasından olumsuz konuşulmasını ve kabirlerin üzerlerine oturulmasını yasaklamıştır.
Öteyandan, ashabının dertleriyle yakından ilgilenen sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), genel meselelerin yanında detayları da ihmal etmemiş ve insanların en küçük dertleriyle bile ilgilenmiştir. Resûlullah (S.A.V.), yardım ederken bile muhatabını rencide edecek, üzecek ve minnet altında bırakacak en küçük bir tavırda bulunmamıştır. İnsanların işlerine özen göstermeyenleri ciddi bir şekilde uyaran Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim bir müslümanın dünyadaki sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalmış birine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın kusurunu gizlerse, Allah da onun dünya ve ahiretteki kusurlarını örter. Kul, din kardeşine yardımcı olduğu müddetçe Allah da ona yardımcı olmaya devam eder.”
Müminlerin birbirine düşmanca davranışlardan uzak durup, kardeşçe kaynaşmalarını ve yekdiğerine yardımcı olmalarını isteyen sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) başka bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur: “Birbirinizin kusurlarını araştırmayın, hasetleşmeyin, birbirinize düşmanlık beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini küçümseyip hakaret etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalblerinize ve amellerinize bakar.”
Müslümanların en büyük imtihanları, birbirleriyle olan imtihanları olmuştur. Dışa karşı imtihanlarda müslümanlar hep, himmetlerini bir noktaya yöneltmenin verdiği bereket sırrıyla başarılı olmuşlardır. Oysa ki içe gelince, şeytanın zehirli oklarını görememişizdir. Tıpkı, Allah Rasulü’nün Tebuk seferinden dönüşte, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” sözünde ifade ettiği gibi. Dışa karşı savaşta imanınız sizi savaşa götürecek güçte ise siz savaşta gücünüzle, imanınızla gayret eder ve toplum psikolojisinin ve şehadet müjdesinin sihirli ikliminde bu zorlu maratonu geçiverebilirsiniz kolayca. Oysaki gerçek çatışma, arenalara taş çıkarırcasına içte yaşanmaktadır. Nefis, Yusuf Suresi’nde ne güzel anlatılır: “Nefis, devamlı (kesiksiz) kötülüğü emretmektedir.” (Yusuf, 53) Bu ayette geçen “Emmâre” kelimesi, hiç aralıksız, büyük bir istek ve performansla, şartlandırırcasına, sonuna kadar azimle kötülüğü emreder, demektir. Adeta sürekli akan elektrik akımı gibi. Eğer biz bu akım karşısında, doğru bir akım oluşturamazsak, nefis, boşluk affetmediğinden bizde çokça bulunan boşluklardan giriyor içimize. İnsan durduğu anda sadece durmuş olmaz, o artık gerilemeye başlamıştır.
Meali arzedilen hadîs-i şerîfte sıra halinde peşi peşine kardeşliğe zarar verebilecek noktalara dikkat çekiliyor. Bu hadîs-i şerîfte ifade edilenleri sırasıyla ele alacak olursak, büyük kavgaların başlangıçlarına baktığımızda, herhangi bir meselede, zan yoluyla beyan edilen fikirler gelir. Tabii ki sû-i zan. Hüsn-ü zan ise her zaman kârlıdır. Doğru çıksa isabet eder. Yanlış çıksa kaybetmemiş, gıybet etmemiş ve önemli bir kavgayı önlemiş olur. İnsanları en çok rahatsız eden bir şey de insanların özel hallerini araştırmaktır. Oraya buraya kulaklar yerleştirip, onu bunu dinlemek bir hastalıktır. İnsanlar bu zaafın çekirdeklerini bünyelerinde taşırlar. Oysaki bu, ahlakî olmadığı gibi insanların birbiriyle olan münasebetlerini bozmada da birebirdir. Dünyada başkalarını dinleme bir insan hakkı ihlâlidir aynı zamanda. Fert planından devletler planına kadar tecessüs/casusluk yani insanların hâlini araştırma, çirkin ve zararlı bir illettir.
Rekabet, eğer hayırda ve güzelliklerde, yıkmadan yapılan bir yarışma ise bunu Kur’ân-ı Kerîm teşvik eder. Ama rekabet, beraberinde başka gayr-i ahlâkî tavırları getiriyorsa bu, rekabet bahanesi altında işlenen başka günahları akla getirir. Nitekim modern toplumlarda da rekabetler kontrolden geçmekte ve bir kurala bağlanmaktadır. Müslüman ise fazladan olarak daha ahlâkî ve duyarlı olmak durumundadır. Haset, mümin kardeşinde olan güzel bir şeyin, ondan gidip sadece kendisinin olmasını istemektir. Dolayısıyla mümin haset edemez. Haset, insanı, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitirir ve onun ruhunu öldürür. Mümin, gıpta edebilir. Gıpta ise, mümin kardeşinde olan o güzel hâli beğenir, kendisinde de olmasını arzu eder ama bunun yanında o güzel hasletin kardeşinden gitmesini arzu etmez.
Mümin, mümini sevmek zorundadır. Belki beğenmeyebiliriz, yanlış tavırları olabilir ama mümini sevmek Allah’ın ve Peygamberin emridir. Yanlışlıkları olsa da mümin kardeşimize sırt çeviremeyiz. Ona sahip çıkmak bir şekilde kucaklamak zorundayız. Allah Resulü, bizlere emrediyor, “kardeş olun ey Allah’ın kulları!” diyor. Evet, bu bir emirdir ve emri veren de sıradan bir insan değil, Allah’ın vazifeli Resülü, Efendimizdir. Günümüzde, gerek ülkemizdeki gerekse diğer ülke müslümanlarına izafe edilen yanlışlıklar, bizim onlara olan bakışımızı sorgulamaktadır. Yanlışlıklar, hâtalar eğer hâta ise o hâtaları onlar mümin diye savunmak herhalde hâtaya hâta eklemek olur. O hâtalardan dolayı da mümini inançsız saymak veya imana ve İslam’a zarar verecek sözler söylemek, gerçek İslam’ın güzelliklerini görememek, görmede gecikmek ise ilk elden kayıplarımızdır.
İman, insanlarda anne-baba bir kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik tesis eder. Kardeş, kardeşine bazen güvenemeyebilir. Ama iman kardeşliği, kardeşini kardeşine her yönüylü güvenilir ve dokunulmaz yapar. Sonsuz bir güven tesisi kurar aralarında. Hucurât Suresi’nin 10 ayetinde bu hakikak: “Muhakkak müminler kardeştirler.” şeklinde ifade edilir. Meali arzedilen hadîs-i şerîfte gerçek kardeşliğin şartları sıralanarak, kardeşin kardeşine öfkelenmeyeceği, sırt çevirmeyeceği, ihanet etmeyeceği, zulmetmeyeceği, mahrum bırakmayacağı ve tahkir etmeyeceği belirtilmekte ve şer olarak bir insana, bir müslüman kardeşini tahkir etmesinin yeterli olacağı vurgulanmaktadır. Evet, gerçek iman, hayatın sigortasıdır. Gerçek imanla, bütün hayat sahipleri sigortalanmaktadır.
Kendini bu şekilde sigortalayan müslüman Resûlullah’ın günlük davranışlarını gözönünde bulundurarak günlerini öyle değerlendirmenin gayreti içinde olur.
Malumunuz olduğu üzere Peygamber Efendimiz (S.A.V.) günlük zamanını üçe taksim ediyordu. Bir kısmını namaz kılmak ve Kur’ân-ı Kerîm okumak gibi Allah’a ibadete, ikinci kısmını aile fertleriyle alâkadar olmaya ayırıyordu, günlük ev işlerini yapıyor, ev ihtiyaçlarından kendisine düşenleri yerine getiriyordu. Üçüncü kısımda ise, istirahat buyuruyordu. Ancak istirahat zamanını da ikiye böler ve bunun bir kısmında ashabın ileri gelenlerini huzuruna kabul ederek onlara gerekli bilgileri öğretir, onlar da huzurundan çıkınca öğrendiklerini ashabın bütününe öğretirlerdi.
İhtiyaç sahiplerinden kimileri bir, kimileri ise iki ve daha fazla olan ihtiyaçlarını arz ederlerde de Peygamberimiz (S.A.V.) sonuna kadar onları bıkmadan dinler, onlarla ilgilenir ve ihtiyaçların giderilmesiyle meşgul olurdu.
Kendisine dünya ve ahiretle ilgili bir soru sorulunca, soruyu soranın seviyesine uygun davranarak onun hayrına olacak cevaplar verirdi. Soru soruna verdiği cevapla onu hayra yöneltirdi. Çarşıda, pazarda, sokakta veya herhangi bir yerde olursa olsun herkese güler yüzle davranır, hâl hatır sorar, tatlı dille hitap ederek, gönüllerini alırdı.
Meclisinde, camide, cemaatte, cumada göremediği ashabının hallerini derhal soruşturur, başına bir şey gelip gelmediğini öğrenmeye çalışır, görüşebildiklerine ise dînî metanetlerini daima takviye ederek, iyilik ve güzelliklere koşturup, çirkinliklerden uzaklaştıracak şeyler söylerdi.
Ahzâb Suresi’nin 21. ayetinde: “Hz. Peygamber’de müslümanlar için güzel bir örnek bulunduğu” bildirilmektedir. Hz. Aişe annemiz ise sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)’in yirmi dört saati için: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” buyuruyor. O, yirmi dört saat yaşayan Kur’ân’dı. Allah bize O’nun sünnetini hayatımıza hayat yapmayı nasip eylesin.”
Dr. Ateş davetlileri duygulandırdığı bu konuşmasından sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)’in ruhuna ithafen okunan 5 hatm-i şerîfin duasını yaptı. Ardından Kemal Çil ile kızı Rabia tarafından okunan ilahiler programa renk kattı. Toplantı davetlilere birer gül ikramı ile noktalandı.