Ziyaret Ve Ziyafet
İnsanî ilişkilerin olmazsa olmazlarından olan iki önemli husus var. Bunların biri ziyaret, diğeri de ziyafettir. Seven sevdiği ve değer verdiği kimseyi ziyaret eder, ziyaret edilen de ziyaretine gelen kimseye ikramda bulunur. Dolayısıyla bu iki kelime, kültürümüzün köşe taşlarından olan iki önemli özelliğimizi ifade eden güzel sözcüklerdir.
Ziyaretler bazen ebeveyn evlat arasında, bazen yakın akraba, arkadaş, dost arasında, bazen öğrenci öğretmen, işçi işveren, amir memur arasında, bazen meslektaşlar, hemşehriler ve başka benzeri guruplar arasında olur.
Öte yandan din ve devlet büyükleri ile akrabadan ebediyete intikal edenlerin mezarları ziyaret edilerek okunan Fâtihalarla İhlâs-ı şerîfler ruhlarına armağan edilir.
Ziyaretin çerçevesi o kadar geniştir ki, Müslümanların namaz kılmak için, Allah’ın evleri olan camilere gitmeleri de Allah Teâlâ’yı ziyaret olarak kabul edilir. Bu hususla ilgili bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmuştur:
“Kuşkusuz benim yeryüzündeki evlerim mescidler (camiler)dir. Ne mutlu (o) kula ki, evinde temizlenir, sonra gelir beni evimde ziyaret eder. Ziyaret edilenin de ziyaret edene ikram etmesi gerekir.”
Öyle ya ev sahibinin, ziyaretçisine bir fincan kahve veya bir bardak çay da olsa ikramda bulunması icap eder. İnsanlar evlerine gelenlere ikramda bulunurlar da, Allah Teâlâ evine gelip Kendisine ibâdet eden kullarına ikramda bulunmaz mı? Elbetti bulunur.
Başta camiler, mescidler, medreseler, mektepler ve benzeri mabedlerle ilim ve irfan merkezlerini ziyaret edip görmek de oralardaki manevî ve ilmî havayı teneffüs edip maddeten ve manen motive olmaya vesîle olur.
İstanbul’da medfun Ebû Eyyûb-el Ensârî, Konya’da medfun Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ankara’da medfun Hacı Bayram-ı Velî, Kırşehir’de medfun Hacı Bektaş-ı Velî, Kastamonu’da medfun Şeyh Şa’bân-ı Velî gibi, memleketimizin manevî muhâfızları olan mana büyüklerinin mezarlarını ziyaret edip, ruhlarına rahmet dilemek de böyledir.
Büyüklerin türbeleri ile diğer mezarlıklardaki kabirlerin ziyaret edilmesinde kadın-erkek ayrımı yapılmamalıdır. Vahabîlerin görüşlerini uygulayan Suudi Arabistan’da kadınların kabir ziyaretine kabul edilmemesi örnek alınmamalıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kabr-i şeriflerini ziyaretin dışında kadınların mezarlığa alınmadığı bu ülkede, on bin civarında sahabînin medfun olduğu Medine mezarlığı Cennetü’l Baki’de medfun olan Hz. Aişe ile Hz. Fatıma (R.Anhüma)’yı ziyaret etmek isteyen kadınları mezarlığa almazlar. Keza bir o kadar sahabî ile büyük insanların medfun olduğu Mekke mezarlığı Cennetü’l Mualla da yatan Hz. Hatice (R.Anha)’nın kabrini ziyaret etmek isteyen kadınların da bu mezarlığa girmelerine müsaade etmezler. Kadınlar ancak mezarlığın ihâta duvarının dışında durarak mezarlıktaki mevtâlara Fâtiha okuyup ruhlarına armağan edebilirler. Erkeklere ise, sadece sabah ve ikindi namazlarından sonra kabir ziyareti için mezarlığı açarlar. Kadınlar neden Mekke ve Medine mezarlıklarındaki İslam büyüklerinin mezarlarını ziyaret edemesinler? Allah’a şükür bizde öyle değil. Dileyen herkes Eyüp Sultan’ı, Hacı Bayram-ı Velî’yi, Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’yi, Hacı Bektaş-ı Velî’yi ve diğer mana büyüklerini ziyaret edebilir.
Bu inanç ve bilinçte olan YOYAV, yıllardır yürüte geldiği yurt içi ve yurt dışı gezilerinde, oralarda bulunan mana büyüklerinin ziyaretini gezi programına almaya özen göstermektedir. Bu cümleden olarak 25 Mayıs 2016 Çarşamba günü, Bağlum ve Memlük’e (Yakacık) düzenlediği kısa gezi ile Mengen sofrasındaki öğle yemeği programına katılan guruba, Bağlum mezarlığında medfun olan Abdülhakîm Arvasî, Asım Köksal, Abdurrahim Karakoç ve Horasan erlerinden Yakup Veli ile Bağlum Camii yanındaki Yusuf ve Sadık Velileri, Memluk Köyü’nde medfun olan Abalı Baba ve Münir Derman’ı ziyaret etme imkânını sağlamıştır.
Hayatlarında sergiledikleri örnek davranışlarla insanların takdirini toplayan bu insanlar, Ankara’lıların ziyaret edip, ruhlarına rahmet diledikleri insanlardandırlar. YOYAV’lıların 25 Mayıs 2016 Çarşamba günü ziyaret edip, ruhlarına rahmet niyazında bulundukları bu merhumlardan:
Abdülhakîm Arvâsî, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında yaşamıştır. Seyyid ve Hüseyin kolundandır. Moğol istilâsı sebebiyle Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptur. Halife Mustafa Efendi’nin oğludur. 1860’ta o zaman Hakkâri vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van'a bağlı Başkale kazasında doğmuştur. Bazı resmî evrakta doğum tarihi 1865 olarak görülür. Başkale’de iptidaiye ve rüşdiye mekteplerini bitirmiştir. Doğu Anadolu ve Irak’ın çeşitli beldelerindeki âlimlerden ilim öğrenmiştir. 1879’da Arvas’ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî’ye öğrenci olmuş, O’ndan 1882’de icâzetnâme (diploma) ve 1887’de de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî tarikatlarından hilâfet alarak memleketine dönmüştür.
Başkale’de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirmiştir. Anadolu ve İran sınırında çok beldeyi ziyaret ederek irşatta bulunmuştur. Bu sebeple zamanın padişahı Sultan II. Abdülhamid tarafından taltif edilmiştir. 1898 ve 1908 yılında İstanbul ve Mısır üzerinden iki defa hacca gitmiştir. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî hilâfeti de vermiştir.
Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından işgali üzerine Mayıs 1916’da ailesiyle beraber Musul’a hicret etmiştir. 1916-1918 arasında Ziybar kazâsı müftülüğünde bulunmuştur. Adana ve Eskişehir’de kalmış, 150 kişilik ailesinden kalan 20 kişi ile 1919 yılında İstanbul'a gelmiştir. Sultan Vahidüddin tarafından 5 Ağustos 1919'da Süleymaniye Medresesi'ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edilmiştir. Aralık ayında da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı postnişinliği kendisine tevdi edilmiştir.
1924-1928 arası Vefa Lisesi’nde din dersi muallimliği yapmıştır. 1925’te tekkeleri kapatan kanun gereği, Kaşgarî Dergâhı’nda ömür boyu oturmasına müsaade edilmiştir. 1924 yılında İstanbul vâizliğine tayin edilmiştir. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinden senelerce vaaz vermiştir. 1930’da yaş haddine rağmen vazifesi Bakanlar Kurulu kararıyla uzatılmıştır. 1931’de Menemen hadisesi sebebiyle Menemen’e götürülüp divan-ı harbe çıkarılmıştır. Beraat etmiş ise de, emekliye sevk olunmuştur. Câmi derslerini aralıksız fahrî olarak yürütmüştür. Bayezid’da Kadı Beydâvî tefsirini okutup tamamlamaya muvaffak olmuştur. Üçışık soyadını almış ve oğlu Mekki Efendi başta olmak üzere çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Bunlardan en meşhurları, Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık’tır.
18 Eylül 1943’te İzmir’de mecburî ikamete tâbi tutulmuş, daha sonra geçtiği Ankara'da 27 Kasım 1943’te vefat etmiştir. Bağlum Kabristanı'nda medfundur. Türkçe’den başka çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Arapça ve Farsça şiirleri vardır. Üç oğlu ve iki kızı dünyaya gelmiştir.
Râbıta-i Şerîfe ve er Riyâdü't Tasavvufiye isimli eserleri, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Ayrıca, Hâl Tercümesi ve Ebeveyn-i Resûllulah isimli eserleri sadeleştirilmeden, yalnızca latin alfabesine çevrilerek Büyük Doğu Yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Abalı Baba ise yüzyıllar önce yaşamış güzel bir insandır. Sağlığında o topraklarda yaşayan insanlara ne yaptıysa, mezarını türbeye çevirmişler ve ona duydukları minnettarlığın göstergesi olarak türbesini ziyaretgâh edinmişlerdir.
Hasan Velî olarak da bilinen Abalı Baba, Hacı Bayram Velî ile Hüseyin Gazi'nin çağdaşı olarak gösterilmektedir.
Malum olduğu üzere türbe ziyaretlerinden maksat, en başta ölümü hatırlamak ve bir gün bizlerin de o aleme intikal edeceğimiz fikrini somut bir şekilde yerleştirmektir. İkinci en önemli maksat da, orada yatan muhterem kişilerin var olduğu, bir zamanlar yaşadığı ve toplumlarında hayırla yâd edilecek işler yaptığını düşünerek, "Biz de öyle olabilir miyiz? Böyle olma konusunda ne tür eksikliklerimiz var?" şeklinde bir muhasebe yapmaktır.
Unutulmaz izler bırakmış olmak güzel. Aslında unutulsa da güzel izler bırakmak güzel. Abalı Baba da güzel izler bırakmış herhalde ki, yüzyıllardır ziyaret edilmektedir. Bu ziyaretlerden biri de bizim ziyaretimiz oldu.
Dr. Münir Derman da 1910 yılında Trabzon'da doğmuştur. Annesi Şehvar Hatun, babası da Ahmed Rasim Efendi’dir.
Baba tarafından büyük dedesi Kafkasya'dan Şeyh Şamil, ana tarafından büyük dedesi Hâcegân silsilesine mensup Ahmet Ziyaeddin Gümüşhânevî'dir. Büyük ninesi yöresinde "evliya kadın" olarak bilinen Gül Hatun'dur. Trabzon'da 4 yaşından itibaren Buharalı hocası Ömer İnan Efendi'nin manevî eğitiminde ilerlemiş, ondan feyz almış, 9 yaşında hâfız olmuştur. İlkokulu Özel Fransız Okulu'nda bitirip liseden sonra üniversite öğrenimi için Devlet Bursu ile Fransa'ya gönderilmiş, önce Felsefe-Psikoloji tahsili yapmış; sonra Tıp Fakültesi'ni de bitirerek doktor olmuştur. Mısır'da El-Ezher'e de kaydolmuş ve ilahiyat tahsil etmiştir. Askerlik yıllarında Kore Savaşı'nda bulunmuş, burada askerî doktor olarak hizmet vermiştir. Bu yıllarda bir süre Japonya'da da bulunmuştur. Yurda dönünce A.Ü. Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Felsefe dalında öğretim üyesi olup bir süre burada görev îfa etmiştir. Kısa süre sonra bu görevinden ayrılarak Tıp doktorluğu hizmeti için Doğu Anadolu'da görev almıştır. Daha sonra "Hükümet Tabibi" olarak Bozüyük'te görevlendirilmiştir. Burada Hükümet tabibi iken evlenmiş ve bir kız evladı olmuştur. Hâlen bir kızı ve üç torunu vardır. Davet üzerine gittiği Almanya'da 15 yıl "anatomi" öğretim üyeliği yaptıktan sonra tekrar yurda dönmüştür. Almanya'da bulunduğu sürede resmî görevi dışındaki saatlerde camilerde vaazlar vermiş, çok sevilmiştir.
Hiçbir servete sahip olmayan Münir Derman, Almanya'dan döndükten sonra sonanlarını Ankara'da bir otel odasının mütevazi şartlarında yaşamış, eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarıyla yetinmiştir. Ömürlerini ağır riyazet ve çilelerle, büyük sıkıntılar, dertler içinde insanlardan uzak, namsız-nişansız bir kul olarak geçirmiştir.
Tarikat kurmamışlardır. Tavır ve anlayış olarak günümüz dergah, tekke gibi kurumlaşan örgütlenmelerine rağbet etmemişler; "talebe", "mürid", "şeyh" namları altında etrafına kalabalık insan yığınları toplamamışlardır. Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler O'na yanaşmışlar, ilminden istifade etmeye çalışmışlardır.
Manevî emanetlerini, kendisine yakinen hizmet eden ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş, fakat isim açıklamamışlardır. Son zamanlarını -ikibuçuk sene- Hastane'de geçirmiştir. Vasiyetlerinde "Dünyaya garip geldim, garip gitmem lazım. Garibin yeri tenhadadır" ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istemiştir.
2 Aralık 1989 Cumartesi günü Hakk'a yürümüş, sevenleri O'nu kar yağarken sevdiği iri kar taneleri altında Ankara'nın kuzeybatısında yaklaşık 15 kilometre mesafedeki Memlûk köyü yakınında toprağa vermişlerdir. Açık bir kabir şeklinde olan türbesindeki kitabede sahife başındaki şiiri yer almaktadır. Aynı kabristanda Eşi ve diğer bazı sevenlerinin de kabirleri mevcut olup sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.”